Yasemin Özcan’ın Islak Zemin başlıklı kişisel sergisi, pratiğinde seramik, fotoğraf, metin, video, ses ve performans gibi farklı mecra ve malzemelere yer veren sanatçının yeni üretimlerini daha erken tarihli yapıtlarıyla bir araya getiriyor. Küratörlüğünü Eda Berkmen’in üstlendiği Islak Zemin sergisi, 6 Nisan’a dek Arter’in giriş kat galerisinde ziyarete açık olacak
Röportaj: Merve Akar Akgün
Yasemin Özcan. Fotoğraf: Berk Kır
Serginin bülteninden aldığım (ve çok etkilendiğim) bir cümleyle başlıyorum: “Islak Zemin sergisi, kırılganlığın kabulüyle umudu yeşertmenin imkânlarını araştırıyor.” Bu mütevazi cümle tamamen seni ve pratiğini anlatıveren sihirli bir cümle gibi göründü bana, çok ama çok sevdim. 6 Nisan’a dek Arter giriş kat galerisinde devam edecek kişisel sergin Islak Zemin ürettiğin yeni eserlerle birlikte daha erken tarihli yapıtlarını Eda Berkmen küratörlüğünde bir araya getiriyor. Serginin hikâyesi ile başlamak isterim. Atölye ziyaretinden Islak Zemin sergisine nasıl geldiniz?
Sergi bültenindeki o cümle, aslında ne yaptığımın ve neden yaptığımın rafine bir ifadesi. Arter’de, çağdaş sanat müzesinde, böyle büyük ölçekli bir kişisel sergiyi düşünmek, davet edildiğim andan itibaren son derece heyecan vericiydi. Serginin küratörü Eda Berkmen ile arzu kavramı üzerine derinleştiğimiz masalardan bugünlere… Toplumsal olarak arzu ile ilişkinin kurulduğu-kurulamadığı yerler üzerine düşünmeyi son derece ilginç buluyorum. Mutfak ve emek ilişkisi, ev ve arzu ilişkisi, konu kadınlığın inşası olduğunda, toplumsal olarak arzunun kapladığı alan büyük, üzerine daha pek çok iş üretilir, sergi yapılır. Islak Zemin başlıklı yerleştirme kaynağını buralardan alıyor. Yuva, yuvayı yapan dişi kuş, pandemiyle kalelerimize dönüşen ev kavramı serginin yapı taşlarından. Serginin ortak heyecanla kabul gören ismi Islak Zemin benim ev aradığım dönemde emlakçılardan çok sık duyduğum bir terimdi. Islak zeminleri tamamlanmış ya da tamamlanmamış evler ile mutfak, banyo seramikleri kastediliyor. üçyüzbir kolyeyi ürettiğim 2008 yılında, dünya üzerindeki taşınmaz mülkün yüzde üçü kadınlara aitti. Bugün bu oranın biraz daha yükseldiğini varsayalım, bu eşit olmayan oranlamada kullanıcısı kadın olduğu için ıslak zeminlerin seramikleri çoğunlukla kadınlara seçtirilir. “Sen seç! Hadi sen seç.”
Taşınmaz mülklerin değil de, mutfak ve banyonun iktidarı. Mülklerdeki zilyetliği unutamadan, kadın, mücevher ve değer ilişkisini de düşünmeye alan açan işim üçyüzbir de sergiyle dolayımı ile bağlantılı. Yüzyılların Yüzyılı sergisi bağlamında Özge Ersoy’la yaptığım konuşmayı bir derz fotoğrafı ile bitiriyorum. Fotoğrafta iki seramiğin arasındaki derz, muhtemel usta inisiyatifiyle yeşil boya karıştırılarak kutsi yeşile dönüştürülmüş. Türbelerdeki yeşil yağlıboyaları da hatırlarsın. O konuşmanın sonunda da bu derz ile ilgili olduğumu söylemişim. Fotoğraf Ankara Pir Sultan Abdal Cem Evi’nde çekilmişti. O sırada ben de Alevilik ve Bektaşilik üzerine çalışıyordum ve kırsal da doğan ve köklenen bu inancın şehirde nasıl dönüşeceği, kutsiyeti Alevilikte nerede arayacağımız sorusu beni bu derzle ilgilenmeye iten en büyük etkenlerden biriydi. Derzin yeşil yapılmaya çalışılması çabasının beyhudeliği ve gerçekliği beni çok etkilemişti. Bir yandan da derzin, o dar aralığın, önemi. İnşa etmeyi, su geçirmezliği mümkün kılar, korumak için o derzin iyi çalışması gerekir. Küçüktür ama derinliklidir. Bu açıdan da kıymetlidir. Islak Zemin sergisinin gerçekten ıslak zemin kılınmasında derzin bir kıymeti var ve aslında sergi turlarıma Umut ya da Işık stresi işiyle başlıyorum. Tüm bu sergi sürecinde yeni yaptığım tüm işler için çok heyecanlandım ama finalde özellikle derz heykelleri dediğim derzlerin arasından yükselen sözcükler beni bu prodüksiyonun en heyecanlandıran bölümü oldu. Zaten prodüksiyonlar ve temalar birbirine bağlanıyor. Eğer yine en başa dönersek de, sergideki bütün eserler o küçücük ve dar alandan yükselme çabasını ve böylece de kırılganlığın kabulüyle umudu yeşertme imkânını temsil ediyor.
