top of page

Mavi kadifede bir yaldız zerresi


Cennette Bir Gün serisinde ütopik doğaya, Cehennemde Bir Gün serisinde ise insanlığın belirsiz yolculuğuna ve mülkiyet kavgalarına yakından bakan Huri Kiriş, 7 Kasım'a dek Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Tophane-i Amire KSM Tek Kubbe Salonu'nda görülebilecek olan yeni sergisi Terra ile insan ve mekân arasındaki ilişkiye odaklanıyor. Kiriş, hem Terra'yı hem de tüm işlerinin oluşturduğu 'büyük resmi' Kahraman Çayırlı'ya anlattı

Huri Kiriş, Fotoğraf: Elif Kahveci

Eserlerinizde çok güçlü bir sosyolojik geçmişten beslendiğinizi düşünüyorum. Sırf güç, biyopolitika, hafıza, söylem, bireyleşme gibi tek tek kavramlar değil de, asırların birikiminin anlık hallerini gösteriyor gibisiniz. Bu yorumuma katılır mısınız, size göre eserlerinizin ne kadarı sosyoloji ne kadarı psikolojiden yola çıkıyor?

Bugün işlerime dönüp bakınca dediğinize katılmamak mümkün değil. Böyle söylememin nedeni şu ki, bir iş üzerine düşünürken plastik öğeler başta geliyor benim için. Biçim önce gelince içerik biçimi takip eder hale geliyor kaçınılmaz olarak. Demek istediğim, işler daha soyut bir düzlemden oluşmaya başladığı için biçim, içeriğin belirleyicisi oluyor. Bu anlamda biçimin ortaya çıkışını psikolojik bir duruma bağlayacak olursak, sosyolojik meseleleri bu psikoloji ile değerlendirdiğimi söyleyebilirim. Her ne kadar meseleye uzaktan bakıp bir gözlemci pozisyonu almaya çalışsam da toplumsal bir özne olarak istediğim kadar geri duramıyorum konumdan. Bu da biçim oluşurken, içeriğin de oluşmasına sebep oluyor. Örneğin; son yaptığım işlerdeki çatışmalı ve agresif biçimler bir yandan çatışma barındıran içeriği ortaya çıkarıyor ve belki de farkında olmadan içerik beni bu biçimi oluşturmaya zorluyor. Bu konuda kesin bir tanım yapmam çok zor. İşlerin toplumsal içeriği kendiliğinden geliyor ya da buna sürükleniyorum desem daha doğru olur. Kendi açımdan, bulunduğumuz coğrafyada her zaman yüz yüze geldiğimiz, hep hesaplaşmak durumunda kaldığımız tüm yaşadıklarımız bu kaçınılmaz sonucu doğuruyor. Kendine veya başkasına yaptığın yolculuk hep yüzyılların bıraktığı izlerden gidiyor.

Huri Kiriş, Terra sergisinden

Bir yandan değişirmiş gibi görünürken özü aynı kalan konuların hususi olarak dikkatinizi çektiğini düşünüyorum. Suyun, toprağın, gücün mülkiyeti... Çeşitli mülkiyetler üzerine neler söylemek istersiniz?

Mülkiyet konusunun ana meselem olduğu doğru. Bu konudaki düşüncelerimi özetlemem çok zor, yıllardır üzerine resimler yapıyorum. Kendi hayatım üzerinden başlayan bir farkındalık sürecim var. Türkiye’de yaşayan ve sanatçı olmak isteyen bir kız çocuğu iken mülkiyetinin babada olduğunu anlamak mesela. Babaya kayıtlı bir insan olmak, gerçi o da babasının babasının babasına kayıtlı ama aynı şey değil. Evlenince yine başka bir erkeğin kaydına ve adının altına geçmek, boşanınca tekrar babanın kaydına ve adına dönmek. Bir erkek olmadan varlığını resmi olarak kayıtlara geçirememek. Bu insanı bir mülk yapmak değildir diyebiliriz ancak kadına yönelik şiddetin sığınılan en büyük limanı bu "beniM karıM, beniM kızıM"daki iyelik ekleri. Ben bu durumu bir mülkiyet meselesi olarak ele alıyorum. İlk sergimi de bu konu üzerine yapmıştım. Merhum Ayşe Paşalı boşandığı eşi tarafından katledilmişti. Katilin tek savunması, bir zamanlar kadının onun nüfus kütüğüne kayıtlı olması. İnsanların mülkiyet dahilinde görülmesi nadir bir durum değil elbette. Köleliğin kaldırılması henüz olmuş gibi. Köylerin, üzerindeki insanlarla beraber satılması da çok şaşılası bir durum değildi önceden. Biricik hayatlarımız, kimin atası daha vahşiydi, güçlüydü ve başkalarını ezdi, miras yoluyla bu güç zinciri kopmadan geldi hikâyesiyle akıp gidiyor. Bu konuda insanlığın akıllanacağı bir gelecek tahayyül edemiyorum. Cehennemde Bir Gün serisinde insanın mülksüzleşmesi/mülksüzleştirilmesi üzerine çok düşündüm. Önünde sonunda her şeyini kaybeden insanlık yeni kurban-kahramanlar yaratıp, kaçtığı sistemi yeniden kuruyordu. Her halükârda mülkiyetin anlamsız ve işlevsiz olduğu başka bir düzlem de var. Örneğin ‘insanoğlu’ aya ayak bastı. ‘İnsanoğlu’ antibiyotiği buldu. Mülkiyetler bu anlamda anlamsız. İşlevsiz olması ise sanat alanında oluyor genelde. Guernica’nın mülkiyetinin kimde olduğu çok önemsiz; onun gücü maddi varlığında değil, zihinlerde doldurduğu alanda. Bir şiirin ya da şarkının mülkiyeti onu hissedende kalıyor.

