Marcel harikalar diyarında
- Ceylan Önalp
- 28 Nis
- 3 dakikada okunur
Marcel Dzama’nın Ay Işığıyla Dans isimli kişisel sergisi, 20 Mart - 17 Ağustos 2025 tarihleri arasında Alistair Hicks küratörlüğünde Pera Müzesi’nde gerçekleşiyor. Kanadalı sanatçının neşeli kukla gösterisinden korkutucu maskeli baloya dönüşen bir dünyanın kapılarını aralayan imgeleri üzerine düşünüyoruz
Yazı: Ceylân Önalp

Marcel Dzama, Tüm gençlik oynamaya çıktı ve kimse önümüze geçemedi, 2019 © Marcel Dzama, Sanatçı ve David Zwirner izniyle
Ay ışığı kimi zaman bir masal anlatıcısıdır; sessizce sahneyi aydınlatır, kuklalar dans eder, gölgeler uzar. Marcel Dzama’nın Pera Müzesi’ndeki sergisi tam da böyle bir masalın derinliklerine doğru yol alıyor: Hem tanıdık hem tuhaf, hem neşeli hem de tedirgin. İçeri adım attığınızda, gündüzden geceye geçen bir evrene giriyorsunuz. Marcel Dzama’nın hayal gücüyle yarattığı bu uçsuz bucaksız evreni, adeta sanatçının kendine ait sahnesi: Sürekli değişen ama birbirine bağlı rolleriyle mimesis ve sürrealizmin iç içe geçtiği, geçmişin estetik belleğini günümüzün karanlıklarıyla buluşturan bir yer. Arafta gibi hissettirse de aslında yaşadığımız anın tam ortasında.
Sanatçının Kanada’da başlayan yolculuğu, Brooklyn’deki stüdyosunda, naneli çay ve klasik caz melodileri eşliğinde, eski ile yeninin, hafiflik ile endişenin iç içe geçtiği üretimlere dönüşüyor. İşte bu sergi de tam olarak bu ruh halini taşıyor; umut ve korkunun aynı kâğıtta, aynı çizgide bir araya geldiği işler izleyicinin ufkunu genişletiyor. Pera Müzesi’ndeki yerleştirmelerinde Dzama’nın alametifarikası olan figürler — dans eden kuklalar, maskeli karakterler, çarpık yaratıklar ve sürükleyici düş parçaları — bu kez Osmanlı’nın gölge tiyatrosuna ve müze koleksiyonundaki sahne imgelerine usulca göz kırpıyor. Walt Whitman’dan ilhamla ürettiği, New York’un meşhur L trenin sürekli duraklarından olan Bedford Avenue istasyonundaki mozaik çalışmasında olduğu gibi, burada da bütün bir duvarı kaplayan yerleştirmesiyle izleyiciyi zaman dışı bir seyahate davet ediyor.

Marcel Dzama & Raymond Pettibon, Muhteşem dörtlü tanrı Dylan'a rastladı, 2024 © Marcel Dzama, Raymond Pettibon, Sanatçılar ve David Zwirner izniyle
Kullandığı dagger brush (hançer fırça), çizgilerin akışını ve detayların yoğunluğunu kontrol etmesini sağlarken, Blackwing kurşun kalemleri, her bir figüre neredeyse dramatik bir gölge katıyor. Bu teknik detaylar, yalnızca bir malzeme seçimi değil Dzama’nın üretim anlayışının da birer yansıması: Sezgisel, içgüdüsel ve yer yer teatral. Özellikle Raymond Pettibon’la birlikte ürettikleri işler, serginin bir başka boyutunu daha açıyor. Bu ortaklık, iki sanatçının da zamansız görsel dillerinin birbirine temas ettiği, çizgilerin politikaya, metinlerin masallara dönüştüğü özel bir alan yaratıyor. Pettibon’un keskin dili ile Dzama’nın zarif ironisi arasında kurulmuş bu bağ, serginin katmanlarını çoğaltıyor ve bir tür görsel karşılıklı okuma öneriyor.
Dzama’nın işlerinde sıkça karşımıza çıkan karşıtlıklar — şiddet ve oyun, korku ve neşe, mit ve gerçek — bu sergide daha da derinleşiyor. Pandemi sonrası dönemin psikolojisini “cennet hayaliyle yola çıkılan tropikal düşler”e dönüştürmesi ya da umutsuzluğun içinden geçen bir umut çizgisi yakalama çabası, serginin duygusal zeminini oluşturuyor. Bu aynı zamanda Dzama’nın üretim felsefesinin de temeli; sadece anlatmak değil, yaşamak. Üstelik yalnızca izleyiciyi değil, kendini de yaşamaya ikna etme çabası çok belirgin.
Mekâna yerleşen işler, sanki Pera’nın tarihsel yükünü hafifletmiyor da onunla dans ediyor. Gölge oyunlarının tarihsel izleriyle Dzama’nın kuklaları arasında görünmez bir köprü kuruluyor. Ve bu köprünün tam ortasında izleyici, bir anda kendini bir sahnede buluyor. Belki de Dzama’nın sanatı da tam olarak burada başlıyor; kendi gölgemizi sahneye taşıdığımız anda.
Marcel Dzama, Ay Işığıyla Dans, Sergiden görünüm
Serginin kalbinde yer alan işlerden biri olan Annem iyi ki savaşmış, keşke bir de kazansaydı, Percy Shelley’nin Bulut şiirinden aldığı ilhamla, içsel bir fırtınayı sahneye taşıyor.
“ve yine ardından yağmurla yıkarım
ve gülerim gök gürültüleriyle geçip giderken.”
Bu, gücünü dışa vurmaktan çekinmeyen ama hüznünü de fısıltıyla paylaşan bir iş. Tıpkı serginin tümüne sinen o gizli cümle gibi:
“kendi mezar taşıma sessizce gülerim.”
Shelley’nin satırlarında olduğu gibi, Dzama’nın işlerinde de geçicilik, dönüşüm ve hafıza iç içe geçiyor. Hem annelere hem yenilgilere, hem de sessizce sürdürülen direnişlere adanmış gibi duran bu eser, izleyicinin kalbine işliyor. Ve bu sergi, yalnızca geçmişin ya da hayal gücünün izdüşümlerini değil bugünün ağırlığını da taşıyor. Dzama’nın maskeleri bazen bir oyun gibi görünse de kimliğin ve kimliksizliğin nasıl bir tiyatroya dönüştüğünü hatırlatıyor. Annem iyi ki savaşmış, keşke bir de kazansaydı adlı eser, sadece bireysel bir mücadeleye değil, kolektif bir hayal kırıklığına da kulak veriyor. Bugün, bir ülkenin hafızasıyla oynanırken, adalet ve hakikat maskelerle gölgede bırakılırken, Dzama’nın sessiz ama ısrarcı dünyası, sanki bizim suskunlukla kurduğumuz diyaloğu yansıtıyor.
Ve belki de sonunda fark ediyoruz: Dzama’nın evreninde hiçbir yara sonsuz değil, hiçbir hikâye tek katmanlı değil. Ay ışığı geçip gitse de gölgeler bir süre daha bizimle kalıyor.
Kommentarer