Kusursuzluğun kusuru
- Berfin Küçükaçar
- 12 saat önce
- 6 dakikada okunur
Dilşad Akçayöz’ün Flaw-less isimli kişisel sergisi 18 Şubat - 28 Mart 2025 tarihleri arasında Summart’ta gerçekleşti. Sergideki işlerinden yola çıkarak sanatçıyla pratiğinde malzemeyle kurduğu ilişkiyi ve form arayışlarını konuştuk
Röportaj: Berfin Küçükaçar

Dilşad Akçayöz
Önce malzemeyle olan ilişkinden başlamak istiyorum. Marmara Üniversitesi’nde Taş Atölyesi'nde çalıştın. O süreçten biraz bahseder misin? Bu malzemeye yönelimin nasıl oldu? İlk denemelerin, erken dönem işlerin mermerle miydi?
Malzemenin kendi anlamı beni çekti, bu bir gerçek ama uzun zamandır mermer heykel odaklı çalışıyor olmama rağmen zihnimde hiçbir zaman “mermer heykelci” gibi adlandırmadım kendimi. Mermerle öyle bir ilişki kurmuyorum ama bu döneme kadar olan serüvenimde mermer heykel önemli bir yer kapladı.
Bence mermerin beni eğiten ve disipline eden bir tarafı da vardı. Çünkü fiziksel olarak kuvvet isteyen, sabır isteyen, kondisyon isteyen bir üretim süreci var mermer heykelin. Ve arzu ettiğiniz biçime ulaşmak için biraz da onun sözünü dinlemeniz gerekiyor. Çünkü çok fazla düşünüp az müdahale edebileceğiniz, geri dönüşü pek olmayan bir malzeme. Metal heykel çalışırken sevmediğiniz bir parçayı oradan alabilirsiniz, başka bir parça ekleyebilirsiniz ya da başka malzemelerde de aynı yaklaşımı deneyimleyebilirsiniz ama ahşap gibi, taş gibi özellikle eksilterek çalışılan malzemelerin geri dönüşü yoktur. Bunun benim ruhuma bir katkısı olduğunu düşünüyorum, yapmadan önce daha fazla düşünmekle alakalı.
Mermer benim elimde tamamlanan, benim ilişki kurarak başından sonuna götürdüğüm bir süreci ifade ediyor aynı zamanda. Tabii ki tarih boyunca da mermer heykel çalışan sanatçıları asiste eden insanlar olmuş, olabilir de. Ama döküm gibi, metal heykel gibi diğer malzemelere göre sanayiyle daha çok iç içe olman gereken, üçüncü, dördüncü ellerin işe dahil olduğu, malzemelerin aksine mermerle istersen başından sonuna kadar sen ilişki kurabiliyorsun ve bu süreç boyunca malzemeyle birbirinizi biçimlendiriyorsunuz. Tabii ki beni sınırlayan tarafları da var. Üretim sürecinde bütünden gitmek zorundasın ve malzemenin hassasiyetini düşünmek zorundasın, kırılganlığını düşünmek zorundasın örneğin. Ama o kadar kuvvetli bir malzemenin aynı zamanda bu kadar da kırılgan olması başka bir ince çizgide yürümeyi çağırıyor bence.
Benim hep kusursuz bedene ulaşmaya çalıştığım form arayışlarım vardı ve mermer bunu iyi karşılıyordu. Fakat mermerin bunu karşılaması benim esas meselem değil. Esas mesele o kadar kusursuzluk düşkünlüğünün ne kadar kusurlu bir şey olduğunu keşfetmemle başladı.
Son kişisel sergin Flaw-less ile farklı malzemeler denedin, sergide bronz heykeller de yer alıyordu. Az önce eksilterek veya ekleyerek heykel yapmaktan bahsettin. Bronz ve mermer bu noktada iki farklı uçta duruyor. Bu malzemelerle çalışmak senin düşünce şeklini ve yaratım sürecini nasıl etkiledi? Aslında bu sergideki bronz heykel grubu buna iyi bir örnek. Mermer fiziksel koşullarından ötürü kırılganlığını düşünmem gereken bir malzeme ama bronz heykel daha açık kompozisyonlara izin veriyor. Doğal olarak bronzda daha özgür olunan noktalar var. Bu sergide de o bronz seriydi benim mermerde bulamadığım özgürlüğü bulmamı sağlayan. Aslında “Burada bronz dökülmeli” diye tasarlanmış figürler üretmedim. Serginin kendi bağlamının içinde kalan bir üretimdi o.
Benim hep kusursuz bedene ulaşmaya çalıştığım form arayışlarım vardı ve mermer bunu iyi karşılıyordu. Fakat mermerin bunu karşılaması benim esas meselem değil. Esas mesele o kadar kusursuzluk düşkünlüğünün ne kadar kusurlu bir şey olduğunu keşfetmemle başladı. Buradaki bronz heykeller kusursuzluk düşkünlüğümde zincirin ilk halkasını kırdığım noktayı ifade ediyor benim için. Aşağı yukarı 10 yıldır bedenin kusursuz formuna dair yaptığım formal araştırmalardan seçtiğim bazı bedenleri bu sefer başka bir yorumla bronz döktürme kararıyla başladı iş.
