Necmi Sönmez, Unlimited için başlattığı yeni röportaj serisinde bu kez SALT Araştırma ve Programlar Direktörü Meriç Öner ile bir araya geldi. Sönmez ve Öner, sohbetlerinde SALT'ın bugününü ve gelecek hedeflerini konuştular
☕️ 17 dakikalık okuma
Meriç Öner, Fotoğraf: Elif Kahveci
SALT Araştırma ve Programlar Direktörlüğü görevini iki yıldan beri üstlenen Meriç Öner’le yürüyerek bir konuşma gerçekleştirmeyi planlıyordum. Yürüyüş rotası olarak Kanlıca, Körfez, Rumeli Hisarı, Sevda Tepesi, Kandilli’yi belirlemiştim. Bu, İstanbul’da olduğumda yaşadığım Anadolu yakasından, çalışmak için her gün geçtiğim karşı tarafa, Taksim’e, Beyoğlu’na, bir nevi farklı bir perspektiften bakma girişimi olacaktı. Ancak araya giren projeler nedeniyle İstanbul’dan erken ayrıldım ve Meriç Öner’le konuşmamızı yazılı olarak geliştirdik.
Sizi aktif olarak 2005’ten itibaren Dünya Mimarlık Kongresi nedeniyle üstlendiğiniz sergi koordinatörlüğü kimliğiyle tanıyoruz. Mimarlık eğitimi almanız erken dönem çalışmalarınız üzerinde etkili oldu mu?
Mimarlığın yaptığım işlere, düşünme ve yapma biçimlerime hep etkisi oldu. Bu alanda aldığım eğitimden mi besleniyorum yoksa bu alana duyduğum ilgi mi bana neticede uygulamasına dâhil olmadığım bir meslek kazandırdı? Muhtemelen her ikisi de...
Öte yandan ne eğitimim öncesinde, ne de eğitimim sırasında keskin bir kararlılıkla mimar olmak istediğimi hatırlıyorum. Oldum olası, kendinden başlayarak her şeyden kuşku duyan bir insanım. Ancak bu isteksizliğe sebep olan kuşkularımın altında dönemin baskın mimarlık anlayışı yatıyordu. Dünyanın “küresel şehirlere” indirgendiği, onların da yıldız mimarlara parsellendiği bir zamandı. Türkiye’de de üniversitelerde konuşmalara, jürilere, derslere gelen bir genç, üretken mimarlar grubu vardı. Kendimi hiç böyle bir pozisyona yakıştıramadım.
Lisans eğitimim sırasında yaptığım stajlar, kısa süreli çalışmalar ve sonraki kısa ofis hayatımda Halfeti, Mardin ve Adıyaman’da tespit ve araştırma projelerine dâhil oldum. Neticede üzerinde hayli vakit çalıştığım ilk kapsamlı mimari projenin ortalarında bir yerde uzaklaştım. Dünya Mimarlık Kongresi’nde işin başka bir ucundan tutmaya çalışmak böyle bir açmaza yanıttı. O tarihte “Türkiye’de mimarlık kültürünün yaygınlaştırılmasının gereği” gibi şu anda arkasında durmayacağım bir lisanla kendime görev telkin ediyordum. Mimarlık ortamının yalnızca birbiriyle konuşan insanlardan oluşmasına bir tepkiydi bu. Bugün böyle üst başlıkların, taşınması gereksiz iddialar olduğunu düşünüyorum.
2007’de Garanti Galeri’de sergi koordinatörü olarak çalıştıktan sonra Vasıf Kortun’un tasarladığı SALT’ın kurucu ekibinde aktif olarak yer aldınız. Bu süreçteki tecrübeleriniz çalışmalarınızda nasıl etkili oldu? Siz eşzamanlı olarak hem sergi yapımcısı, hem de farklı programlarını yürütücülüğünü üstlendiniz. Geriye dönüp baktığınızda hangi projelerin sizde farklı bir iz bıraktığını duyumsuyorsunuz?
