top of page

Uykunun halleri

Arter’de 29 Ocak 2023’e kadar açık kalacak Koyun Koyuna sergisinin küratörü Eda Berkmen son sergisinde planlı, hesaplanmış ve bilinçli bir şekilde bizi uyku haline, gözlerimiz açık ve “bilinci yerinde” bir şekilde davet etmek konusunda kararlı. Tek tek, grup halinde yahut kozmik ancak her halükârda öznelerarası dikişler atarak bizi uykunun yaratıcı potansiyelini keşfetmeye çağıran sergi üzerine Berkmen’le konuştuk

Röportaj: Oğulcan Yiğit Özdemir



Eda Berkmen, Fotoğraf: Hadiye Cangökçe

Serginin adından başlamak istiyorum, Koyun Koyuna. Bu seçkinin yer aldığı sergi alanına girerken mahrem bir alana girdiğimiz hissi bizi kaplıyor. Koyun Koyuna adından çıkarsadığım şey, uyku temasıyla da birleştiğinde uykuda yalnız olunmadığı fikri. Bu konuda ne söylemek istersin?

Uyku teması üzerine bir sergi yapmaya karar verdikten sonra sergiyi nasıl bir perspektiften ele alacağım üzerine düşünürken eserler üzerine çalışmaya başladım. Ali Emir Tapan ilk konuştuğum sanatçılardan biriydi. Onunla konuşurken daha önceden görüp çok sevdiğim işlerinden birinin adının Beraber uyuyanlar olduğunu öğrendim. Uyku temasıyla uykusuzluk, uyurgezerlik, sürrealizm, rüyalar, kabuslar gibi bambaşka yerlere gidilebilir ama ben uykuda odaklı tutmak istedim sergiyi. Zaten bu temayı seçmemin sebeplerinden biri de kolay ortaklaşılabilecek bir konu olmasıydı. Ali Emir’in eseri üzerinden düşünmeye başladığımda ise uykudaki ortaklığın tüm canlılar arasında kurulabilecek bir samimiyet ihtimali olduğunu fark ettim.



Koyun Koyuna, Sergiden yerleştirme görüntüsü, Arter, 2022, Fotoğraflar: Sena Nur Taştekne


Dolayısıyla serginin çıkış noktası bir kavramdan ziyade bir eser.

Çıkış noktası uyku teması ve sergide yer alan üç eser idi. Bir tanesi Ali Emir Tapan’ın bir çatı altında beraber uyuyan kişilerin bir aile olması ve uykudaki kırılganlık paylaşımı üzerinden bir anlatı kuran Beraber uyuyanlar adlı eseri. İkinci eser Anikka Eriksson’un Great Good Place (Müthiş İyi Yer) adlı kamusal alanların ticari, para alışverişi olmadan işlevlendirilmesi üzerine düşünen basit bir teknikle ve kurguyla çekilmiş videosu. Üçüncü eser de İz Öztat’ın Askıda adlı, kamusal alanda kişisel ifadenin askıya alınmasıyla gelişen iç huzursuzluğuyla, vicdan azabıyla baş etmek üzere BDSM teknikleri üzerinden kurgulanmış bir videosu. Bu işin sergiye bağlanan tarafı teslimiyet. İz Öztat videoda iplerle bağlanıyor ve bir noktada tamamen teslim olmuş durumda. Aslında uykunun getirdiği bu teslimiyet zorunluluğu, insanın hayatının üçte birini geçirdiği ve tekrar tekrar geri döndüğü bir hal. O kontrol edilemeyen teslimiyet arzusundan bir şey çıkarılabilir mi, diye düşündüm. Uykunun ölümle ilişkisi de bu seçime dâhil. Bu üç eser sergide daha geniş bir alanda konumlanıyorlar. Diğer eserler de sanki onların etrafına eklemlenen cepler gibi. Bu sergiyi kurarken odaklandığım üç tane de kitap vardı, hepsi iç içe geçti: Jonathan Crary’in 7/24 : Geç Kapitalizm ve Uykuların Sonu, Haytham El-Wardany’nin The Book of Sleep ve Anna Della Subin’in Not Dead But Asleep adlı kitapları.