Bir kalıba mum uyguladığınızda taşan, akan, aslında aradığınız biçimin dışında olan ama o sürecin de parçası olan birtakım etkiler var. O etkiler de tam bu kusur ve kusursuzluk meselesi üzerinde varlığını gösteriyor. Benim kontrolüm dışında ve geleneksel anlamda düşündüğümüzde bronz heykelde çok istenmeyen, kusur olarak algılanan detaylardı oluşturuyordu bunlar. 10 yıldır aradığım o kusursuz bedenlerin ardından bu detayların kendi akışında ve kusurlu halleri dikkatimi çekti. O sırada bu bu işi durdurup, hocam Esra Aliçavuşoğlu ile biraz konuştum. Onun da bu işe büyük katkısı olduğunu söylemek isterim. Ve sonra aslında tam da bronz heykelin kendi serüveni içerisinde, o kusursuzluğu aradığınız noktaya varmadan hemen önceki, yani kusurlu algılanan haliyle onları tamamlamayı tercih ettim.

Kusur-suz, Sergiden görünüm, 2025. Sanatçının ve Summart'ın izniyle
Serginde kabuksu formları olan heykeller de vardı. Bu kabuk fikri mermer ya da bronz bir heykelde alışkın olduğumuz solid bir bütün olma durumuyla kontrast yaratıyor gibi hissediyorum. Sen ne düşünüyorsun?
Kabuk olma fikrinde mesele içeride olanla dışarıda olanın aslında ne kadar bütün olmasıyla ilgili. Dış olarak algıladığımız şeydir kabuk. Beden duyarlı bir yüzey ve bedenin tüm yüzeyindeki duyarlılık içeriyle, ruhla ilgili. Yani duygularla ilgili. Bu bedenin kendi mekanını yaratan bir alan olmasıyla bağlantılı ve benim heyecanım burada başlıyor. Bedeni kapatan, kendi tasarladığı özneler olarak biçimlendiren tüm kuvvetlere, normlara karşı olduğumu açıkça ifade edebilirim. Ama onun bir de içi vardır. Bedenin özne ve nesne olma meselesiyle ilişkileniyor yapıtlarımda görünen kabuk fikri.
Bedenin özne ve nesne olma durumunu biraz açar mısın?
Tabii ki. Sen beni gördüğünde gördüğün şey bir anlamda sadece nesne, bir görüntü. Onunla iletişim kurduğunda o özne olmaya başlıyor ve sen de bir özne olarak onunla iletişime giriyorsun. Bu durum dışarıyla ilgili bir şey.
Kusur-suz, Sergiden görünüm, 2025. Sanatçının ve Summart'ın izniyle
Peki bu tanımından yola çıkarak, bireyin kendine karşı özne veya nesne olduğu durumlar var mı sence? Birey kendine karşı nasıl nesne olur?
Güzel bir soru, birey akışkan olmadığında nesne olur. Şöyle açabilirim bunu: Bugün sosyal medya gibi çok kuvvetli bir şeyin etkisinde yaşıyoruz. Artık yediden yetmişe herkesin elinde çeşitli sosyal iletişim araçları var. Bu iletişim araçlarının çok fazla bilgiye hızla erişebilmek gibi pozitif etkileri var. Dışarıdan baktığın zaman bireyin çok da akışkan olduğu bir yermiş gibi gözüken ama aynı zamanda dünyada güç ifade eden çeşitli iktidarların toplumları biçimlendirmek için de kullanabileceği ve kullandığı önemli bir alan sosyal medya. Aslında akışkan olduğumuzu zannettiğimiz ama tamamen kalıplara sokulup neredeyse tek tipleştirildiğimiz de bir yer burası. Bugün sosyal medyada insanların büyük çoğunluğunun en kusursuz hallerini, mükemmele en yakın olduklarını düşündükleri versiyonlarını göstermek, sergilemek, paylaşmak gibi bir düşkünlükleri var. Bu düşkünlük bir girdap gibi artarak devam ediyor çünkü çok süratli bir çağda yaşıyoruz ve yetişmek istiyoruz. Bu yetişme çabası da kendi gerçekliğimizden kopmamızı sağlıyor. Burada mükemmele ulaşma ya da mükemmel halini gösterme, sergileme çabası da bir araç oluyor. Ama biz bu araç sayesinde aslında bir kalıba sokulmuş oluyoruz ve biçimlendirilmek istediğimiz yere doğru gidiyoruz. Nesne olma durumumuz burada başlıyor. Nasıl görüneceğimize ve hatta o görüntünün içerisinde nasıl hissedeceğimize kadar biçimlendirilmeye çalışılıyoruz diye düşünüyorum ben. Ve o zaman ben kendimden kopmuş oluyorum. Orada ben yoksam demek ki ben özne değilim. Dijital çağda belki de iki boyutlu imgelere dönüşüyoruz.
