top of page

Kırılamaz, dökülemez, sökülemez bir şey


Sinan Logie’nin Öktem Aykut organizasyonuyla Ark Kültür’de gerçekleşen sergisi Mekânsal Durumlar / Spatial Conditions 9 Kasım’a dek sürüyor. Tuncer Duman, mimari-resim ilişkisine değinerek başladığı yazısıyla Sinan Logie’nin pratiğini ve Mekânsal Durumlar / Spatial Conditions’ı değerlendirdi

☕️ 10 dakikalık okuma

Sinan Logie, Mekânsal Durumlar / Spatial Conditions enstalasyon görüntüsü, Fotoğraf: Barış Özçetin

Mimari yapıtların ya da öğelerin resimde kullanımı oldukça eskidir. Resmin mimari yapıtlarda kullanımı ise çok çok daha eskidir. Mağara duvarlarına çizilmiş ilk resimsel çizimleri referans alırsak neredeyse 40 bin yıl öncesine dayanır. Resimde mimari daha ziyade bir hikayenin ya da tasvirin arka planı olarak bir tür espas işlevi görürken; mimaride resim, yapının ebat ve kullanım amacına uygun olarak büyük ölçüde bir süsleme, zenginleştirme, dinsel ya da manevi anlatı ve mesaj işlevi görür. Genellikle mozaik, minyatür, levha, bezeme, rölyef ve kabartma olarak çıkar karşımıza. Fresk ya da fresko denilen ve direkt duvara ya da tavana nakşedilen resimler ise görece yenidir. Aşağı yukarı üç bin yıllık bir geçmişi vardır. Rönesans’la birlikte inanılmaz yaygınlaşmış; Giotto, Michelangelo ve Raffaello gibi ustaların ellerinde adeta doruklarına ulaşmıştır. 20. yüzyıl ortalarında Diego Rivera ile son bir çıkış yapıp, tarih sahnesinden çekilmiştir. Dinsel, kurumsal ya da kamusal büyük mimari yapılar içinde ömrünü tamamlasa da duvar resmi yaşamını bugün grafiti olarak kent sokaklarında herkesin rahatça görebildiği ve görebileceği şekilde bina ve istinat duvarlarında, işyeri kepenklerinde, köprü altlarında ve her türden paravan elemanlar üzerinde sürdürmektedir.

Dünyada ve ülkemizde son yüzyılda resim sanatında mimari yapıların ve elemanların kullanımı konusu kanımca ciddi bir araştırma ve inceleme konusudur. Kkişisel gözlemlerime göre 20 yılı aşkın bir suredir mimari yapılar ve elemanlar resimde asil konuyu güçlendirici bir figür ya da bir espas olmaktan çıkıp bizatihi resmin konusu ve kompozisyonu haline geldi. Nasıl gelmesin? Kentlerdeki akıl almaz büyüme, yatay ve dikey betonlaşma, gittikçe genişlese ve uzasa da trafiğin hep çok gerisinde kalan bitümlü ziftli pis kokulu asfalt yollar, göç ve muazzam nüfus artışı, aşırı gürültü ve yeşil katliamı... bütün bunlar artık ne yazık ki kent insanının ve dolayısıyla çoğu ressamın da “doğal habitatı”.

Sinan Logie, Fluid Structures

(Phase 18), 2019, Kağıt üzerine yağlıboya, 76 x 56 cm, Fotoğraf: Barış Özçetin

Sinan Logie, Mekânsal Durumlar / Spatial Conditions enstalasyon görüntüsü, Fotoğraf: Barış Özçetin

Mimarlar mikro ölçekte / yapı ölçeğinde harika çözümler üretse de makro ölçekte/kent ve bölge planlaması ölçeğinde sonucu bugüne kadar vizyonsuz, basiretsiz, bilimden ve estetik duygusundan yoksun popülist politik karar alıcılar (belediyeler, TOKİ , bakanlıklar, hükümet) belirlediği için ne yazık ki sonuç tam bir fiyasko... Ne kadar isyan etsek de -yeterince etmediğimiz için- değiştiremediğimiz ve içinde yaşamak durumunda kaldığımız bu kentsel sorunlar yumağının ressamların tuvallerine doğrudan yansımaması elbette düşünülemezdi.