Şu an seninle çocukluk ve gençliğinin geçtiği Tünel’deki evindeyiz. 2016 senesinde Nazlı Pektaş ile Sınırsız Ziyaretler serisi için atölyeni ziyaret ettiğimizde bu evden bahsetmiş ve evden üniversiteye yürürken nasıl heykel taşıdığından bahsetmiştin. Eda Berkmen ile röportajında da 1955’te Malatya’dan İstanbul’a göçen anneannen ve deden Tünel’e yerleştikleri için müteşekkir olduğunu söylüyorsun. Tünel’in mimari örneklerinin, farklı kültürlerin ve atölyelerin seni beslediğinden bahsetmiştin. Sergi kitabındaki Eda Berkmen ile söyleşinde, Kaygulu Abdal Çıkmazı’nı da gösterdiğin Saadet Çıkmazı adlı sergine rağmen, Tünel’de iki çıkmazın köşesinde büyüdüğünü doğduğun eve otuz yıl sonra yeniden taşınınca fark ettiğini söylüyorsun. Kurtuluş’tan Tünel’e dönmek senin için nasıldı ve işlerine yansıdığını düşünüyor musun?
V Yaka metnini, pandemi döneminde herkes gibi “ben ne yapacağım?” endişesi ile tavana bakarken “yazabiliyorum, o zaman yazayım” fikri ile yazmaya başladım. Çıktısının ne olacağını düşünmeden yazıp fikri sistemimden çıkarmak isteği ile yazmaya başladım. Yedi-sekiz sayfa yazdıktan sonra içeriğin yoğunluğu ve otobiyografik öğeleri ile doğrusu zorlandım ve merkezime dönmek için metni unutmak üzere, yazdıklarımı bir kenara koydum. Ta ki, Sade Sanatçı Destek Fonu başvurusunu okuyuncaya kadar. Başvuruyu görür görmez aklıma bu metin geldi ve jürinin “Yasemin’in yaptıkları yapacaklarının teminatıdır” deme ihtimalini umarak metin üzerinde yeniden çalışıp başvurdum. O dönemde de kentsel dönüşüm nedeni ile Tünel’e taşındım. SaDe fonunu aldığım haberiyle İKSV’den arandığımda bu evdeydim ve bu benim için çok anlamlı, inanılmaz bir şeydi. Bazı duyguların ağırlığından, Dünyanın neresine gitseniz kaçamayabiliyoruz. Böyle durumlarda olduğumuz yerin, duygusal olarak aldığımız mesafeye dair bize söylediği şeyin gücü çok değerli. Bunu ben de Tünel’e geri döndüğümde derinden hissettim. Sergide yer alan Kıymetini Bilene (2003) ilk gösterdiğimde bir pul resim ölçeğindeydi Çünkü ancak fiziksel bir küçültme yoluyla, kişisel olan ile başa çıkabilmiştim. Bu sergide sevgili Eda’nın da desteğiyle fotoğrafı büyüttük, yanına yeni jenerasyonun tanışmamış olabileceğini de gözeterek kaseti de ekledik. V Yaka metnini yazarken Tünel’e geri dönmek, yani kurguya katkı sağlayan otobiyografik ortama dönmek, yazma sürecimde önemli bir etkendi. Şu anki serginin umut ve yeşertme temaları konusunda da geri döndüğüm bu semt çok etkili oldu çünkü bir yandan yoğun bir tanıdıklık hissederken bir yandan dinamik bir şekilde her şeyin değiştiğini gördüm. Semtin mimarisi ve bilhassa yaşadığımız apartmanın insan çeşitliliği ve dinamiği kendi kişisel tarihime doğru bir adım atmama ve kanağıma yeni bir göz ile bakmamı sağladı diyebilirim.
Pratiğinde kullandığın önemli bir malzeme olan toprak, senin için sadece bir malzeme değil. Daha derin anlamlarına bakacak olursak nerelere geliriz dersin? Seramik okudun ve seramik ile heykel bölümleri arasındaki “en temel farkın sır ile gelen kimya ve matematik bilgisi olduğunu düşünüyorsun.” Mezun olduktan sonra uzun süre seramikle çalışmadın/iş üretmedin ama bugün tekrar hem seramik atölyeleri yaparak, hem de üretiminin temel malzemesi olarak seramiği görüyoruz. İşlerinde toprağa ve bu matematiğe atfettiğin anlam kültürel kimliğinle nasıl bir ilişki içerisinde?