Dilşad Akçayöz, Senin korkuların, benim inceliğim, 2024, Mermer, 76x62x15 cm
Sergindeki yapıtlarında da etkilerini görebildiğimiz bu meselelerin senin düşünce dünyanda yer etmeye başlaması nasıl bir bağlamda gerçekleşti? Seni bu sorgulara yönlendiren belirli bir dönem, deneyim ya da tetikleyici oldu mu?
Kaç yaşında olduğumu hatırlamıyorum, 7'den büyük ama 10-12'den de küçük olabilirim. Çocukken oynadığımız çok basit bir saklambaç oyunu vardır. Bir çocuk perdenin arkasına saklanır. Çok enteresan, çok masum gözüken bir oyundur ama çok da sıkıntılı tarafları vardır. Normal bir saklambaçtan bahsetmiyorum, perde arkasına saklandığından bahsediyorum. Çocukken, böyle bir oyunun içerisindeyken, kendimi tam olarak bunu düşünürken yakaladığımı hatırlıyorum: Şu anda ben görünüyorum aslında. Bunu ben de biliyorum. Karşımdaki insan da biliyor ama ben saklanmış numarası yapıyorum. O da saklanmışım numarası yapıyor. Bu benim zihnimde çocukluğumdan beri ara ara dönüp duran bir şeydi. Ve olgunlaştıkça da şu an bulunduğum noktaya doğru gelmeye başladı. Tabii bunun sancıları bu çocukluk ve yetişkinlik arasındaki evrelerde biraz daha ortaya çıkıyor. O da şu: Bazen dışarıya karşı bazen kendimize karşı saklanıyoruz. Saklandığımızı zannediyoruz. Saklanmış numarası yapıyoruz. Dışarıya karşı yapmamız belki daha kolay oluyor, ki bence tamamen saklanmak diye bir şey hiçbir zaman mümkün değil. Ama kendimize karşı saklanmaya başladığımızda en büyük kötülüğü kendimize yapıyoruz.Benim bütün meselem o gün o oyunla başlayan kendi içime, içselliğime odaklanma ya da oraya karşı heyecan duymaya şekilleniyor. Çünkü görüyorum, insanların beni gördüğü ve bana aktardığı şekilde kendimi görüyorum ama ben o saklanan şeyin içerisine dönüp bakabiliyor muyum? O cesarete sahip miyim? Ya da ne zaman o cesarete sahip olacağım? Ya da o cesareti nasıl elde edeceğim? Baktığımda ne bulacağım? Baktıklarım ve bulduklarım karşısında ne kadar açık olacağım ve onları nereye doğru yönetebileceğim gibi bir yerlerde gezinmeye başlıyorum. Sergideki mesele de buralara odaklanıyor.

Son olarak kamusal alandaki heykeller bunların yarattığı etkileşimler üzerine düşüncelerini sormak istiyorum. Türkiye'de kamusal alana yerleştirilen heykellerin tarihsel, kültürel ve politik bağlamlarda nasıl bir karşılık bulduğunu düşünüyorsun? Senin de kamusal alanda yer alan bir heykelin var. Bu heykelin yarattığı etkileşime dair neler söyleyebilirsin?
Envanter olarak Türkiye'de kamusal alanda özgün heykel var mı sorusuna kimse yok diyemez. Kamusal alandaki heykelle etkileşime girmek kesinlikle bir kültür. Bu üzerine bence tartışılacak bir şey değil. Bahsettiğin işim Moda’da. Sorduğun etkileşime örnek verecek olursam, Moda’ya yerleştirdiğim o diploma projesiyle Moda insanını tanıma fırsatım oldu. O diyaloğu ben kurmadım aslında. O diyaloğu heykel kurdu ve ben ondan süzdüğüm bilgiyle bunu söyleyebiliyorum. Kamusal alanda sanatla etkileşime açız aslında. Açız ama korkuyoruz da. Çünkü o iletişimi bilmiyoruz. Sokakta, kamusal alanda özgün heykel gördüğünde ya da herhangi bir sanat yapıtı gördüğünde onunla nasıl iletişime geçeceğimizi bilmiyor olma durumunu yarattığı bir korku var. Bu da bir çeşit önyargının sonucu. İşte ben bu korkunun ve önyargının tamamına çok karşıyım. Bir yapıtla etkileşime geçmek için çok büyük cümlelere gerek yok. Gördüğün bir şey o. Onu biri yaptı ve getirip oraya bıraktı. Git, onu o olarak gör ve iletişim kur. Dokunmak istiyorsan dokun, ne yapmak istiyorsan yap. Ama bunları yapmak istemiyoruz. Yapmak istesek bile korkuyoruz çünkü kalıplar içinde yaşamaya o kadar alışmışız ki bunu birinin bize öğretmesi gerekiyor. Ama bilgi olarak öğrenmeyi kastetmiyorum. O kalıbın içerisinde olmadan da gidip deneyimlemek başka bir özgürlük. İşte o önyargının olmadığı yerde başlıyor sanatla etkileşim.
Comments