İşin aslı Pelin Derviş’in yanında Garanti Galeri’de (GG) çalışmaya başladığımda henüz bir ismi olmayan gelecekteki kurumun vesilesiyle ekibe eklemlenmiştim. GG’de son serginin 2008’de gerçekleşmesi ve bugünkü adıyla SALT’ın 2010’dan önce açılması planlanmıştı. Pelin ve Vasıf uzun süredir kurumsal ve mekânsal yapıları çalışıyor; Garanti Galeri ve Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi birlikteliğinde disiplinlerötesi içerikleri konu edinen konferanslar düzenliyorlardı. SALT’ın tek bir mimarın elinden çıkmaması hususunda sohbet ediyorlardı. Tahmin edersiniz ki benim de kafamı kurcalayan meselelerle ilgilendikleri için heyecanla katkıda bulunmaya gayret ediyordum. Kendimi mimari programın ortasında bulmuştum.
Özellikle 2007-2009 aralığında GG’deki işlerimizi sürdürdük. Pelin’in yanı sıra Bülent Tanju ve Uğur Tanyeli’nin yürüttüğü İstanbullaşmak projesine sonradan katılmıştım. İçerik üretimi ve organizasyonu bakımından çalıştığım ilk sergiydi. Yayına da yardımcı oluyordum. SALT’ın açılışında benim de katkılarımla hazırlanan ilk projelerden biri İstanbullaşmak’ın çeşitli atölye, film gösterimi, konuşma ve performansların eşlik ettiği Türkiye’deki ilk sunumuydu. Bundan sonra da sizin belirttiğiniz gibi çok çeşitli programın hazırlayıcısı, yürütücüsü oldum. Tümü bir arada maddi kültürün bir anlama aracı olarak kullanıldığı işlerden söz ediyoruz. Kendimi her zaman bir araştırmacı olarak konumlandırdım. Bildiklerimi anlatmaktan sıkılırım. Henüz öğreniyor olduklarımı paylaştıkça da daha çok öğrendiğimi fark ederim. Bilmemenin riskini almaktan çekinmem. Sanırım unvanları, profilleri, uzmanlıkları kırmaktaki kararlılığımla ilgili bir alışkanlık bu. En azından bana dönüp on iki senemi sorduğunuzda, dışarıdan bir bakışın zor tespit edebileceği kritik noktanın asıl bu olduğu geldi aklıma.
SALT’ın sergi, araştırma, arşiv başlıklarında geliştirdiği farklı paylaşım modelleriyle kurguladığı “bugüne” bakış var. Hem yurtiçinde, hem de yurtdışında kurulan farklı ortaklıkların bu bakışı şekillendirdiğini görüyoruz. Bu bağlamda beş Avrupalı müze ye birlikte kurgulanan L’Internationale kurumsal açıdan önemli bir okuma modeli. Eğer yanlış hatırlamıyorsam L’Internationale 2017’de tamamlanan beş yıllık bir birlikte çalışma sürecine yoğunlaşmıştı. Bu süreci, sonuçlarını, detaylı olarak aktarmanız mümkün mü?
Dünyada ana akım bir avuç müzenin büyüme refleksi, koleksiyonlarını ve arşivlerini gittikçe daha çok uluslararası birikime açarak her şeyi yutma eğilimine dönüştü. Üstelik bu yapılar çok iyi bildiğimiz üzere sanat piyasasını oluşturmakla kalmıyor kamu beğenisini şekillendirdiğini var sayıyor. Oldukça sıradan jestlerle dijital paylaşımdan, katılımcılıktan, ekolojik dengelerden ve daha birçok nazikçe ele alınması gereken kavramdan dem vuruyorlar. Avrupa’da böyle bir müzeler konfederasyonu oluşturmaktaki birincil amaç, hızlı tüketime açık, merkeziyetçi bir “uluslararasılık” kurgusunu bertaraf etmek. L’Internationale bünyesindeki işbirlikçiler kendi coğrafyalarına yayılan eşzamanlı irdelemelere odaklanıyor. Bilginin böylelikle dağıtık bir biçimde oluşmasına, çoğalmasına ve paylaşılmasına aracılık ediyor.
