Uzun yıllardır üretimlerini yakinen takip ettiğimiz Civan Özkanoğlu’nun New York şehrinde önemli bir misafirlik programına kabul edilmesini vesile ederek yeni üretimlerinin dönüşümünü sohbete açtık
Röportaj: Sevim Sancaktar
Civan Özkanoğlu. Fotoğraf: Elif Kahveci
Yakın bir zamanda International Studio&Curatorial Program’da önemli bir misafirlik programına kabul edildin ve başladın. Kurumun sadece New York merkezli sanatçıların başvurusuna açık Ground Floor programı her yıl en fazla yedi kişiyi kabul ediyor. NY gibi rekabeti yüksek, sanatçısı bol bir şehirde programa kaç kişinin başvuru yapmış olabileceğini hesaba katınca, önemli bir şeyin parçası olduğun açık. Hangi dinamikler bu kadar önemli bir program haline getiriyor ISCP’yi?
Bu dinamiği ayakta tutan üç sacayağı var. Sanatçılar, kurum ve şehir. Her biri ötekini yükseltiyor ve sonucunda burası ülkenin ve dünyanın geri kalanı için önemli, cazip ve talep gören bir kurum halini alıyor. Geçmişte buraya kabul edilen sanatçıların kimler olduğu kadar, kurumun programının ciddi ama bir o kadar da esnek ve ulaşılabilir olması önemli bir etken. Öte yandan, New York zaten her sektörden insanın beslendiği ve iz bırakmak için çaba sarf ettiği bir şehir.
Daha kişisel izlenimler aktaracak olursam, ISCP misafir sanatçı programıyla bilinen bir yapı olsa da yıl içinde organize ettikleri konuşmalar, sergilerle de, benim izleyici olarak, tıpkı bir galeri veya enstitüyü takip ettiğim gibi yıllardır yolumu düşürdüğüm bir yerdi. Bu yapıya misafir sanatçı olarak dahil olduktan sonra da bizleri buluşturdukları küratörler, iş üretimine dair entelektüel alışverişler ve türlü fonlarla ilgili yönlendirmeleri aklıma gelen ilk pozitif noktalar.
ISCP residency senin üretimin için nasıl bir teşvik yaratacak?
Öncelikle çok uzun süredir yaşadığım ev/atölye ortamımdan yeni bir alana geçmek benim için kendi başına bir teşvik. Bazen böyle bir alan değişikliğine ihtiyaç olup olmadığını fark etmeden yıllar geçebiliyor. Kendi adıma doğru zamanda doğru bir yer değişikliği diye düşünüyorum, zira şu an çalıştığım işlerden ikisi New York’la ve ülkeyle direkt bağlantılı ve yıl boyunca bu atölyede yaşayacağım buluşmalar, diyaloglar ve olası iş birlikleri benim için çok önemli. O işlerin şekilleneceği format üzerine yapbozlar yapmak, araştırmaları derinleştirmek adına bu atölyede olmak hızlı ilerlememi sağlayacak. Ayrıca aynı binada 30-40 sanatçının yeni bir hikâye, araştırma, sergi için hazırlandığını bilmek de başka bir motivasyon kaynağı.
Bu misafirlik programının New York gibi bir şehirde oluşunun olumlu tarafları ve zorlukları neler olacak?
New York Amerika değil, en büyük ayrıcalık bu. Az önce de söylemeye çalıştığım gibi, New York insanların gelmeden, buradayken ve ayrıldıktan sonra bir şekilde ilişkilenmek, ilişkide kalmak istedikleri bir şehir. O korunmak istenen bağ sanat dünyası için de geçerli. Karşınıza her an dünyanın herhangi bir yerinden hiç beklenmedik biri çıkabilir. Bu işin biraz sosyal yönü, fakat o karşılaşma anlamlı bir birlikteliğe dönüşebilme potansiyelini de daima içinde taşır. Dolayısıyla, burada yaşayanlar kadar gelip geçenler de şehir için önemli bir katma değer oluşturuyor. Her türlü etnik kökenden, birden fazla şapkası olan insanı barındırabilen bir şehir daha fazla hikâye ve bilgi demek. Benim için New York dev bir kazan içinde çok iyi hazırlanmış bir Gumbo çorbası. O da zaten tarihsel geçmişi itibariyle birbirinden etkilenen kültürleri temsil eden bir yemek.