Mladen Stilinović’in eseri üzerinden, uyku ve tembellik hakkı arasında nasıl bir muhayyel bağ kurabiliriz?

Şöyle, Stilinović sanatçının tembel olması gerektiğini savunuyor.

Maleviç’in savunduğu gibi mi?

Evet, Maleviç ve Duchamp gibi... Uyku insan tarafından kontrol edilemeyen tek alan, saat kuruyoruz, belki egzersiz yapıyoruz, birileriyle görüşüyoruz, belki bir şey okuyoruz, müthiş bir verimlilik kaygımız var. Bunun genelde ticari kaygılarla bağlı olması ve kendi kendimizi “En iyi şekilde nasıl sömürülürüz?” sorusuna verilen bir cevaba dönüştürmemiz. Uyku bu anlamda geri çekilmekten gelen bir direnci mi temsil ediyor? Bir yandan bunu söyleyebiliriz, evet. Fakat “günde sekiz saat uykunu al” demek de bir çeşit verim artırma arzusu. Dolayısıyla masa tersine dönüyor. Benim daha çok ilgilendiğim kısmı ise kendi kabında durabilme ihtimali.



Koyun Koyuna, Sergiden yerleştirme görüntüsü, Arter, 2022, Fotoğraflar: Sena Nur Taştekne

Serginin teması uyku ama uykuyu biçimlendiren çalışma ve yorgunluk konusunda pek bir done yok. Bu bilinçli bir tercih miydi?

Jarosław Kozłowski’nin eseri bende bu izlenimi, bu baskıyı uyandırıyor. Serginin genelinde mekân tanımsız ve geçişken iken Kozłowski’nin odasında tam tersi. Her saatin farklı akması meselesi bireysel zamanın farklılığına bir vurgu da yapıyor bu eser. Yine Stilinović’in Chinese Business adlı bir başka eserini ödünç alma ihtimalimiz vardı ama son anda taşıma zorluklarından mümkün olmadı. Aslında o eser gelseydi çalışma ve yorgunluk konusundan daha fazla bahsetmek mümkün olacaktı. O emeğe nasıl değer biçildiğiyle ilgili bir eser. Pierrick Sorin’in her sabah erken uyandığı video, Volkan Aslan’ın döne döne uyumaya çalışan huzursuzu... Bu gibi eserlerde uyanıklıkken yaşanan baskı altında olma hali var. Bunu daha fazla açma ihtiyacı görmedim.

Nazmi Ziya Güran’a ait Şezlongda Pembeli Kadın adlı eserde uyuyan bir kadın ve onu izleyen bir ressam var. Koyun koyuna uyumakta bir çeşit “tamamlanma” arzusundan bahsedebilir miyiz? Sen söyleyince düşündüm ve bu tamamlanma ihtimali çok hoşuma gitti, açıkçası serginin adını koyarken bile hiç yalnız uyumadığımızı düşünerek hareket etmiştim. Zaten koyun koyunayız, aynı göğün altında gibi... Ama “tamamlanma arzusu” üzerinden düşünüldüğünde, belki bir pilin tamamlanması (şarj olmak) gibi bir durumdan, yaranın iyileşmesinden, her şeyin yerli yerine oturmasından bahsedebiliriz.


Resmin kavram-öncesine de referansları, tensel ve bedensel bir boyutu var.

Gizem Karakaş’ın fısıltıları mekânın içine yayılıyor, Lara Ögel’in ve Defne Tesal’ın işlerinin kokuları var. Onun dışında eserleri görmek için biraz yaklaşmak gerekiyor, sergi mekânı loş. Gözün egemenliğini kırmakla ilgili bu biraz da, iptal etmek değil ama göz duyu hiyerarşisinde hep en agresif olan... Biraz törpülemiş oluyoruz belki bu şekilde. Defne Tesal’ın yerleştirmesinde eserin içerisinden geçiyoruz ve bize dokunan bir şeyler var. Yalnız mı, koyun koyuna mı? Bu açıdan bakıldığında evet yoğun bir temas var.