Huri Kiriş, Terra sergisinden

Mimar Sinan Üniversitesi Resim Bölümünde lisans ve yüksek lisans eğitimi aldınız. Günümüzdeki "akademi"ler ve verdikleri eğitim hakkında ne düşünüyorsunuz? Size göre resmin ne kadarı akademik olarak öğretilebilir?

Akademik eğitim sanat camiasında çok konuşulan bir konu. Açıkçası hâlâ bu konunun konuşulmasını garip buluyorum. Sanatçı olmak için en gerekli niteliklerin başında mizaç olduğuna inanıyorum. Sanatçı kişi anlaşılmamayı, toplumla zıtlaşmayı göze almış, boyun eğmemeyi, aklının yolundan gitmeyi, içgüdülerine güvenmeyi motto edinmiş kişiler arasından çıkar genelde. Akademik eğitim zorla verilmiyor, istemediğiniz halde kimse size anatomi öğretemez. İsteyen kişiler akademik formasyondan geçerek kendini geliştiriyor, isteyen dışarıdaki diğer kaynaklara yöneliyor. Şu bir gerçek ki herkesin bazı şeyleri öğrenmeye ihtiyacı var. Sanat tarihi, uygarlık tarihi kadar eski. Derya deniz bir alan, sanat. Neresinden isterseniz oradan tutuyorsunuz. Akademik eğitimin bir zararını görmüyorum ama ihtiyacı olan dimağlar için çok faydası vardır. Resim yapmak akademik olarak öğretilebilir birşey ama sanatsal kavrayış öğretilemez. Akademi ile veya değil, deha öğretilebilir değildir. Vardır ya da yoktur.

Birçok resminizin adeta bir şiir gibi "yazılarak" resmedildiğini hissediyorum. Resimlerinizdeki zıtlıklar ve renk seçimleri asla kayıtsız kalınamayacak bir edebî zevki de yansıtıyor sanki. Şiir hayatınızın neresindedir, hiç aklınızdan çıkmayan şiirler var mı?

Size aklıma kazılı olan bazı mısraları okuyorum Nazım Hikmet’ten. Siz sorunca aslında resimlerime ne kadar etki ettiğini farkettim.

Bu dünya soğuyacak, yıldızların arasında bir yıldız, hem de en ufacıklarından, mavi kadifede bir yaldız zerresi yani, yani bu koskocaman dünyamız. Bu dünya soğuyacak günün birinde, hatta bir buz yığını yahut ölü bir bulut gibi de değil, boş bir ceviz gibi yuvarlanacak zi ri karanlıkta uçsuz bucaksız. Şimdiden çekilecek acısı bunun, duyulacak mahzunluğu şimdiden. Böylesine sevilecek bu dünya "Yaşadım" diyebilmen için...

Huri Kiriş, Terra sergisinden

Yeni serginizin isminin Terra oluşuyla birlikte, insan ve mekân arasındaki ilişki hakkında neler düşünüyorsunuz?

Bir gün insanlık uzayda yaşamaya başlar mı bilemiyorum ama halihazırda toprağa bağımlıyız. Yaratılış efsanesine göre bile tanrı bizi çamurdan yaptı. Bu aidiyet en güçlü olanı. Belki de bir ağaç kadar muhtacız toprağa. Bunun bilinci beni tekrar mülkiyet meselelerine götürüyor. Cennette Bir Gün serisinde bir ütopyanın mekânı olarak doğayı ele almıştım. O sadece fantezi olan, bilgiyle değil de arzuyla oluşturulmuş bir mekân. Cehennemde Bir Gün’de ise gerçek mekânlardı artık ama yine de ütopik beklentiler vardı. Beni Bodrum kıyılarında yaşanan bir olay çok etkilemişti. Suriyeli mültecilerin botu karaya vurmuş, kazazedeler kıyıya çıkıyor ve tam o sırada bir grup yoga yapmakta. Mülkiyet meselelerinden dolayı ülkesinden kaçan insanlar bizim cennetimize ölüm kalım arasında varıyorlar ki belki onlar için de cennetsi bir yer Bodrum. Bazı insanlar yoga yapıp iç yolculuklarını yaparken bazıları ölüm dolu ülkelerinden ölüm dolu bir dış yolculuk yapıyor. İşte mekân bu kadar önemli ve göreceli. Şimdi de, var olan, aktüel mekâna bakıyorum işlerimde. Bombaların patladığı, yangınların, boğuşmaların, doğal afet gibi yapay afetlerin olduğu mekânlarımız. Bir yandan uzay gibi tarifsiz büyüklükte

bir mekândayız bir yandan gayet ölçülebilir bir büyüklüğü olan yerküremizde. Burada bir bomba patlarken evrende nebulalar oluşuyor. Trajedimiz evren ölçeğinde yok kadar küçük. Dünya ismindeki küçük gezegenimiz alev topuna dönüşse evrenin umrunda olmaz. Hem muhteşem ve görkemli bir varlığımız var hem de hiç mi hiç önemimiz yok.

Mekân artık bir ölçek meselesi.

Huri Kiriş, Terra sergisinden

bottom of page