Edanur Sabuncu'nun Akbank 42. Günümüz Sanatçıları Ödülü Sergisi'ndeki işine dayanarak kahvenin kültürden sanata yolculuğunu ele alıyoruz
Yazı: Selçuk Çelik & Alev Bayram Kabakçı
Edanur Sabuncu, Yansıma, 2024
Bir rivayete göre Melek Cebrail, Kral Süleyman’a hastalıklarından kurtulması için Ahit Sandığı’nın bulunduğu ve Saba Melikesi Belkıs’ın yaşadığı Aksum’da yetişen kahve çekirdeklerinden yemesi gerektiğini söyler. Bir başka rivayete göre ise Habeşistanlı çoban Halid, kahve çekirdeklerini yiyen keçilerinin enerjik olduğunu gözlemleyerek kahveyi keşfeder. Yeşil haldeki kahve çekirdekleri kaynatılıp içilirken, Sufi Şeyh Ebü’l-Hasan eş-Şâzelî’nin kahve çekirdeklerini ilk defa kavurup öğütüp pişirerek içtiği anlatılır. Buna karşılık Ceziri, günümüzdeki yönteme benzer şekilde kahveyi ilk içen kişinin Yemenli Cemalleddin Ebu Abdullah Muhammed İbn Said ez-Zebhani olduğunu söyler.
Kahve içen ilk kişinin kim olduğu konusunda ihtilaflar olsa da kahvenin ilk çıktığı yerin neresi olduğu konusunda fikir birliği vardır: Etiyopya. Kahve, ilk olarak önemli bir ticaret yolu üzerinde bulunan Etiyopya’dan Kızıldeniz’in diğer yakasına, Yemen’e geçer. Ardından 1510 yılında Kahire’de, 1511 yılında ise Mekke’de görülmeye başlar. Kâtip Çelebi’nin aktardıklarına göre kahve, Yemen Valisi Özdemir Paşa tarafından 1543’te, Kanuni Sultan Süleyman zamanında, Yemen’den İstanbul’a getirilir. Osmanlı’da önce saray mutfaklarında, ardından kahvehanelerde içilmeye başlanır. Tarihte bilinen ilk kahvehane, Halepli Hâkim ve Şamlı Şems adında iki girişimci tarafından 1554 yılında İstanbul’un Tahtakale semtinde, Kiva Han adıyla açılır. O dönemlerde kahvehaneler, sadece kahve içilen ve satranç oynanan mekânlar değil, insanların buluşma noktası ve sosyalleşme alanlarıdır. Otoritenin kolayca denetleyemediği bu merkezlerde hem entelektüel etkinlikler düzenlenir hem de siyasi haberler tartışılır. Kahvehanelerin bu rolünü fark eden Kanuni Sultan Süleyman, III. Murad, I. Ahmed ve IV. Murad gibi padişahlar, kahveyi yasaklayan fermanlar çıkarır. Sadullah Sadi Efendi ve Bostanzade Mehmet Efendi gibi şeyhülislamlar ise fetva vererek bu yasakları kaldırır. Osmanlı, Malta Adası (1565) ve İkinci Viyana (1683) gibi kuşatmalarda egzotik erzaklarını orada bırakarak Avrupalıları kahveyle tanıştırır. Daha sonra, Venedikli tacirlerin çabalarıyla kahve Avrupa’ya iyice yerleşir. İtalya’da ilk kahvehane 1645’te, Londra’da ise 1652’de açılır. 18. yüzyılda kahve Güney Amerika’ya yayılır.
Rubiaceae familyasından Coffea cinsine ait bir ağacın meyvelerinin çekirdeklerinden elde edilen kahve, Osmanlı döneminde Yemen’den gelirken, günümüzde Türkiye’ye Minas Gerais bölgesinden ithal edilmektedir. The Specialty Coffee Association’ın uzmanlarından Sem Çeviköz’ün aktardığına göre çekirdekleri posası ile kurutulan bu kahve (Rio Minas), baharatlı tat notalarıyla ünlüdür. Deniz seviyesinden 800-2000 metre yükseklikte, makinelerin giremediği volkanik yamaçlarda yetişen ve yılda sadece bir kilogram çekirdek veren Coffea Arabica daha lezzetli olmasına rağmen, ekonomik sebeplerden dolayı tercih edilmez. Ancak Kuru Kahveci Mehmet Efendi gibi bazı markalar ürünlerini bu yüksek kaliteli kahve çekirdeklerinden üretir. Şunu özellikle ifade etmek gerekir ki Türk kahvesi olarak adlandırılan kahve, belirli bir bitki türüne değil, bir demleme yöntemine işaret eder. Çekirdekler çok koyu değil kahverengi olacak kadar kavrulur. Kavrulmuş çekirdekler kum gibi iri taneli bırakılmayıp toz kıvamına gelinceye kadar öğütülür. Filtre yöntemiyle değil, pişirilerek demlenir ve diğer kahvelerden farklı olarak telvesi ile servis edilir.