Aynı şekilde, zorlukları da göz ardı edemeyiz. New York eski New York değil. Özellikle son beş yılda temel tüketim, ulaşım, barınma gibi ihtiyaçlardaki pahalılaşma oranı özellikle freelance çalışanlar için çok zorlayıcı. Mesela benim bu atölyeye en az bir yıllığına sahip olacak olmam gayet güzel ve doğal olarak beni atölyede daha fazla zaman geçirmeye teşvik edecek. Fakat halihazırda bu şehirde yaşıyor olduğum için temel masraflarımı atölyeden arta kalan zaman ölçüsünde hâlâ karşılamak durumunda olacağım.
Sanatçıların alışılmış ortamından uzaklaşması, sanatçı olarak üretimlerine, beslendikleri alanlara biraz daha uzaktan bakıp kendi üretim akslarını ve yönelimlerini başka açılardan yorumlamalarına imkân sağlayabiliyor. Senin durumunda yaklaşık 12 yıldır New York merkezli olup aynı zamanda İstanbul sanat ortamıyla etkileşimli olarak yoluna devam ediyor olmak, sana durma, üretimlerini demlendirme, onlara yeniden bakma fırsatını verebildi mi? Yoksa bu program tam da bu işlevi mi görecek?
Tam olarak da bahsettiğin etkileşim ve fazla hareketten dolayı New York hayatım brüt 12 yıl, net ise 6 yıl. Program tüm işlere durup sakince bakmak için güzel bir fırsat, fakat konusu İstanbul’dan beslenen bir işe New York’tan bakmak, New York’ta çalıştığım bir işe Adana’da aile rutinimin içine girmişken bakmak da ilginç olabiliyor. Bu seyahatler ve uzaklaşmalarla işlere dair uzun süredir ikilemde kaldığım şeyler bir anda çözülüyor, anlam kazanıyor ya da boşa çıkabiliyor.
Ayrıca İstanbul sanat ortamını, şehrin geri kalanında yaşananlarla birlikte düşününce orada bulunmak, dayanışmak ve enerji alışverişinde bulunmak çok önemli. Bana iyi gelen ve benim iyi geldiğimi bildiğim ortamlar, insanlar varsa gidip gelmeye devam. Hele ki kuşları, ağacı eksilmiş bir şehirde insana ve üretimlerimize tutunmaktan başka çare yok; kuşları ve ağaçları geri getirmek koşuluyla!
Tekrar soruna dönersem, en az bir yıl sürecek bu programda kararlar almak için uzaklaşmaya gerek olmadan ve bu vesileyle karbon ayak izi salınımını minimumda tutarak Türkiye'yle temas halinde kalmaya ve üretime devam.
Stüdyo 107, ISCP, New York
İşlerin üzerinden düşündüğümüzde bir dönüşüm gözlemleyebiliyoruz. Fotografik işlerle başladığın üretimlerin bugün, metni, performansı ve araştırma temelli bir üretim aksını kılavuz olarak kullanıyor. İmge yerine dil ve ifade araçlarını daha çok merkeze alan üretim yaklaşımını nasıl kuruyorsun? Ve bu dönüşüm sence üretiminin hangi aşamasında, nasıl gerçekleşiyor?
İmge uzun bir dönem üretimimin merkezindeydi ve şu an üzerinde çalıştığım işler bittiğinde yine önemli bir alanı kaplayacak. Son birkaç yılda gösterdiğim işlerin içeriğinde ise imge elbette vardı fakat ses, söz, yazı, beden ile biraz daha direkt ve canlı bir anlatım tercih etmiştim. Onların çoğu da öncelikle Türkiye bağlamında ele aldığım işlerdi. Çünkü kendi sürecim, toplumsal süreç ve işin formatı onu çağırıyordu. Fotoğraftan hiçbir zaman kopuş yok, bilakis orası benim konfor alanım, fakat çalıştığım meseleyle her zaman örtüşemeyebiliyor. Dolayısıyla medyum anlamındaki dönüşüm bir anlamda kaçınılmazdı. Sanatçıların dönüştürme gücüne ve bir sanat eserinin son halini almadan önceki dönüşümlerine tüm inancımla birlikte, mümkün olduğunca basit bir anlatım kurgulamak da hoşuma gidiyor. Dolayısıyla önce konu ve basit ele almak, sonra ise imge, im, i… vs.
Bunun yanı sıra, yeni bir medyum yeni bir malzeme, yeni bir usta, emekle ilişki ve öğrenmek demek. Son birkaç yılda sergilediğim işlerin hepsindeki ortak nokta, başlangıçta neden yaptığıma veya neyi istediğime emin olmakla birlikte sürecin geri kalanının esnek ve yolda belirlenmiş olması. Çünkü malzeme ve uygulayan insanlarla yan yana gelmek başka bir aşama; hatta gerçeklik. Zaten evrendeki bütün sanat işlerinin ortak işler olduğunu kabul etmişizdir herhalde, değil mi?
