top of page
Yazarın fotoğrafıAhmet Ergenç

Mekân, kimlikler ve diğer şeyler


15. İstanbul Bienali'yle eşzamanlı Surp Yerrotutyun Ermeni Kilisesi’nde düzenlenen Trans-ID adlı sergiye gidenler önce İstiklal’in tam orta yerinde duran ama "görünmeyen" bir komşu-mekânla tanışıyor. Kilisenin barındırdığı tarihsel ve politik anlamlarsa ister istemez sergideki işlerin okunma biçimine sirayet ediyor. Küratörlüğünü Anna Zizlsperger ve Seyhan Musaoğlu'nun üstlendiği sergi, 24 Ekim’e dek sürüyor...

Bu yılki bienalin konusu olan İyi Bir Komşu kavramı mekân ile çok yakından alakalı zira komşu temel tanımı gereği "mekânsal" olarak bize yakın olan bir şeydir; bizimle aynı binada, sokakta, mahallede ya da semtte olan kişidir. Ama bazı komşular yok sayılır ve yok sayılan komşuların mekânları ya da mekânlarda bıraktıkları izler de aynı şekilde yok sayılır. Komşuluk üzerine düşünürken, aslında çok şey anlatan bu yokluk, tanıma mekanizmasındaki bu boşluk üzerine de düşünmek gerek.

Herkesin malumu, İstanbul’da, bilhassa da Beyoğlu’nda "yok sayılan" komşunun mekânsal izleri her yerde olmasına rağmen, bu mekânlar garip (ve aslında ideolojik) bir uyuşma hali içinde yok sayılır. Dinsel ve etnik "azınlıklar"ın bıraktığı yapılar fiziksel olarak burada olsa da, ideolojik algı mekanizmasında birer yok-mekâna dönüşmüşlerdir. "Artık burada olmayan" eski komşulara ait binalar ve kiliselerin çokluğu ile bir "varlığını tanıma" halinin yokluğu arasındaki can sıkıcı çelişki, mekâna bakışın mekânın fiziksel varlığı kadar önemli olduğunu gösteriyor. Mekânlar orada duruyor olabilir ama onları "okuyan" birileri yoksa, mekânlar aslında yoktur. Perec, bir mekân araştırması olan Mekân Feşmekân’da şöyle diyor:

“Mesele mekânı icat etmek değil, yeniden icat etmek hiç değil… Mesele mekânı okumak; çünkü alışılagelmişlik adını verdiğimiz şey belirginlik değil, bulanıklıktır: Bir körlük biçimi, bir uyuşma hali.”

Bienal kapsamında Surp Yerrotutyun Ermeni Kilisesi’nde düzenlenen Trans-ID adlı sergi, seçtiği mekânla bu uyuşma halini bozuyor, sergiye gidenler önce İstiklal’in tam orta yerinde duran ama "görünmeyen" bir komşu-mekânla tanışıyor.

Odakule’nin hemen yanında duran bu görece küçük kiliseyi şahsen ben de ilk defa bu sergi vesilesiyle "tanımış" oldum. Bu kilisenin yeri tarif edilirken kullanılan Odakule de aslında, ironik bir şekilde, bu ve benzer yapıları "görünmez" kılan politikaların bir ürünü.

Odakule’ye dair bir tarihçe, buradaki tarihsel hikayeyi şöyle anlatıyor:

“1942 yılında Varlık Vergisi nedeniyle Karlman (Carlman) ailesinden alınan bina uzun yıllar Osmanlı Bankası'nın deposu olarak kullanılmıştır… 1970'lerin başında sanayi odasının girişimleri sonucu yıkılarak yerine bugünkü bina inşa edilmiştir.”

Sırf bu hikayeden bile, kadim komşulara uygulanan ekonomik-politik-fiziksel şiddeti okumak mümkün. Varlık Vergisi lafının kendisi bile, bir distopyadan fırlamış gibi görünüyor: Sırf "var" olduğun için fazladan vergi ödeyeceksin (Buradaki "varlık" kelimesinin servet anlamına geldiğini bilsem de bunu "azınlıklar" bağlamında "varolmak" anlamında okumaktan kendimi alıkoyamamam rastlantı olmasa gerek.) Bu vergi aracılığıyla Karlman ailesi gibi birçok ailenin "varlığı" bir anlamda imkansızlaştırılmıştı. Odakule’nin kendini aşırı belli eden haline tezat oluşturan bu küçük kilise de bütün bunlara "tanık" olmanın izlerini taşıyor gibi.

Odakule’nin kendini aşırı belli eden

haline tezat oluşturan bu küçük

kilise de bütün bunlara "tanık"

olmanın izlerini taşıyor gibi.

Surp Yerrotutyun’un barındırdığı bu tarihsel ve politik anlamlar ister istemez sergideki işlerin okunma biçimine de sirayet ediyor. Mesela Allen Grubešić’in Hâlâ Buradayım adlı işi mekânın kendisinin bakanlara söylediği bir şeye dönüşüyor. Üzerinde “I’m still here” yazan bir uyarı tabelasını andıran bu iş, bir varlık ifadesi, bir yüzleşme çağrısı gibi duruyor.

 

Mekânı metaforik değil, reel anlamda "konuşturan" bir iş daha var: Sinan Bökesoy’un ses yerleştirmesi mekânı gezerken caddeden ve kilisenin içinden kaydedilmiş sesleri bir araya getiriyor. Bir anlamda mekânın "ruhuna" dair bir sesli tur bu. Bachelard’ın "mekânın poetikası" dediği şeyi hissettiriyor bu ses kayıtları. Benzer bir iş İstiklal Caddesi’nde yapılsa, geçmişte duyulan sesler bugüne taşınsa, unutulmuş bir tarihin poetikası ortaya çıkabilirdi.