SALT, L’Internationale’ye 2013-2017 tarihli Avrupa Birliği Creative Europe hibesi ile yürütülen Sanat Kullanımları: 1848 ve 1989’un Mirası isimli proje kapsamında dâhil oldu. Konfederasyonda M HKA, Antwerp; Moderna galerija (MG+MSUM), Ljubljana; Van Abbemuseum, Eindhoven; MACBA, Barselona ve Museo Reina Sofía, Madrid’in yanı sıra irili ufaklı başka iş birlikçi akademi ve sanat kurumları yer aldı. L’Internationale bir yandan kamu yararı gözeten kültür kurumları için günümüz sorunları ve gerekleri doğrultusunda yeni sorumluluklar tarif ediyor. Sanat araştırmalarının ötesinde koleksiyonların geliştirilme biçimlerinden teknolojinin nitelikli erişime katkısına, maddi ve manevî imkânların hangi ortak prensipler ile dolaşıma sokulabileceği; böyle bir süreçte kurumların birbirinden neler öğrenebileceği önemli tartışma alanları.
SALT’ta Sanat Kullanımları bünyesinde tekil ve ortak çeşitli içerik geliştirildi. Araştırmanın, Berlin Duvarı’nın yıkılması ve dünyanın ekonomi ve politika bakımından eski eksenlerinden hareketlenmesine tanık olunan 1989 eşiğine dayanan kısmı Nerden geldik buraya (SALT Beyoğlu, 2015) ve Tek ve Çok (SALT Galata, 2016 ve Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi, 2017) sergilerinde konu edildi. İki sergi "uzun 80’ler" diye adlandırdığımız dönemi birbirinden farklı mesnetlerden yola çıkarak, Türkiye’nin liberal ekonomi tecrübesini çok çeşitli yansımalarını içerecek şekilde örnekliyordu. SALT Galata’da yer alan ve kurum bünyesinde ilk defa kapsamlı siparişlere yer verilen Son Sergi: Sanat Kullanımları (2017) ise temsil, teknoloji ve ekoloji meselelerini irdeliyordu. Abbas Akhavan, Refik Anadol, Future Farmers ve Laure Prouvost mekânsal müdahalelere dönüşen işler geliştirdiler.
L’Internationale’de bu beş yıllık proje sonunda dört ortak kitap yayımlandı; katılımcı kurumların bünyesinde çok sayıda sergi ve program gerçekleştirildi. Ayrıca bağımsız bir güncel izlenim alanı olarak kurulan internationaleonline.org yayınlarıyla geniş bir coğrafyadan davetli yazarların içerikleri dolaşıma girdi. Bunun ötesinde değerli olan, kurumların başlatıcısı oldukları bu tartışmaları ilkesel biçimde sürdürmesi; bir başka deyişle Avrupa Birliği himayesindeki bu projeden, resmî programın dışında yeni yaklaşımların uygulama alanı bulması, kritik içeriklerin doğması ve iş birliği yüzeyinin artmasıdır.
Meriç Öner, Fotoğraf: Elif Kahveci
L’Internationale için önümüzdeki beş yıllık süreç ve etkinlik programı çalışmalarınız nasıl ilerliyor? Belirlenen temalar ve ortaklık modelleri hakkında kişisel olarak üzerinde durduğunuz noktalar nelerdir? Bunun yavaş yavaşta olsa SALT’ın belirginleşen yeni yüzüyle de ilişkili olduğunu düşünüyorum.