Bu konuda işaret edilmesi gereken tehlike ise şu: ister iyice deforme edilmiş, abartılmış ya da indirgenmiş olsun, ister üst üste bindirilmiş ya da kes-yapıştır usulü kolaj yapılmış olsun; ya da isterse tüm çıplaklığı ile gerçekçi bir figüratif yansıtma ya da siluet olsun- tuval üzerindeki mimari kompozisyonlar, içinde eleştirel öğeler ve ironi barındırsa da bütünlüklü bir “hikaye” anlatmıyorsa son tahlilde süreci ve sonucu “estetize” eden ve o nedenle de izleyici üzerinde bir tür gizli ve sessiz onay duygusu yaratan bir hal de alabilir. Sergi başlığı ya da sergiye eşlik eden metin bunun tam tersini söyleyebilir. Ama aslolan tuvalin ne söylediğidir. Bu bağlama çekerek tekrarlayabiliriz sanırım o meşhur sözü: Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.

Sinan Logie, Mekânsal Durumlar / Spatial Conditions enstalasyon görüntüsü, Fotoğraf: Barış Özçetin

Aslında kendisi de bir tür soyutlama olan mimari tasarım/mimari proje ile inşaat pratiğinin bir soyutlaması olan Sinan’ın tuvalleri ilk günden beri bana çok sıcak ve sahici gelmiştir. Belki ortak mimarlık eğitimimizden ve pratiğimizden gelen bir şey bu; belki ortak değerlerimizle ilgili bir şey; ya da belki sadece sınırlarını çok iyi bilen, hisseden biri olduğu ve eserlerinde de bu sınırlar içinde harika bir denge kurabildiği için. Kendi gibi olduğu kendi gibi yaptığı kendi pratiğinden beslendiği için. O tuvalini bildik şekilde çizip boyamıyor. Klasik anlamda fırça ve palet kullanmıyor. Mala, spatula, fayans tarağı gibi inşaat aletleri kullanıyor. Gerçekten bir sıva ustası gibi kafasındaki mimari projeyi tuval üzerine sıvıyor. Yoksa çoğu siyah beyaz ya da monokrom bu işler için “sıcak” demek biraz tuhaf kaçabilir.

Yine tuvallerindeki brüt beton ya da kaba sıva tadı bana göre Sinan’ın pentür anlayışına karşılık geliyor ve sanılanın aksine sadece bir beğeni ve tercihi ifade etmiyor. İnşaat pratiğinde brüt beton bitişler iyi kalıp, iyi beton ve iyi kürü temsil eder. Totalde iyi işçiliği... Tamirsiz, sıvasız, kaplamasız, süssüz, ilk ve kalıcı olan son kaliteyi. Sıva dökülebilir; kırılıp yenilenebilir. Boya kazınabilir ya da üzeri başka bir renk boyayla örtülebilir. Herhangi bir kaplama sökülüp atılabilir ya da daha modern daha parlak daha moda bir malzemeyle yer değiştirebilir. Brüt beton ise kırılamaz, dökülemez, sökülemez bir şeydir. O adeta yapının özüdür. Kırılır ya da dökülürse yapı da ayakta kalmaz, kalamaz. Dağılır gider.

Brüt beton betonarme yapının çıplak bedenidir. Sıvasıyla boyasıyla penceresiyle kapısıyla mantosuyla giydirilmiş binanın iskeleti ve tenidir. Bu bağlamda diyebiliriz ki Sinan’ın tabloları aslında “nü”dür. Bir süredir ürettiği ve sergide de birkaçını gördüğümüz heykelimsi dökümler de öyledir. Tek kalıp, tek döküm, tek beden. Yalın ve brüt. Süssüz renksiz kaplamasız. Gücü ve çekiciliği kendinden...

Biraz iddialı olacak belki ama Sinan’ın mimari tasarım ve binlerce yıllık yapı kültürünün adeta ontolojisini arar gibi davrandığını düşünüyorum. Tıpkı yürüme eylemi gibi. İnsanın hayvandan ayrışması her şeyden önce iki ayak üstüne çıkıp yürümesiyle oldu. Eller özgürleşti ve beynin bir uzantısı haline geldi. Çizdi, yazdı, enstrüman çaldı, tekerleği üretti, bisiklet yaptı, kaykay yaptı ,otomobil yaptı, uçak yaptı, uydu aracı yaptı... Yine de insan uçan değil “yürüyen hayvan”dır. Hem de öyle avlanmak, yemek ve barınak bulmak için mecburiyetten falan değil; kahve içmek, gazete almak, aylak aylak dolaşmak ve gün batımını seyretmek gibi keyfiyetlerden ötürü...