Kahvenin bir ritüeli, sohbeti devam ettirme işlevi vardır. Kahve, ateş başında yavaş yavaş pişirilir ve kırk yıl hatırı olması niyetiyle zarif bir fincanda, bir bardak su ile ikram edilir. Önce kahve içen misafirin tok olduğu, önce su içen misafirin ise aç olduğu kabul edilir. Kahvenin yanında sunulan lokum, hem ekonomik bir durum göstergesidir hem de misafire verilen değeri sembolize eder. Kahvenin tadını tam olarak alabilmek için fincandaki sıcaklığının düşmesi beklenir ve keyif almak için höpürdetilerek (bütün aroma tat alma tomurcuklarına çekilerek) içilir. Tat kelimesi, kültürel aktarımlarla koku anlamını içerse de tat ve koku birbirinden farklı algı alanlarıdır. Kahvenin kokusu, burun ve damak yoluyla iki farklı kanaldan algılanır: Burunla alınan orta nazal koku algısı ve damakla alınan retro nazal koku algısı. Kahvenin, bine yakın molekülden oluşan kendine özgü bir kimyasal yapısı olduğunu belirten Vedat Ozan, Okan Bayülgen’in Göz Açıp Kapayıncaya Kadar başlıklı belgesel filminde de kahvenin burunla alınan kokusu ile damakla alınan kokusunun birbirine çok yakın, nadir türlerden biri olduğunu vurgular.
Nişanyan Sözlük’e göre kahve kelimesi Arapça khw kökünden gelir ve koyu şey anlamını taşır. Ancak, bazı etimologlar kelimenin Etiyopya'da bir coğrafi yer adı (Fr. toponyme) olduğunu ileri sürmektedir. Ayrıca, kahve çekirdeklerinin öğütülüp demlendikten sonra kalan kalıntılarına verilen telve kelimesinin, Evliya Çelebi'nin Seyahatname adlı eserinde ibrik payı anlamında kullanıldığını görürüz.
Goethe, Mozart ve Balzac gibi kahve tiryakileri, kahve içerek sanatsal eserlerini üretmişlerdir; günümüzde ise kahvenin kendisi bizzat sanat malzemesi haline gelmiştir. Tarih boyunca coğrafyadan coğrafyaya, kültürlerden kültüre sanat için kullanılan malzemeler hep değişmiş, her dönemde geleneksel olanın ötesine geçilmiş, gündelik yaşamın sıradan unsurları alternatif malzemelere dönüşmüştür. Sadece 20. yüzyılda bile meyve, reçel, dondurma, şarap, çay gibi yiyeceklerin malzeme olarak kullanıldığını görürüz. Eskiden beri gübre, koku giderici, maske ve peeling gibi geniş bir yelpazede kullanılan kahve telvesinin sanatsal bir malzeme olarak kullanımı da modern döneme denk gelir.
Brezilya'dan, İran'dan, İtalya'dan, Türkiye'den ve Yunanistan'dan birçok sanatçı, kahveyi çeşitli yoğunluklarda yüzeye döküp ortaya çıkan akıcı formları detaylandırarak kahveyi sanata dahil etmiştir. Kontrastlardan yararlanarak soyut çalışmalardan figüratif kompozisyonlara kadar geniş bir yelpazede işler üretmişlerdir. Bu sayede rastlantısallık ve kontrol arasında bir denge yakalamaya çalışmış veya yaratma süreçlerini planlamaktan çok anlık ilhamlarla gerçekleştirmek istemişlerdir. Jackson Pollock yatay yüzeydeki tuvallere boya akıtarak, dikey yüzeydeki tuvallere boya fırlatarak resim üretmişti. Akıttığı boyayla çizginin figürü sınırlama ve tanımlama fonksiyonunu ortadan kaldırmış, fırlattığı boyayla kaotik sonuçlar almayı denemişti. Buna drip technique adı verilmişti.
Edanur Sabuncu ise malzeme kullanımındaki yenilikçiliğiyle değil, kültürel kodlara yaslanan tavrıyla diğer sanatçılardan farklılaşıyor. Sanatı, sanatın içerisinden değil, kültürün içerisinden doğuruyor. Sanatın sadece görsel bir deneyim olmadığını, malzemenin kültürel anlamlarının ve duygusal çağrışımlarının da sanata dahil edilebileceğini gösteriyor. Kahve telvesini kullanarak ürettiği ve Akbank 42. Günümüz Sanatçıları Ödülü Sergisi’ndeki işleri, “Gelecek- Geçirmez: Kanıt, Prova, Direnç” teması altında kültürel bir geçmişe atıfta bulunuyor. Eserin zemininde oluşan küflenmeler ve formlarda meydana gelen bozulmalar, eseri süresiz yorumlamaya açık hale getiriyor. Bu eserler, izleyiciye kahve falı veya psikologların mürekkep lekesi (Rorschach) uygulamalarından farklı bir deneyim imkânı sunuyor.
Kahve seansında otorite tektir. Falcı, bir çeşit bilicidir. Fincandaki telveye bakan da odur, görünenleri yorumlayan da odur. Klinik seanslarındaysa bir iş bölümü vardır. Mürekkep lekelerine bakan ve gördüklerini yorumlayan danışandır. Danışana bakan ve danışanın yorumlarını analiz eden ise psikologdur. Edanur Sabuncu, sanatın imkanlarını kullanarak izleyicilere üçüncü çeşit bir seans alanı açıyor: Kendin gör, kendin yorumla alanı. İzleyicinin biyografisi üzerinden telveler, bir kendine bakış, bir kendini yorumlama aracı oluyor.
Commenti