Yedinci kültür kurumu olarak Muzeum Sztuki Nowoczesnej Warszawie, Varşova’nın dâhil olduğu 2018-2022 çalışması Our Many Europes (Avrupala- rımız) teması altında sürdürülüyor. Çoğul bir Avrupa algısına yapılan vurgu, kıtada kabul gören yeni bir popülist siyaset dalgasından tetiklendi şüphesiz. Araştırma ve sunumların altında İkinci Dünya Savaşı’nın ardından özlem duyulan ve nihayet 1990’larda gerçekçi ve güçlü bir formüle kavuşan bir birlik ortamının neden günümüzde sarsıntıda olduğu sorusu yatıyor. Avrupa’da insan aklıyla üretilmiş felaketlere ve onların karşısında kurulmuş ama bugün işlemediği anlaşılan siyasi çözümlere bakmak şart. Yine her kurum bunu kendi ilgileri ve bulunduğu coğrafi ve siyasi bağlam üzerinden tarifleyecek. 1990’larla ilgili performans sanatına yönelik bir ortak parantez var. İşlerin tespitinin ötesinde arşivlenmesi, bir koleksiyona dâhil edilmesi veya yeniden canlandırılması ne demektir, bunları birlikte değerlendiriyoruz.
Türkiye bağlamında ağırlık verdiğimiz iki araştırma daha var. İlkinde “Avrupalarımız”daki yiyecek üretim ve dolaşımını, iklim değişikliğinin getirdiği yeni koşullar çerçevesinde kurcalıyoruz. Çalışmayı, insanların mevsime değil iklime göre yemek zorunda kalacağı bir düzene araştırma ve uygulama ile dikkati çeken Climavore projesinin sahibi Cooking Sections ikilisi ile sürdürüyoruz. Tarihsel yeri ve coğrafi dolaşımı bakımından kritik bulduğumuz birkaç zirai veya hayvansal ürünü seçerek değişen koşullardaki durumlarına ve geleceklerine odaklanıyoruz. Burada iklimin hava olaylarının ötesinde politikayı, ekonomiyi, mimariyi kapsayan bir genişlikte ele alındığını söylemek lazım. Bu çalışmanın önümüzdeki sene SALT Beyoğlu’nda ve muhtemelen ya bir tarlada, bir bahçede ya da bir çiftlikte mekânsal çıktıları olacak. Diğeri ise şimdilik Avrupai ismiyle andığımız Türkiye coğrafyasında Avrupalı olmanın olumlu, olumsuz; sürekli, süreksiz; doğal, zorlama hâlleri ve yorumlarına eğilecek. Bugünden en azından 19. yüzyıla geri dönmesi, bulunduğumuz bölgeye ve tarihî uzantılarının yanı sıra Avrupa’dan bakışlara yer verilmesi zorunlu bir konu bu. Resim, çizim ve edebî metin taramaları temelini teşkil edecek.
L’Internationale’nin ortaya koyduğu meselelere olan yanıtlarımız kurumların birbirinden farklı geçmiş, alışkanlık ve tutumlarını görünür kılıyor. SALT’ta kurumun kendisi bir miras değeri taşımıyor. Tek bir yeni tarih yazmak ve bunu uluslararası platformda savunmak kaygısından beslenmiyoruz. Yerleşik anlamlar yaratmaya değil, bilakis mikro ölçekteki sorgularla çoklu ama derinlikli içerik oluşturmaya yöneliyoruz. Bu yaklaşım, muhtemelen çıktıları çoğaldıkça belirginleşiyor. SALT'ta on seneye yayılan süreçte yeri geldikçe yapısal olarak yeri geldikçe de bireyler düzeyinde değişimler yaşandı. Neticede hepimiz kurumun misyonuna olan güvenimiz sebebiyle buradayız. Ancak SALT, ilk günden beri herkesin kendi merak, birikim ve becerilerini içeriğe dönüştürmesiyle var oldu. Bugün kuruma katkıda bulunanlar, hem kurumun öncelikli görevlerini sürdürüyor hem de heyecanları doğrultusunda onu bir gün öncesinden farklı kılacak içerikler geliştiriyorlar.
Araştırma, yayın, arşiv kurumsal çerçevenizde önemli bir ağırlığa sahip. Ancak kurumsal çizginin belirginleşmesinde açılan sergilerin ayrıcalıklı bir yeri var. Günümüze dek, retrospektif (Gülsün Karamustafa, İsmail Saray), tematik (L’Internationale çerçevesinde hazırlanan sunumlar), kişisel koleksiyon yorumlamalarına (halen açık olan Aslına Sadık Kalınmıştır) ve araştırmaya dayalı (Mihri: Modern Zamanların Göçebe Ressamı) sergiler gerçekleştirdiniz. Bu sergilerin bazılarında yeni iş siparişleri verdiniz (Refik Anadol, Abbas Akhavan, Laure Prouvost örneklerinde olduğu gibi) diğerlerinde var olan çalışmaları gösterildi. Önümüzdeki süreçte bu modellere ek olarak yeni deneylere girmeyi düşünüyor musunuz?