Sinan Logie, Mekânsal Durumlar / Spatial Conditions enstalasyon görüntüsü, Fotoğraf: Barış Özçetin

Megaron insanlığın elleriyle inşa ettiği ilk barınağı temsil eder. Mimarlığın evrensel sembolüdür. Sinan’ın bütün sergiye damgasını vuran haç formu ise “nokta”yı temsil eder. Kesişim noktasını. Merkezi. Hedefi. Arakesiti... Tek çizgi sonsuzlukken kesişen iki çizgi belirli bir yeri; somut ve stabil bir pozisyonu kesişen yolları imler daima. Belirli bir coğrafyada, belirli bir yapıyı ya da sınırı. Bütün coğrafyalarda ise İsa’yı...

Sinan’ın ilk gördüğünde kendinden geçtiği gibi kendinden geçerek anlattığı Mardin’deki kadim Süryani kilisesi Deyrulzafaran’da birbirini taşıyarak duran blok taşlardan yapılmış tavan döşemesi; resimlerinde de kendini gösteren ıssızlığın ortasında duvarlarını, yollarını avlularını belli belirsiz görüp hissettiğimiz binlerce yıllık ören yerleri; daha modern zamanlara ait ve daha karmaşık tasarım ve yapı kültürünü temsil eden katmanlı ve çok açılı, çok kaçışlı formlar; “mimari plan” kültürünü edinmişlerin daha iyi anlayabileceği türden kuş bakışı “vaziyet”ler; günümüz Türkiyesinin dizginsiz ve arsız inşaat gerçeğinin asıl bedelini yakılıp yok edilerek ödeyen ormanlara ithafen yapıldığını düşündüğüm üst üste yığılmış yanık kerestelerden oluşan yatay çarmıh... Bütün bunlar ve diğerleri işte bu ontolojik arayışların ve yürüyüşlerin dışavurumu; “Sinan hali” kanımca.

Sinan Logie, Fluid Structures

(Phase 17), 2018, Beton, strafor,

20 x 20 x 20 cm, Fotoğraf: Barış Özçetin

Sinan Logie, Fluid Structures (Phase 18), 2019, Kağıt üzerine yağlıboya, 56 x 76 cm, Fotoğraf: Barış Özçetin

Besbelli ki sanatçının Mekânsal Durumlar / Spatial Conditions -ki içerdiği cinas ve çağrışımlar nedeniyle İngilizce olanı bana göre sergiye daha yakışan bir başlık- adını verdiği serginin yer aldığı Batarya Sokak’taki yapıyla da diyalog içinde üretilmiş kimi eserler. Sergi Öktem Aykut’un Aybastı sokaktaki galerisinde açılsaydı sanırım ne teras kattaki ahşap sandık atıklarından ülkemizin gecekondu ve kaçak kat çıkma metodolojisiyle üretilmiş hiçbir duvarı olmayan tahta tapınak olurdu ne de bahçe katında içi boş dairesel havuza teğellenmiş brüt beton yunan haçı ile oluşturulmuş kadın-venüs-feminizm amblemi ortaya çıkardı.

Birinci katta karşımıza çıkan ve direkt inşaatlarda kullanılan taşıyıcı iskele borularıyla yaptığı iş biraz basit ya da yalınkat görünse de aynı üstteki işler gibi kendi kişisel hikayesiyle bağlı olup deneyimini izleyicilere de çıplak bir şekilde yaşama fırsatı veriyor. Binanın birinci ve ikinci katları güney duvarında sergilenen iki büyük tuvalin karşısında ise biraz daha uzun durmak gerekiyor. Farklı renkteki bu iki monokrom eser bana göre Sinan’ın bugüne dek ürettiği bütün işlerin hem teknik hem estetik bakımdan bir üst sentezi; başyapıtı...

Ben bisikletçiyim. Sinan kaykaycı. Belindeki ağrılardan dolayı eskisi gibi kaykay yapamıyor ne yazık ki ama deli gibi yürüyor. Yürüdüğü yerlerdeki yapıları topoğrafyayı kalıntıları değişimleri gözlemliyor, fotoğraflıyor, belgeliyor. Derslerinde ya da seminerlerinde de anlatıyor ve hatta kitaplaştırıyor. Sergilerinde gördüğümüz eserler ise malum... Böyle şeyler üretmese bile biliyorum ki yürümek iyidir. Ama böyle şeyler üretecekse de ne deyim: Sinan yürümeye devam!

Sinan Logie, Fluid Structures (Phase 18), 2019, Kağıt üzerine yağlıboya, 100 x 70 cm, Fotoğraf: Barış Özçetin

bottom of page