Bu soruya cevap vermek için en baştan başlamam gerekir. Göçle gelen bir ailenin, duygusal yatırım yaptığı üçüncü jenerasyon torunu, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi’ni kazanınca ailemde büyük bir sevinç yaşandı. Alevilikte özellikle kız çocuklarının okutulması önemsenir. Bu sevinç müstakilken, anneannemin kankasının “üniversitede çanak çömlek mi yapacak” değersizleştirmesi ile anneannemi biraz üzmüştü. Daha sonraları Elhamra: Zanaaten Öğrenmek* adlı kitaba yazdığım metinde ifade ettiğim gibi anneannemin buna neden üzüldüğünü psikolojiye yaslanarak anlayan tarafım, seramiğin sanat ve zanaat arasındaki tansiyonlu yeri, Tünel’e yaşadığımız apartmandan başlayan çeşitliliğe çıkıyor. Toprağa yüklediğim anlama gelirsek de, malzemeyle tanışmam seramik bölümünde oldu fakat bu tanışma çeşitli sınırlamaları beraberinde getirdi. Bu yüzden de aslında Güzel Sanatlar Fakültesi’nde okurken heykel bölümünü takip etmenin benim açımdan daha özgürleştirici olduğunu düşündüm. Seramiğin heykel bölümünden en temel farkı kimya ve matematik diye düşünüyorum. Sırlar ve reçeteler dünyası. Ben de eğitim hayatımın büyük kısmını heykel bölümünde nefes alıp yaşayarak geçirmiş biriyim bunun yarattığı çeşitliliğe ve zenginliğe de müteşekkirim. Toprakla ilişkimin dönüşümünün temelinde ise Cappadox’u ve Sevgili Fulya Erdemci’yi anmalıyım. Çünkü Kapadokya’daki atölyelerin işlerini üretirken toprak aracılığıyla coğrafyayla kurdukları ilişki ve toprakla hemhal olma durumları, kullandıkları toprağın aslında hepimizin anası olması fikri beni çok etkiledi. Uzun zaman ardından ürettiğim ilk iş; İkizler Çömlek Atölyesi’nden aldığım toprakla yaptığım İdrak oldu. İdrak etmenin yakıcılığı ile seramikteki yüksek derecelerin yakıcılığını birleştirdim. Toprakla değişen dönüşen ilişkimin ikinci durağına da pandemi diyeceğim çünkü, pandemi sonrası “şimdi nasıl devam edeceğiz?” sorusu çok yakıcı ve elzemdi. Pandemideki kapanma ve kütüphanemin de desteği ile toprağın vericiliği üzerine düşündüm. Lewis Dartnel’ın Uygarlığı Yeniden Nasıl Kurarız? başlıklı kitabı ufkumu açtı. Terzilik, kendi elbiseni dikebilmek, basit ve temel bilgiye geri dönme noktasında modernizmin çıktıları gibi temalar üzerine düşünürken, Pangaltı’daki evimde kendimi pamuğun arasında neler yetiştirebilirim, yeşertebilirim diye düşünürken buldum. Tam ben bu noktadayken de Zeynep Özler bana çevrimiçi bir program yapma teklifi ile geldi. Ben de Topraklanma başlığıyla, bu kendi kendime yaptığım düşünme ve bir şeyler yeşertme mesaimi biraz daha paylaşılır hale getirerek derinleştirdim. Toprağın hem can vermesi hem de ölüyü kucaklaması fikri içimi titretiyor. Bir yandan da koruma kollama kabiliyeti de var. Örneğin; peynirin, turşunun standart hava koşulları sağlanması için toprağın altına girmesi ya da sansürden kaçırılan malzemenin, kitabın, kasetin korunma amacıyla yine toprağa gömülmesi. Bir yandan da ateşin bulunuşu ile başlayan seramik tarihinin de hep bu zanaat ile eş değer birbirini çoğaltan, büyüten, besleyen yolculuğu da aynı oranda inanılmaz buluyorum. Tüm bu düşünsel evrenin çıktıları yansıyor işlerime de. Ve doğrusu başlarken seramik işler ağırlıklı bir sergi olsun diye başladım, organik biçimde ilerledi bu ilişki. Toprağın benim kültürel kimliğimle ilişkisine gelirsek gerçekten Alevilik kırsalda dağ köylerinde yaşanıyor, Bektaşilik gibi daha şehre ve eğitime yakın değil. Dağ köylerinde kaynaklara erişim zor. Şehre göçle gelirken -ki zaten bu da benim pratiğimin önemli sorularından biri oldu bir dönem- kırsalda doğan bu inanç şehirde nasıl köklenecek, bu kutsiyet nasıl dönüşecek, kendine nasıl yaşam alanı bulacak? Bu durumun çok fazla cephesi var elbette fakat kendini saksıda şehre küçük bir fidan olarak getirmek çok iyi bir metafor. Bir yandan şehirde toprağa kolay kolay erişemezken bir yandan da varoluşsal olarak insanın topraktan aslında tam anlamıyla asla uzaklaşmaması gereği pratiğimi büyük ölçüde etkileyen bir anlayış oldu ki kafamda kentsel dönüşümler… (Böyle bir şarkı var!)