Uykuda kimliklerden arınma, bilişsel şemalardan uzaklaşma halinden bahsettik, sergi metninde de bu var. Sürrealistlerin de üzerine gittiği bir konu rüya. (Gerçi onlar rüyaları temsil etmeye daha yatkındı.) Rüyalarla ilgili gizemli olan şey temsilden kaçmaları. Uyanıkken yapılan işlemden uzaklaşan tarafları. Sergideki haptik dediğimiz dokunsal, temasa dayalı bir frekans bize bu rüya temsilleri ve tabirlerinden de bir çıkış yolu uzatıyor sanki.

Bunu yapıyorsa ne iyi, rüya sonuçta uykunun bir fazında görülüyor. Rüyaların insana özgü olmaması da incelemeye değer, ama bir tema olarak yorgun sanki. Uyku daha kapsamlı olmakla birlikte odaklaması daha mümkün ve daha az işlenmiş bir konu.

Sergiye arkeolojik objeleri ve 20. yüzyıl ortalarından resimleri sadece kişisel zevkler ve çağrışımlar sebebiyle getirmek benim için yeterli bir sebep değildi. Bağlar kurmak gerekiyordu. Buradaki çağdaş sanatçıların yapıtları sergi alanında buluşuyorsa, birlikte uyuyorsa, bu işlerin rüyası ne olabilirdi? Arkeolojik yapıtlar ve modern eserlerin bir aradalığı bunu sağlıyor, onların kolektif bilinçdışına referans veriyor diye umuyorum. Rüyayı bir anlamda bu şekilde kapsamaya çalıştım.


Koyun Koyuna, Sergiden yerleştirme görüntüsü, Arter, 2022 Fotoğraflar: Sena Nur Taştekne


Yakın zamanda Türkçeye de çevrildi, James Joyce’un Finnegan’ın Vahı adlı eseri. Leopold ve Molly Bloom Ulysses’in sonunda bir yatağa uzanırlar, Molly uzun bir bilinç akışıyla uykuya dalar. Finnegan’ın Vahı bu andan sonrasında, Dublinliler’in uyku âleminde neler olup bittiğini anlatır. Aklıma iki soru geliyor; bütün bu panoramayı birleştirirken nasıl bir metot izledin? İkincisi ise kişisel küratörlük macerana dönüp baktığında “bu sergide şu şu sergimin arka yüzünü, mutfağını, uyku halini masaya yatırdım” diyebileceğin bir durum var mı? Başka bir serginle bitiştirdiğimizde bu sergi nerede durur?

Daha önce sanatçıların solo sergileri üzerine çalıştım, Alev Ebüzziya, İnci Furni, Nil Yalter, Can Aytekin. Sanatçı ve onun yapıtı ne getiriyorsa orada daha ön plandaydı, daha az ben, daha çok onlar. Ama aklıma şu geliyor, edebiyatla baş başa kaldığımızda da bir mahremiyet var, yalnızız, başta da bahsettiğimiz gibi. Sinema ise görece daha yeni bir alan, orada da birlikte olmamıza rağmen tek başımıza, bir perdeden akan görüntüleri izliyoruz. Bütün bunlar aslında sergi düzenlemesine, kürasyona dair ipuçları ve olanaklar veriyor, açıyor. Edebiyat ve sinema, çok farklı tarihleri var, var olan ve olmayan nesneleri ve insanları buluşturabiliyor ve yaratabiliyor. Edebiyatta Joyce’un yaptığına benzer bir işlemi sergi düzenlemesinde, belki sözcüklerle değil ancak eserlerle gerçekleştirmek mümkün. Serginin bunu üç boyutlu bir mekân içerisinde yapma imkânı tanımasını, bu olanağı iyi kullanmaya çalıştım. O da şu aslında, hepimizin farklı çalışma şekilleri vardır, görseller metinler. Burada bedenle algılanabilir şeylerin, bedenin bir düşünme, algılama ihtimali varsa belki üç boyutlu, gerçek mekânda eserlerin sergileniyor olması da buna adanmış bir olanak, kim bilir.