Sergi, kişisel olarak çok sorunlu bulduğum bir içerik sunma biçimi. Kültür kurumları sergi yapma baskısı altında aşırı üretime yöneldi. Oysa maddi ve manevi tüm imkânlarımızı geçici olana adamamızın doğru bir alışkanlık olup olmadığı sorusuyla yüzleşmemiz gereken bir dönemdeyiz. Sergi aşırılığını meşru kılacak bir gereklilik, bir fayda var mı? Bunları tartışmalıyız. Ayrıca zihni alışkanlığımız olan temsiliyet hevesini sorgulamalıyız. Gerçekler ile temsiller arasında, herhangi bir şeyin nesneleşmesi veya mekânlaşması ne demek? Mutlaka var olması gereken bir şeyi mi yapıyoruz, boş kalması kabul edilemeyecek bir yeri mi dolduruyoruz? Asık suratlı bir ciddiyetin savunucusu hiç olmadım ancak güncel beklentilerin yüzeysel içerikleri ayağa kaldırdığı bir sergiler gezegenine tosladığımızı düşünüyorum.
Mevcut koşullara sorgusuz sualsiz kapılmadan sağlıklı üretim yapmak için asli aracımız, konuyu sondaki sunum biçiminden bağımsız değerlendirme gayreti. Mümkün mertebe bir işe “sergi olacak, yayın olacak” diye bir ön koşulla başlamıyoruz. Bir sanatçı sunumu söz konusu olduğunda bile arşiv dâhil en nitelikli yöntemi belirlemek önemli. Ayrıca bu sorgulamanın uzantısında içerikler ve formatlar üretiyoruz. 2018-19’da gerçekleştirdiğimiz konuşma serisi Teşhir sergi aşırılığını tarihsel olarak dünya fuarları ekseninden takip etmeye bir başlangıçtı. Bu konuda SALT bünyesinde sürdürdüğümüz araştırmayı ileride başka biçimlerde de sunacağız. Geçtiğimiz yıl ilk sergilerine yer verdiğimiz Sohbetler serisi yine benzer soruların tetiklediği bir ortam kuruyor: “...hızlı tüketime hazır, sırf seyirlik amaçlı sunumlar üretmektense yerinde ve derinlikli incelemeleri teşvik edip etkinleştirir; profesyonel ağlardan beslenmekten ziyade ilişki kurmayı merkeze alır. Sürümde olan kavramlar, etkinlik hâlleri ve izleyici yapılanmalarının tekrarı yerine, sağlam temelli altyapılar oluşturan bütünlüklü ve bir o kadar da aktif bir fikir alışverişi ortamı kurulması önceliklidir.” Böyle bir doğrultuda 2018’deki sergiler için davet ettiğimiz küratörler Annie Fletcher ve Sohrab Mohebbi ile bir seneden uzun bir zaman birlikte çalıştık. Aynı şekilde Sohbetler kapsamında bir araya geldiğimiz Cooking Sections’ın sunumları iki senelik bir ortak çalışmanın neticesi olacak.
Kısacası sergi yapmanın sanat kurumları, akademik yapılar ve hatta alışveriş merkezleri için baskın bir halkla ilişkiler aracına dönüştüğü yerde, nasıl ve niye sergi yaptığımızın hesabını vermekle yoğun bir biçimde meşgul olacağız. SALT’ta hepimizin önünde bu duruyor. Arşivi ve kamu programlarını da bu sorgulamadan uzak sayamıyorum doğrusu...
Türkiye’de çok sorunlu olduğu için hem politik hem de sosyal açıdan neredeyse tabulaştırılan bir “kamusal alanın sanatsal olarak sorgulanamaması” söz konusu. Bu alanda yeni sorular geliştirmeyi düşünüyor musunuz?