Solda: Yasemin Özcan, Snapchat’ten WhatsApp’a (Derz Heykelleri serisi (detay), 2024, Aşındırılmış seramik karolar, pirinç harfler, 20x120x4 cm. Fotoğraf: flufoto (Barış Aras & Elif Çakırlar)
Sağda: Yasemin Özcan, Islak Zemin 1, 2024, Seramik karolar, pirinç harfler, 12x120x120 cm. Fotoğraf: Hadiye Cangökçe
İşlerindeki gündelik nesneler, kişisel ve toplumsal hafızamızla etkileşim kuruyor. Sen bu nesneleri (lavabo, halı, seramik karolar, saklama kapları, vazolar, saksılar) dönüştürerek onlara yeni anlamlar yüklerken, geçmişle gelecek arasında nasıl bir köprü kuruyorsunuz?
Pratiğimde ve hayatta iç sesimi duymaya ve tutmaya gayret ediyorum. Bu süreçte de meselem olan şeyler kadrajımda bakıyorum dünyaya. Onların filtresinden belki. Yeniden üzerine düşündüğümde, bir müdahale ile form buluyorlar. Birlikte düşünmenin sonuçları, formuyla oynanmış, malzemesi değişmiş bir tava, üzerinde “Adalet” yazan tuz, çay ve şeker saklama kapları, insanları bir evde bittiğinde telaşa düşüren şeylerin başka bir gözle yeniden düşünülmesi zihnimi havalandırıyor. Başka türlü bakmak her zaman heyecan verici. Aslanlarla ceylanların kucağımızda dost olma ihtimali, bizim aslanlarla ceylanların kucağında ne yaptığımız ya da kendi aslanlıklrımız ve ceylanlıklarımızla ne yaptığımız benim için hep peşine düşülmekten kaçamadığım sorular olduğundan pratiğim de bu yönde hep farklı nesnelerle, değişerek ve gündelik nesnelere yeni anlamlar yükleyerek ilerledi. Genelde de düşünme sürecim bir malzemeyle yola çıkarak değil, anlatmak istediğim şeyi hangi malzemeyle daha iyi anlatabilirim sorusuyla başlıyor. Yani malzemeler benim için bir anlatım yöntemi. Anlam değiştikçe de kullandığım malzemeler eserlerimde farklılık gösteriyor.
Benim seninle ilgili ilk duyduğum şey üçyüzbir adlı yapıtındı. Kolyeyle sergilenen bir video. 2007 yılında gündem olan Türk Ceza Kanunu’nun 301. Maddesi aracılığıyla adalet, hak ve hukuk kavramları üzerine yeniden düşünmeyi gerektiren bir yerleştirme. Düşünce ve ifade özgürlüğü önünde engel olanlara karşı üretilmiş bir eser. üçyüzbir’den bugüne çok zaman geçti ancak konular aynı aciliyette bekliyor. Sen neler söylemek istersin?
Düşlediğimiz dünyanın ihtimalinden uzak bir yere düştük. Bunu kabul etmenin hüznünü taşıyor ama umudumu da kırılganlığının kabulu ile canlı tutmaya çalışıyorum. Her şeye rağmen ve tüm güçlüklere rağmen Türkiye’nin sıkıştırıcılığında eğer sanatçı değil de, bir banka memuru olsaydım hayat daha zor olurdu diye düşünüyorum. Neşemizi kaybettiğimizin farkındayım. “Neye?” sorusuyla birlikte gelen küsmemeye çalışmak eylemi de çaba gerektiriyor. Belki bu biraz büyümekle de açıklanabilir fakat kendimi realiteye çağırdım. Sanat benim varlığını kucakladığım bir alan, kolay bir alan değil. Islak zemin. Hayatta hepimizin kendini korumak için geliştirdiği araçlar var ve ben de ancak yazarak düşünmenin gücüyle ve üreterek daha iyi nefes alabiliyorum. Yine de bütün bu kabullenmenin içinde, konu hak, hukuk, adalet olduğunda, makbul olanın, evde öğrendiklerimiz ile dışardaki dünyanın tutmaması hayal kırıklığı ve hüzün yaratıyor.