 

Yine mekânla çok yakından alakalı bir iş daha var: Luna Ece Bal, kilisenin orta yerine yerleştirdiği, tuz, ayna, gül ve mumlardan oluşan Geldiğim Yer adlı yerleştirmeyle bir ayin havası yaratıyor. Bilhassa da tuz öbekleri, sanki kilisede kendiliğinden oluşmuş kutsal bir tortuyu ya da doğal bir oluşumu andırıyor. Bu yerleştirmede etkileyici olan şey, müdahelenin nerede bitip mekânın nerede başladığının pek ayırt edilememesi ve bakanı aslında mekânı düşünmeye, hissetmeye ve hatta mekâna ‘dokunmaya’ sevk etmesi.

 

Sergide kimlik meselesine odaklanan işler de "komşuluk" denilen şeyin başka ara damarlarında dolaşıyor. Mesela Servet Koçyiğit’in Hayali Haritalar serisinin bir parçası olan Altından Çizgi adlı kumaş harita yarattığı karnavalesk görüntüyle harita üzerindeki ciddi ve katı kimlik ayrımlarının yerine daha şenlikli bir bir-aradalık hali yaratıyor. Kimlik ve "fark"ın bir çatışmayı gerektirmediği daha ütopik manzara bu.

 

Şakir Gökçebağ’ın Reorientation adlı işiyse, tam tersi bir müdahalede bulunuyor. Bir ‘şenlikli’ manzara olabilecek yuvarlak bir şark halısının orta yerinde boş bir "kare" oluşturarak Şark'a geometrik bir katılık kazandırıyor. Şark'a dair oryantalist bakışı boşa çıkaran bu müdahale, Şark'ın içinde de geometrik bir yan olabileceğini göstererek, ideolojik olarak belirlenmiş bir ‘ilişki’ kurma (ya da bakma) eylemini bozuyor. Dünyanın bir bölgesine yüklenen "kimliğin" sınır çizgileri de böylece aşındırılıyor. Bu aşındırma ya da hazır-konumları bozma işlemi yeni bir ilişki ve bakış ihtimalini gösteriyor ki, bu ihtimaller de "komşuluk" mevzusu için hayati önem taşıyor. Serginin adının (trans-id) çağrıştırdığı "kimlikler-ötesi" ya da "kimlikler-üstü" halle ya da bir melez-kimlik anlatısıyla ilgilenen işler de benzer bir sınır aşınmasını gösteriyor.

 

Nancy Atakan’ın Babaanne Danteli adlı işi Osmanlı Türkçesi ve Yahudi İspanyolcasının birbirine karıştığı bir göç ve melez-kimlik hikayesi anlatıyor. Burada meselenin ‘dantel’e odaklanması genel bir eğilimi gösteriyor aslında. Köken arayışı anlatılarında unutulmuş ya da bastırılmış kökenleri temsil eden nesneler önemli bir yer tutar. Anneannenin hırkası ya da dedenin şapkası gibi gündelik şeyler son derece politik ve kültürel bir simgeye dönüşür. Hamid Naficy’nin sinemadaki "melez" anlatılar için kullandığı "aksanlı film" ifadesinin bir karşılığı var burada. Aksanlı filmler hem majör dil içinde bir "aksan" oluşturan minör dilleriyle hem de minör kültürün ifadesi olan küçük nesnelerle bir "küçük anlatı" kurarlar hakim büyük anlatıya karşı. Komşu meselesinde bu ‘küçük anlatılar’ da çok önemli, hatta hayati derecede önemli.

 

Suat Öğüt, Ben Alman Oldum işiyle böyle bir anlatıyı tek bir cümleyle kuruyor. “Ben Alman oldum,” gibi performatif bir cümleyi kendi dillerinde söyleyen göçmenler tersten bir "tanınma" çağrısında bulunuyor gibiler. Kendi küçük anlatılarını, tek bir cümleyle tersten kuruyorlar. Kökeni ifade etmek yerine maruz kalınan hali ifade eden bu cümleler sürekli tekrarlandığı için bir travmayı sağaltma işlevi de görüyor olabilir.

 

Kimliği tanıma çabası ile kimliği belirsizleştirme ve bulanıklaştırma hali arasında gidip gelen Trans-ID çok doğru bir paradoksa işaret ediyor: Kimlik hem tanınması hem de aşındırılması gereken bir şey. Tanınmamış ‘minör’ kimlikler daha da belirginleşirken tanınan majör (ya da hegemonik diyelim) kimlikler aşındırılmalıdır. Önce tanıma, sonra aşındırma. Bir kimliğin ‘tanınmamasının’ en büyük handikabı da budur herhalde: Kimlikten özgürleşme imkanını sürekli geleceğe ertelemesi. Foucault’nun “Bugün görevimiz kim olduğumuzu keşfetmek değil, olduğumuz şeyi reddetmektir” formülü, aslında ‘kim’ olduğunun ifade edilmesine olanak tanınmayan minör kültür mensupları için geçerli olamıyor. Bu özgürleştirici reddin olması için, önce zıddının yani kabulün mümkün olması gerekir. Trans-ID’deki işlerin ikili yönü bunu çok iyi hissettiriyor. Buna "yoğun" ve poetik bir mekân hissinin eşlik etmesi de cabası. Surp Yerrotutyun gibi minör mekânları unutmamak lazım, oralarda (mevcut ya da namevcut) komşuluğa dair çok şey gizli.

Comments


bottom of page