Üç boyutlu alanda çalışmanın zorlukları ve olanaklarından bahsettin. Ali Emir Tapan’ın başta da bahsettiğimiz, dallardan oluşan yerleştirmesi uzama yayılmış, ancak düzlemde, iki boyutlu pek çok eser de var. Bunların uyku halini anlatmakta tanıdığı nüanslar nelerdir?

Genelde sergiler yapılırken eser seçkisi tamamlandıktan sonra bir mimari yapı üzerine çalışılıyor Koyun Koyuna için Arter’de sergi tasarımlarından sorumlu mimarımız Duygu Doğan ile çok erken bir safhada çalışmaya başladık. Duygu’ya ilk önce “Bu galeriyi vakit geçirilmek istenecek bir yere dönüştürebilir miyiz ve uyku teması üzerinden mimari bir tasarımı nasıl düşlerdin?” diye sordum. Eser seçkisi ve mimari eş zamanlı oluştu. Normalde mekânın içinde kavisli duvarlar, art arda odaların görünmesi gibi detaylar yok. Bu sergi için yapıldılar, hepsi Duygu’nun tasarımı. Mekân aktif bir şekilde müdahil gibi.

Bir giriş bölümü olmak durumundaydı, perdeden girdikten sonra bir ana mekâna düşülsün istemedik. Nazmi Ziya’nın ve Gökhan Deniz’in tuval resimleri var. Alışık olduğumuz bir uyku temsiliyle giriş yapıp konuya oradan devam ediyoruz. Serginin merkezine, meydanına konumlanan üç eser ve onlarla bağlantılı bir kamusal alan var sonra diğer bölümlere geçiyorsunuz. Diğer soruna dönmek gerekirse, geçtiğimiz yıllarda ağırlıklı olarak sanatçıların solo sergileri üzerine çalıştım ve sanatçıyla yapıtı ne getiriyorsa daha ön plandaydı, daha az ben, daha çok onlar vardı. Fakat bu solo sergilerin isimlerini düşününce çok ilginç bir bağ ortaya çıktığını şu an fark ediyorum. Nil Yalter’in sergisinin adı Kayıt Dışı, Can Aytekin’in sergisinin adı Boş Ev, İnci Furni’nin sergisinin adı Bir An İçin Durdu ve Alev Ebüzziya’nın sergisinin adı Tekerrür idi. Bunların hepsi uykuyu anlatıyor aslında, bunlardan ötürü buraya gelmişim (gülüyor). Uyku, kayıt dışı, görülmeyen bilinmeyen hesaplanamayan bir alan, mistik. Sonrasında Boş Ev'de, boş bir zihin söz konusu. Can Zen bir durumdan, o boşluğun dönüşüm için gerekliliğinden bahsediyordu. Bir An İçin Durdu’da İnci leisure time denen verimlilik kaygısı olmadan, başıboş, keyfî geçen, insanların durduğu ve içinde bulunduğu anı fark ettiği bir zamanı anlatıyordu. Gündelik koşturmanın ve konuşmaların içinde düşünmeden aceleyle gerekeni yaptığımız dizilimleri ters yüz eden ve onu geçersiz kılan bir yerden konuşuyordu. Tekerrür’de öne çıkan Ebüzziya’nın eserlerindeki odaklanma hali idi -ki bence bu da bir teslimiyet durumu olarak düşünülebilir-, tekrar tekrar aynı şeye bir malzemeye, bir forma kendini bırakmak. Aslında bu sergilerin hepsi beni uykuya kavramsal olarak hazırlamış, diye düşünüyorum.

Comments


bottom of page