Adalet ve eşitlik sorusunun kendisine gelirsek, Tek Eldiven adlı işi anlatmak istiyorum. Güzel Sanatlar’da okurken bize anneannemden gelmiş, elde örülmüş, yün boyanmış orjinal bir eldivenin vardı. Çok kullanmak istesem de tek olduğu için kullanamadım, kafkas şapkaları gibi iddalı bir objeydi. Yıllar sonra öğrendim ki hak, hukuk, adalet diyen anneannem eşitlik ilkesiyle o kültürel mirasın bir tekini kızına diğer tekini ise gelinine vermiş. Eldiven iki aileye de yar olmamış. Bilseydik iki aile kış mevsimini paylaşırdık. “Adalet her zaman eşitlik midir?” sorusu üzerine düşünmek için iyi bir fırsat bu anekdot. Kurmaca atölyelerinden birinde Beliz Güçbilmez’in sorduğu soru ile devam edeyim: “Dünyanın adaletli bir yer olduğunu kim söyledi?” Kurmacalar, kutsal metinler ve kitaplar. Bütün bu üretimler bize dünyanın adaletli bir yer olduğunu, kötülerin hep kaybedeceğini, iyilerin mutlaka bir gün kazanacağını söyledi ama dünya adaletli bir yer değil ve bizim devam etmemiz için buna inanmamız gerekiyor. Buna inanmadan devam etmek çok zor. Nerede durduğumu artık bilen bir tarafım var. Sanatçı olarak öleceğimi de biliyorum. Dramatik bir yerden de söylemiyorum fakat bütün bunların bilincine varmama rağmen hala hakikatin getirdiği bir hüzün var. Sanatı da işte bu hüzünlere karşı bir şifa olarak görüyorum. Her şeyden önce kendim için, sonrasında da aynı şeyleri hissedenler için.
Senin pratiğinin de merkezinde durduğuna inandığım kırılganlık kavramı, adalet, eşitlik ve insan hakları gibi konularda son yıllarda giderek daha fazla önem kazanıyor. Kırılganlık, insanların fiziksel, psikolojik, sosyal veya ekonomik olarak dışlanmaya, sömürüye veya zarar görmeye açık olmaları durumunu ifade ediyor. Erken işlerinden Kara Kedi Nerede? Tam olarak bu hassasiyeti ortaya koyan bir çalışma. Birkaç ilkokul çocuğu siyasi haritanın önünde Kara Kedi Nerede tekerlemesini söylüyor. Sorumlunun kim olduğunu bilmediğimiz tekerleme aslında güncel siyasi duruma işaret ediyordu. Yerel bir hikayeden ironi aracılığıyla siyaseti eleştirdiğin çok güçlü bir iş görüyoruz. Sanatınla farkındalık yaratmak ya da birtakım şeyleri değiştirmek gibi arzuların var mı?
Kara Kedi Nerede? (1998) isimli işim o zamanlar televizyonda ana haber bülteninde izlediğim köylü bir kadının evinin yakılmasıyla ilgili bir haberden ortaya çıkmıştı. Kara kedinin nerede olduğu sorusuyla beraber gelen asıl sorumlunun nerede ve kim olduğu fikrinden yola çıkıyor. Sorumlunun bulunamadığı bu tekerlemeden, şu an bu röportajla da fark ediyorum ki, fikren uzaklaşamamışım. Şimdi de Islak Zemin yerleştirmesinin giriş metni olan “Yayında toplar” metaforu bu sefer de gerçekten sorumluluğun alınmadığı, problemin tamamıyla reddedildiği, yok sayıldığı, görülmediği ve bir sonraki adımda mutlaka toplanacağına dair bir vaadin bir sonraki problem ortaya çıkıp aynı vaatler verilene kadar gündemde olduğu fakat asla tutulmadığı anlamını taşıyor. Hal böyleyken politik olarak bir küskünlük içerisindeyim. Bütün enerjim artık kendi içimde umudu yeşertmeye gidiyor.
Eskiden böyle cümleler kurmayı sevmezdim fakat gerçek bu; neşemi kaybettim. Yontulmamış bir modernite eleştirisi yapmak istemiyorum ama toplum olarak bazı temel, basit bilgilere geri dönmemiz gerektiğini düşünüyorum. Kuru bir bilgelik ve derinlik arayışından çok, moderniteyle beraber bazı köklerimizin çok fazla gelişip bazılarının çok güdük kaldığını ve eksik yerlerden kendimizi tekrar ekmemiz gerektiğini hissediyorum.
Yeşim Bakırküre’den çiftler için bu ağaç metaforunu dinlemiştim. Birlikte büyüyen çiftleri yan yana ekilmiş ağaçlara benzetirsek, birlikte büyürken güneş görmeyen tarafları ancak ayrılıp kendilerini başka yerlere ektiklerinde güneş görüp gelişebiliyor. Son 23 yıldır güneş görmeyen taraflarımız mutluluğumuza mani.
Yasemin Özcan, V Yaka (detay), 2024, Kırmızı çamur tabletler üzerine aşındırılmış metin, seramik karolar, toprak, filiz, seramik heykeller, piko işlenmiş bez, Değişken boyutlar. SaDe ve Arter desteğiyle. Fotoğraf: flufoto (Barış Aras & Elif Çakırlar)
Metinlerin işlerinde kapladığı alanın arttığını fark ediyoruz. Sergide de çokça metin yer alıyor. Metnin işinle buluşması senin için nasıl bir süreç oluyor? Limonata gibi Hava kitabın vardı ve onu bizzat okuduğun performansların… Yazı senin için nerede duruyor? “Türkiye’de metinleri kadın iç sesiyle okuyacaklarının farkındayım.” diyorsun. Burayı biraz açabilir misin?
