unlimitedrag.com, her çarşamba Masa başlıklı köşesiyle Ahmet Ergenç'i ağırlıyor. Ergenç bu hafta, Senem Gökçe Oğultekin’in açılışını 4. Uluslararası Mardin Bienali’nde yapan ve bir ‘yabancı’nın Ani şehri kalıntılarını ziyaret etmesinin hikayesini iki bedenin karşılaşması üzerinden anlatan kısa filmi Dun / Ev’i değerlendirdi
Uzun zamandır ‘bedensel acı’nın dünyada ve politikada bir etik duruş için temel olabileceğini düşünüyorum. Bunu en son parmağım kesildiğinde ve bu küçük kesik ‘bile’ beni uzunca bir süre huzursuz etmeye yettiğinde düşünmüştüm. Küçük bir kesik bile acı hissetmeye yeterken, kopan bir kolun acısını tahayyül bile etmek mümkün değil. Başkalarına yönelik toplu şiddet eylemlerinde temelde unutulan şey bu sanırım: ‘Düşman’ ya da ‘öteki’ denilen varlığın çektiği temel fiziksel acı. Bu acının üstünü kültürel ve ideolojik kodlarla kapatmadan, aslında bir şiddet eyleminin gerçekleştirilmesi mümkün değil çünkü insan bedeni sınırı çok net çiziyor: Derinin altına inmeye çalışan her hamle bir ihlaldir, acı verir ve insan bunu kendi bedeninde her an hisseder. Yani, ‘ortak bir şeyleri olmayanların’ bile ortak zemini olabilir bu.
Senem Gökçe Oğultekin’in, Levent Duran’la ‘sanatsal işbirliği’ içinde çektiği ve bu sene Mardin Bienali’nde gösterilen Dun / Ev adlı kısa filminin tanıtım metnindeki şu ifadeyi bu yüzden çok önemli buldum: “Biz canlıları bir araya getiren belki de tek şey hepimizin sınırlı ve bilinmeyen bir süre için bir bedene sahip olmasıdır… Bedenin verdiği tepkiler ırk, cinsiyet, milliyet ve toplumsal statüden bağımsız olarak aynıdır.”
Ev bir ‘yabancı’nın Ani şehri kalıntılarını ziyaret etmesinin hikayesini iki bedenin karşılaşması üzerinden anlatıyor. Senem Gökçe Oğultekin ve Gasia Papazyan arasında gerçekleşen bir dans-performansı üzerinden ilerleyen bu anlatı, fiziksel hareketlerin ve duyuların yönettiği bir ‘duyumsal anlatı’ (İngilizcesi daha kuvvetli: felt narration) olarak tanımlanıyor. Gayet yerinde bir tanım. Bu ‘duyumsal’ ve bedensel yaklaşım yeni, dil-öncesi bir karşılaşma imkanı sağlıyor. Bu yeni karşılaşma anı önemli çünkü Türkiye - Ermenistan meselesindeki en kritik noktalardan biri olan Ani’nin kültürel ve politik ‘hikayesi’nin anlatılması, genelde hissedilmesine yetmiyor. Ani’nin hikayesi ancak o hikayeyi ‘anlatmayan’ yeni bir karşılaşma ve hissetme anıyla ‘anlatılabilirdi’ sanırım. Bu kısa film enformasyon ve kültürel bellekten çok, kültür ve dil-öncesi denebilecek, doğrudan bir karşılaşmanın yoğunluğuna yaslanarak kuruyor bu hikayeyi.
Film bu kültür-öncesi hali önce taşlar üzerinden gösteriyor. Ani ‘harabeleri’nin taşları üstünde bir yılanın hareketlerini takip ederek, çıplak ayaklarıyla ilerleyen figür, önce kültür-dışı taşlarla temas ediyor. O taşların yabaniliği ve acımasızlığı yeni gelen figürün içinden geçmesi gereken deneyim çemberinin önemli bir parçası. Burada, filmdeki fiziksel hareketlerde kolaycı ve kapsayıcı bir “hümanizme” yer yok: İki figür arasında bir temas gerçekleşmesi için önce ‘öteki uçurumu’nun tecrübe edilmesi ve iki figürün şiddetli bir çarpışma yaşaması gerekecek. Bu “öteki uçurumu” önemli zira Zizek’in de sık sık dile getirdiği gibi, hazır bir hümanizm ötekiyi kendi radikal ‘başkalığı’ndan mahrum bırakarak fake bir barış hali yaratır. Bu da insanların radikal anlamda ‘başka’ olan diğer insanlarla temas kurmasının tek yolunun o başkalığı söylemsel düzeyde homojenleştirmek (‘hepimiz kardeşiz’ lafında olduğu gibi) anlamına gelir ki, hümanizmin aslında indirgeyici, apolitik bir mekanizmaya dönüşebileceği yerdir burası.
Film ‘öteki’ olarak addedilen Ani yerlisinin aslında öteki olmadığını, hepimizin aynı olduğunu falan söylemek gibi kolaycı ve ikna edicilikten uzak bir diskura yaslanmak yerine, bu kurgusal Ani yerlisini radikal bir başkalığa sahip, hafiften ‘yabani’ ve geçit vermez bir figür (biraz da Reha Erdem filmlerindeki karakterleri anımsatan bir ‘yabanilik’ bu) olarak kuruyor. Bu radikal-anlamda-başka figürle temas etmek için ziyaretçinin bir initiation’dan geçmesi gerekecektir. Bu törenin bir parçası da o figürle şiddetli ve “beceriksiz” bir dansa girişmektir. Bu fiziksel beceriksizlik ve ‘uyuşmama’ hali aslında iki tarafın da kendi başkalığını onaylamasını sağlıyor. Bence bu kısa filmin en iyi yaptığı şey bu: ötekini evcilleştirmeye çalışmadan, ötekiyle şiddetli ve hakiki bir temas kurabilmesi.