Kamusal alan tartışması birkaç ezber anlatımın içerisinde sıkışıp kaldı. Bu anlatımlara tarihsel veya olgusal pek çok değerli bilgi eşlik ediyor kuşkusuz. Ancak pozisyon oluşturulması güçleşiyor. Yalnızca Türkiye’de değil dünya genelinde benzer şekilde bir yere takılan ve açmaya, genişletmeye çalıştıkça formüller arasında tabulaşan konular var. Böyle yüklü ve birbirine benzemez anlamları yerleşmiş, herkesin kendi algısına göre dinlediği terminolojiden kaçınmanın daha faydalı olacağını sezinliyorum. Özünde bu, bazı konularda sözlü tekrarlardan vazgeçmek demek. Ancak yaşama, yapma ve uygulama becerimiz var.
Bugün sizinle SALT’ın geçmişini önümüze koyarak sohbet ediyoruz. Kişisel algı ve tespitlerin bir kuruma katkısından ekibin muazzam tazeleyici kapasitesine, bir sanatçının arşivde yer alan üretiminden SALT Araştırma Fonlarıyla destek edinen bir çalışmaya, “artık tartışmanın vakti” denen bir konunun neredeyse düşünülmesiyle eşzamanlı meraklısına açıldığı bir öğrenme pratiğinden kapıda ücretin, üyeliğin belirleyici olmadığı bir kabul etme arzusuna, kamusal ve özel olanın edepli dozlarda birbirini beslediği bir yerin varlığına dayanıyoruz.
Kurallara dönüşmemiş, tutuma yönelik bir edep oluşturmak çok mühim. Çünkü hem kamusal hem de özel olanın bir sorunla karşı karşıya kaldığında aceleci bir düzenleyiciliği var. Bir yandan sözün iletildiği mecralar artıyor öte yandan söyleme biçimlerinin saldırganlaştığı örnekler tedirgin ediyor. İrice yapılar kendi konumlarını sağlama almak için daha kuralcı olmanın gerekli olduğuna kanaat getiriyor. Doğallıkla soru sormanın ve yanıt vermenin öncesine geçen bir tedbirler zinciri içerisinde hareket ediliyor. Bu koşulların zorladığı reflekslere, biraz tartma payı tanımaktan daha radikal bir önerim yok. Ama bunun şart olduğundan eminim.
İstanbul’daki kültür kurumları bir devinim, değişim halinde. Yakın bir zamanda açılacak olan Arter, İstanbul Resim ve Heykel Müzesi, inşaatı devam eden İstanbul Modern’le birlikte düşünüldüğünde SALT duruşunu nasıl belirginleştirmeyi düşünüyor?
SALT’ın yaygın ve kapsayıcı bakış açısının ve bunun özünü oluşturan hâlihazırda inceleme alanı olarak tarif ettiği disiplinlerin sözünü ettiğiniz diğer kurumların temel motivasyonlarından farklılaştığını sanıyorum. Bu sebeple niteliksel bir belirginleştirme ihtiyacı elzem değil. Tam tersi, mevcut ilgilere özgü mesafeler üzerinden yeni türde yakınlaşmalar olmasını dilerim. Bunun kısa vade alıştırmaları arşiv ortaklıklarında çıkacaktır örneğin. Kurumlar arasında yeri geldikçe birinde gelişkin olan beceriyi diğeriyle paylaşacak ortamların kurulması değerli. Yoksa yine İstanbul’daki bu hareketlenmeyi 2010’ların başında olduğu gibi kısa süre uluslararası basını meşgul edecek “festivalvari” bir balona dönüştürmekten yana değilim. Ayağı yere basan, Türkiye’de veya dünyada şimdinin sanat beğenisine değil uzun vadede düşünmeye, üretmeye aracılık edecek altyapı kurumu olma niyetinde çok yere gereksinim var. Üretimlerimizdeki farklılaşan sorumlulukları bilinçli şekilde üstlenmekten yanayım.
Comments