Benim kafamın çalışma şekli öğrencilik yıllarımı düşündüğümde de aslında kavramsal sanat üzerinden yeşermiş ve şekillenmiş. Dolayısıyla dil ve edebiyat eserlerimde ön sıralarda başat biçimde yerini alıyor. Bir metnin, metin olarak devam etmesi ya da manzaralarla birlikte metnin konuşması benim dünyamda birbirinden çok da ayrılan şeyler değil. Yalnızca farklı çıktılar sonucu seyirciyle farklı şekillerde buluşması söz konusu fakat anlamsal olarak benim için bir bütün metin ve manzara. Bu konuda güncel sanatın sağladığı özgürlük alanının da farkındayım. Çünkü, ben bir edebiyatçı değilim ve edebiyatçılarla aynı gayede çıkarmıyorum metinlerimi fakat güncel sanat sayesinde metinlerimle farklı çıktılara ulaşarak farklı malzemeler ile düşünebiliyorum. İç ses konusu bu hikayenin başlangıcı ve aynı zamanda yazma motivasyonumun hikayesiyle bağlantılı. Bir gün Agos’tan Art International’a gidecek genç bir kültür sanat editörüne tavsiye vermem için arandım. Tabii bu önerileri verebilmem için önce benim Art International’a gitmem gerekiyordu. Fakat hayat, hazırlandığım giyinme odamda kilitli kaldım ve çıkıp gidebilmek için odadaki heykelle camı kırmam gerekti. Böylece de bu Art International’a gidiş hikâyemi yazmak kaçınılmaz hale geldi. Her Odaya Heykel isimli hikayemi Agos’a gönderdim ve onlar da bastılar. O yazı için aldığım geri dönüşlerin beni yüreklendirmesinin yanı sıra, bu yazımı sanırım Agos’ta gören Bige Örer beni T24’te İyi Bir Komşu başlıklı bienal için yazmak üzere davet etti. O yazı ardından gelen geri dönüşler beni yüreklendirince, Bige’nin yaptığı Flaneuse başlıklı Fransız Kültür’de gerçekleşen ve beş kadın sanatçıdan oluşan bu sergiye ben yazar olarak katılmak istiyorum dedim. Ancak itiraf etmeliyim yazmaya başlamak çok zor oldu. Hatta Seramik Atölyesi yapmak üzere Gümüşlük Akademisi’nden davet alınca, bir işaret diye düşündüm. Yazarlar arasında, mutlaka el alır başlarım. Yanıldım, yazamadım. Ama bu çileli sürecin sonunda Limonata Gibi Hava’yı damıttım. Flaneuse’ün Kalbi başlıklı sekiz görselin de eşlik ettiği sunum performansı okurken salonda hissettiğim güçlü duygu hepsine bedeldi. Fransız Kültür Merkezi’ndeki bu performansta sahnede konu kadınlık olduğunda yirmi yaşından yetmiş yaşına kadınlığın ortaklaşması beni düşündürdü. Yirmi dakikalık bir performansta, ortaklıktan doğan bu gücü hissetmek inanılmaz bir deneyimdi benim için. Ve bu deneyim ardından, görünürlük, sahne almak, ışıklar altında cümle kurmak ve paylaşmakla ilgili cesaretlendiğimi/cesaretlendirdiğimi de gördüm. Bu çok hoşuma gitti ve galiba Limonata Gibi Hava’nın güçlü hissettiren beş öyküsünden sonra, yazmak meselesi bana bir uzvummuşçasına sirayet etti.
Malzeme konusunda da Pera Müzesini anacağım; Tablet serisinde yüzeyi aşındırarak daha uzun metinler yazabileceğimi tecrübe ettim. Böylelikle, Pera Müzesi’de Ulya Soley küratörlüğünde gerçekleşen Gelecek Hatıraları sergisinde gösterdiğim Tablet adlı eseri sergilediğimde benim önümde de kocaman bir kapı açılmış oldu. Doğrusu girdiğim kapıdan devam edeceğimi biliyordum. Sırlı karolara yine yüzeyi aşındırma yöntemiyle yazdım. Islak Zemin ve Derz Heykelleri metinlerinde serigrafi yerine aşındırmayı hafızanın bıraktığı ize de referans verdiği için tercih ettim. Bu yöntemin gücü beni bambaşka bir yere götürdü. Yani o hatıra defterine yazar gibi, şiir gibi kağıt üzerindeki mürekkebi tekrar eden bir halden hafızanın da bedenimizde bıraktığı izi tekrarlayan aşındırmaya büyük bir yatırımım var. Yaşadıklarımız bir iz bırakıyor ve bunu malzemeyle birlikte hissetmek bana çok güçlü geliyor.
Yasemin Özcan, Arzu (detay), 2019, Elde şekillendirilmiş yüksek pişirim seramik formlar, masa, sarmaşık dalı, Değişken boyutlar. Fotoğraf: flufoto (Barış Aras & Elif Çakırlar)
“Her şeyi hatırlamak bir tür deliliktir.” cümlesi işlerinde ısrarla kullandığın bir cümle ve Adam Philips’in Flört üzerine başlıklı kitabında karşılaştığın Brian Friell’in Translations adlı oyunundan bir cümle. Kitapta karşılaştığın bağlamından nerelere geldi senin kullanımınla beraber. Cappadox dikey ve burada yatay olması birbirleriyle ilişkili midir?