Bu şiddetli dansta bazı bedensel parçalar öne çıkıyor: saçlar, eller, kulaklar, gözler vesaire. Kameranın tek tek bu uzuvlara odaklanması hem ‘beden’in varlığını, hem de iki beden arasındaki temasın (beceriksiz) yoğunluğunu hissettiriyor. Taşlarla ve şehir kalıntısının duvarlarıyla kurulan o anlık, parçalı ve ‘yoklayan’ temaslar iki beden arasında da gerçekleşiyor. Filmdeki en etkileyici sahnelerden biri iki figürün birbirine bağlanan saçlarını gösteriyor. Abramoviç ve Ulay’ın saçlarından birbirlerine bağlandıkları o meşhur videoyu hatırlatan bu sahne, Abramoviç ve Ulay’ın yaptığı şeyin tam tersini yapıyor. O videoda önerilen şey, fiziksel varlığın unutulup 17 saat boyunca meditatif bir hale ulaşmaktı. Buradaki kısa sahnede ise, fiziksel bir gerilimi ve fiziksel olanın yoğun varlığını hissetmek mümkün. Fiziksel bir bağlanma çabası, bu birbirine giren ama birbirinden uzaklaşan saçlarda karşılık buluyor da denebilir. Böylece önce iki beden olarak birbirini ‘tanıyan’ ve aşk ilişkisinde olduğu gibi, radikal başkalıklarını gerilimle, telaşla ve nefes nefese tecrübe eden iki figür yavaş yavaş yakınlaşmaya başlıyor.
Ani’nin yerlisi olan figür, misafire kendi evinin (terk edilmiş bir kilise) kapısını ancak bu şiddetli çarpışmalardan sonra açıyor. Ani’yle bağı olanların, herhangi bir temas kurma çabasına hemen kucak açacağını ve bir birleşmenin (‘karşılıklı anlayış’) hemen yaşanabileceğini varsayan ‘hümanist’ bakışın ‘politik açıdan’ sakat tuzaklarına düşmeyen bir tedrici-çarpışmalı “tanışma” süreci bu. Bu kabul anına kadar ev sahibi figürün yüzündeki şüpheci ve ‘yabani’ ifadenin hiç yumuşamamasının kimlik politikası açısından da büyük bir önemi var: karşımızda kolayca ‘ele geçirilebilen’ bir figür değil, kendi radikal başkalığında ısrar eden bir figür var ki kimlik politikasının olmazsa olmazlarından biri de budur bence.
Bu kabul anından itibaren iki figürün artık “çarpışarak” değil, beraber, bir akış halinde dans etmelerinin romantik değil, sahici görünmesinin sebebi de bu. Ani’nin kalıntılarında beraber dans etmek için, önce beraber yerlerde taşların arasında sürünmek gerekiyor. İki figürün filmin sonunda olduğu gibi metaforik değil, fiziksel anlamda ‘birbirinin kalbine dokunması’ için, önce o kalıntılarda tozu dumana katmaları gerekiyor. (Sırasıyla: Taş, toz, dans.) Yani, bu kalıntıların barındırdığı travmaların hayaletlerini fiziksel olarak deneyimlemek gerekiyor. Dun / Ev bu anlamda “anlatılamaz olanı anlatma”nın bir yolunu bulmuş gibi görünüyor. Anlatmak değil, affect’ler aracılığıyla tekrar kurmak: Deleuze’ün de dediği gibi, bir temsiliyet değil, bir duygulanım yaratmak. (1) Bunun için de hikayeye değil, kültür-öncesi bir hale, fiziksel varlığa geri dönmek ve metaforların yerine de hareketleri koymak.
Filmdeki koreografilerin Artaudesk bir etkisi de var: Artaud da kendi önerdiği tiyatro modelinde jest ve hareketin sarsma gücünün metnin (bir bakıma, metaforların) gücünden çok daha fazla olduğunu söylüyordu. Bütün bu jest ve hareketler sayesinde bu kısa film Ani’nin tarihini, tozunu, taşını ve hayaletlerini bir yoğunluk içinde hissettirebiliyor.
Nichanian, Felaket ve Edebiyat’ta edebiyatın ‘anlatılamaz’ felaketleri nasıl anlatabileceğini sormuş ve tek çarenin edebiyatın kendisini de felaket uğratmak, edebiyatı da felakete benzetmek olduğunu söylemişti. Yani edebiyat enformatif bir felaket dökümü değil, o felaketin hissini yakalayan ve bu hisle eğilip bükülen bir şey olmalıydı. Bu kısa film de benzer bir şeyi dans ve görüntülerle Ani’yi ‘anlatmak’ (ve anlatamamak) için yapıyor.
Filmin kapanışında dans eden iki figürün bir tepenin üstünde artık birbirleriyle de değil, yan yana ama birbirleriyle hiç temas etmeden dans ettiklerini görüyoruz. Varılması gereken nokta budur belki de. Yoğun bir temasa ulaşıp, her şeyi (bir şekilde, hareketlerle, bakışlarla, sessizliklerle vesaire...) konuştuktan sonra, birbirinden özgürleşmek. Ve sonra da, Lale Müldür’ün dediği gibi: “Dans adımlarıyla dans yuvarlağının dışına çıkmak.”
1- Bunu bizim sinemada Reha Erdem çok iyi yapıyor: A Ay’ı, Hayat Var’ı ya da Kozmos’u düşünün. Bu konuda Zafer Aracagök’ün çok iyi bir yazısı var: ‘Affect’ Bir Koca Dünya mıdır?
Comments