Tam da ortaklıklardan bahsetmişken, sanatçıların başvurularını tekil olarak yapmak zorunda olmaları, kendilerinin editörü, prodüktörü ya da finansörü olma koşulları ve bunun getirdiği zorluklar içinde bir yandan üretmeye devam etmeye çalışmaları, sanatsal üretimlerini de zaman zaman sekteye uğratabiliyor. New York’a bakıldığında kaynakları çok daha gelişmiş ama yoğun bir rekabet ortamı, İstanbul’a bakıldığında kurumsallaşma deneyimini tamamlayamamış, her an yalnızlaşmayı düşündürecek/yalnızlaştırmanın içine düşecek bir sanat ortamından bahsediyoruz. Kabul edildiğin sanatçı misafirlik programının hayata geçirilmesi için sen de kendi fonunu yaratma yöntemleri deniyorsun. Bu koşullar seni nasıl etkiliyor?
Sanatçıların kendi aralarındaki editörlük, başvuru, prodüksiyon gibi imece çalışmaları özellikle Türkiye’de gelişmiş bir aşamada. Kesinlikle iyi hissettiren, dayanışmayı güçlendiren ve birbirimizi entelektüel anlamda besleyen durumlar, fakat bunlar geleneksel, kültürel refleksler olduğu kadar bütçe yetersizliklerinden dolayı geliştirilmiş manevra kabiliyetleri. Her ekonomistin hayatında sanat yok ama her sanatçının hayatında ekonomi var. Bu bence elinde kapital olan ve sanatla hemhâl herkese devamlı hatırlatılması gereken bir durum. Öte yandan, bin bir tatlı söz ve ricayla artırılmaya çalışılan bütçelerin elde edildikten sonra isme cisme göre esnemeyecek ilkelerle paylaştırılması lazım. Bu standart oluşmalı ki, sanatçı da desteği hangi koşullarda alıp almadığını, öncelikli değerlendirmenin iş üzerinden olduğunu bilsin. Aksi taktirde, bahsettiğin yalnızlaşma başlar. Ekonominin kırılgan, sokakların ve evlerin gergin olduğu dönemlerde sadece sanatçılar değil, üreten her kesim emeklerinin karşılığını alamadığında veya bir adaletsizlik hissettiklerinde o yalnızlaşma daha derin yaşanabiliyor. ... Ama tekrar ISCP’ye dönecek olursam, evet, kısmen kendi fonumu yaratmayı deniyorum. Burada kabul edildiğim Ground Floor Program her sene belediye ve şehirdeki çeşitli kültür sanat fonlarından destek alıyor. Bu desteğe önceki senelerde Andy Warhol Vakfı, Yoko Ono Vakfı, bu yıl da Alice&Lawrence Weiner katılmış. Alınan destekler yedi sanatçıya paylaştırıldığı için geride hâlâ sanatçının bulması gereken bir sponsor veya bütçe mevcut. Ben de iş satmaya çabalayarak gerekli miktarı bir an önce tamamlamaya ve yılın geri kalanında stüdyoda çalışırken enerjimi para arayışına harcamamaya çalışıyorum.
Son olarak, program süresince üzerine çalışacağın spesifik bir konu ya da devam eden bir proje var mı?
Biri şehir, diğeri de ülkeyi kapsayan ve kesiştikleri birkaç nokta olan iki projeyi çalışıyor olacağım. Aslında araştırmaya ve deneme çekimlerine başlayalı çok uzun zaman oldu. Genel bahsedecek olursam: "Toplumun, toplulukların, mahallelinin birbirini izlemesi, gözetlemesi, kollaması nerede başlar? Nasıl gelişir? Hangi izinlerle meşrulaşır? Suç hangi noktada oluşur ve ayrımcılık suçu ne kadar örtbas eder?" gibi sorulara New York ve Amerika’nın genelinde sokaklarda olan birkaç işaret, tabela ve aydınlatma lambaları üzerinden bakıyorum.
O ikisi dışında yaklaşık üç senedir bir buğday tarlası ve etrafında hasat zamanı yaptığım çekimlerden kurgulamaya çalıştığım bir hikâye var. Bu seneki hasadın sonuncusu olmasını ve bitirmeyi umuyorum.
Son olarak 2016’da SALT’ta gerçekleştirdiğim Hepimiz Biliyoruz işini güncellenmiş haliyle ve biraz da farklı bir formatta Amerika’da nasıl gösteririm sorusu üzerine çalışıyor olacağım.
Comments