Eskiden hafızamın gücüyle tanınan biriydim fakat artık o kadar güçlü bir hafızam yok. Bunu dert edindiğim dönemlerde, “e böyle bir iş yaparsan unutursun”u hatırlattım kendime. Benim de hatırlamak istediğim ya da unutmaktan korktuğum çok fazla şey oluyor. Beynimizde arşivlediğimiz dosyaların yedeklenmiyor olması hissi sebebiyle insanın kişisel tarihini unutma korkusu giriyor devreye. Tabii bir yandan bu konuya ilgim; Alevilikteki sözlü geleneğin önemli oluşu ile de bağlanıyor. Sesin kaydedilebilir, elden ele dolaşıma girebilir olmasının büyüleyiciliği ve muhtemel radyonun güçlü olduğu dönemler, dolayısıyla sürdürülebilirliği daha mümkün olduğundan kişisel mirası kaybetmemek adına tutulan ses arşivleri var. Söz etkisini ve gücünü kaybetmiyor aksine tekrarladıkça güçleniyor diyordu Eda Berkmen, sanırım benzer hissediyorum. Çünkü hatırladıklarımız ve hatırlamaktan mutlu olduklarımız kadar mutsuz olduklarımızla birlikte o cümlenin hep akacak bir yolu var insanın zihninde. Zihnimde, bu kadar yoğun bir gündemde yeniye yer açmak ve devam edebilmek için unutmak mı gerekiyor? Bu kadar yoğun bir gündemde eskiyi unutmadan devam etmeye çalışmak, dolayısıyla her şeyi hatırlamaya çalışmak ile delirmek arasında şüphe yok bir ilişki var.
Islak Zemin başlıklı sergide Arter desteği ile ürettiğim üç yeni iş yeralıyor. V Yaka, Islak Zemin ve Her Şeyi Hatırlamak Bir Tür Deliliktir 10. Bunlardan Her Şeyi Hatırlamak Bir Tür Deliliktir 10 monumental bir iş. 11 metre. İşlerinde çoklukla gerçek ölçekleri kullanan biri olarak Cappadox bağlamında ürettiğim Dünyadan Çıkarken üç metre göğe yükselen bir dikey heykeldi. Dikeyden yataya geçişim ve zanaate vurgum ile Her Şeyi Hatırlamak Bir Tür Deliliktir 10’un öncülü bir iş sayılabilir Dünyadan Çıkarken.
Cappadox’taki işte sanatçı ve zanaatkar atölyelerinden birer parçanın birlikte fasulye sırığı gibi göğe yükselen bir heykel formunda sergilenmesinin sebebi, konu seramik olduğunda malzemenin sanat ve zanaat arasındaki tansiyonla hatırlanması. Arter’de ise pişmemiş topraklar üzerindeki pişmiş topraklarda, emeği görünür kılmak ışık altına almak ile ilgiliyim. Yalnızca zanaat atölyelerinden toplanan birer parçayla oluşturuldu. Diğer işten farklı olarak burada hiç sanatçı atölyesi yok.
Emeği, hafızanın somut biçimde bıraktığı izi, formun da bir hafızası olma ihtimalini düşündürüyor. İstanbul dışındaki atölyelerden formlar da göç ile geliyor. Süreç içinde bu formları toplama eyleminde kavramsal sanatçının listeleme çabasının sonuçları, bize emeğin görünmezliğiyle ilgili çok şey söylüyor. Çünkü işleri yıl üzerinden ya da usta adı üzerinden listeleyemedik, en çok bilgi üretildikleri coğrafyaya dair olunca bildiklerimizi yazdık. İstanbul’a gelen çömleklerin de yapıldığı yerlerden İstanbul’a göç ile geldiğini düşünmek çok acayip bir his, onlar da göç ettiler. Formun da bir hafızası var ve form bu hafızasını yan yana gelerek oluşturulmuş anlamlı bir sözcük bütününün izini kendi bedeninde, formun bedeninde aşındırarak taşıyor. Bu yüzden, bültendeki son cümleyi hatırlarsak, kırılganlığın kabulüyle umudu yeşertmek. Şunu önemsiyorum, bu atölyelerin hiçbirinden bu işe özel bir iş yapmaları istenmedi. Yani zaten halihazırda ürettikleri işlerden birer tane seçtim. Türkiye’deki bütün atölyelerden eksiksiz gibi bir iddiası yok ama mümkün olduğunca çeşitliliği de yakalamaya gayret eden bir seçki. Böylece de Arter’deki işim, formunda tarihi taşıması, seramiğin ateşi bağlamında ateşin bulunuşundan başlayarak, pişmemiş topraklar üzerindeki pişmiş topraklar. emeğin görünür kılınması ve tarihinin aktarılması amacıyla bir araya getirilmiş, İstanbul’a göçle gelmiş, anıtsal bir yerleştirme diyebilirim.
Son olarak Islak Zemin başlığı fiilen bir tehlikeyi haber veriyor gibi. Kırılganlığın kabulüyle umudu yeşertme demiştik ben Islak Zemin adlı sergiye de adını veren yapıttan bahsederek kapatmak istiyorum. Metinlerde şahitlikler var hem de çok işaretler veren… Islak Zemin’de yürüyoruz değil mi?
Bu soruya metnin içinden cevap vererek başlayayım istiyorum. Son karakterimiz Muğla’da bitirirken “ıslak zeminlerde kaymamak için iki kişi yürünmeli” diyorum. Bunun sana yaptığı tehlike çağrışımı da gayet doğal tabii. İngilizce wet floor olarak düşündüğümüzde akla direkt kaygan zemin getirmesinden de kaynaklı bir çağrışım bu aslında, ama sergiyi Türkçesi ile yapmak çok daha geniş bir anlam havuzuna imkan sağlıyor. Daha önce de bahsettiğim gibi ev, yuvayı yapan dişi kuş, kayganlık, arzu, tekinsizlik, deprem coğrafyası gibi birçok temayı içinde barındırıyor “Islak Zemin”. Bu yüzden de aslında biraz bu soruya cevabımı bu sadece kayganlık çağrışımından değil başka bir yerden tutarak açıklayabilirim. Islak Zemin’i, V yaka gibi otobiyografik öğeler taşıyan bir metinde geliştirdiğim kaslarımla, kurmacanın büyülü dünyasına girmek gibi tarifliyorum. Islak Zemin’de de gerçekten kurmacanın büyülü dünyasına girdiğimi hissettim. Bir şeyi sayfalarca değil de, rafine bir şekilde anlatabilmenin büyük bir dans olduğu bilgisi ve çabası vardı. Ve bu kurmacada geçen “Islak zeminlerde kaymamak için iki kişi yürünmeli” cümlesini izleyicinin alımlamasını görmek çok güzel.
Yeni neslin Islak Zemin odası ile iletişiminin güçlü olduğunu görüyorum. Bu benim biraz ön gördüğüm bir şeydi. Islak Zemin’de flört pratikleri , karşılaşma ihtimalleri üzerine karakterlere bakıyoruz. Yayında toplar gibi sorumluluğun ötelendiği bir metaforu yanıma alarak, tek kanallı dönemde TRT ile büyümüş biri olmanın işlerime de yansımasından bu “boomer” ödülü kazanma riskini almışken, yeni neslin de yaptığım işten hoşlanması beni çok heyecanlandırdı. Topa gelişine vurma, kendi olmama diye tanımlayacağım varoluşların gündelik bir haline bakıyoruz. Karşılaşma, bir puzzle ya da tetris gibi denk gelme ihtimallerine, gasligthing, love-bombing gibi tam Türkçeleşmeyen terimleri de unutmadan, metnin hem nesiller arası ve coğrafyalar üstü çalıştığını görmüş oldum. O yüzden ben Islak Zemin’e o tekinsiz tarafından pek bakamıyorum. Evin neşesi benim için ıslak zemin.
Yasemin Özcan’ın Arter’de gerçekleşen kişisel sergisine eşlik eden yayında, serginin küratörü Eda Berkmen’in sanatçıyla gerçekleştirdiği kapsamlı söyleşinin yanı sıra Kaya Genç, Evrim Kaya ve Işın Önol’un bu kitap için kaleme aldıkları metinler yer alıyor. Sanatçının sergide yer verilen eserleriyle birlikte geçmiş sergilerini ve üretimlerini de ele alan yayında, yazarlar sanatçının farklı eserlerini yeni okumalarla irdeliyorlar. Kitapta Özcan’ın üç farklı jenerasyondan kadın karakterlerin tanıklıkları üzerinden kurguladığı kurmaca metni V Yaka ile Islak Zemin ve Derz Heykelleri serileri için yazdığı metinler de bulunuyor. Tasarımını Ayşe Bozkurt’un üstlendiği kitapta ayrıca Hadiye Cangökçe ve flufoto (Barış Aras ve Elif Çakırlar) tarafından çekilen sergiden görünüm ve röprodüksiyon fotoğrafları yer alıyor.
“Bu yeni sergi kitabıyla da beraber insan kendi arşivine dışarıdan bakan bir göze dönüşüyor, hayatın, gözünün önünden film şeridi gibi geçer hale geliyor. Bu durum da fiziksel bir yakınlıkla kendine dışarıdan bakma, türlü kasların gelişmesi ve yeni odaların keşfi gibi metaforlarla anlatabileceğim bir durum. Bu yayın sebebiyle aslında çok da uzaklaşılmamış olan fakat yeni gözlerle girilen arşiv benimle konuşuyor ve bana ‘Yasemin aslında çok da uzaklaşmamışsın, aynı yerlerde dolaşıyorsun.’ diyor.” *
Comentários