top of page

Kaybetmeden kaybolmak

Mehmet Dere’nin A.g.e başlıklı kişisel sergisi Merdiven Art Space’te izleyiciyle buluştu. Sanatçıyla hikâyesini ve sanat pratiğini konuştuk


Röportaj: Hüseyin Gökçe


Mehmet Dere


Mehmet Dere’nin sanat pratiğinde “yakınlıklar” önemli bir yere sahip. Çoğunlukla da çocukluktan itibaren topladığı ve biriktirdiği nesnelere karşı “gönül yakınlıkları” var. Bu karşılıklı etki ve etkileşim zamana karşı direnirken, karşı hafızanın da diri tutulmasını sağladığı söylenebilir. Kimileri için artık “gözden düşmüş” nesnelerin şiirsel bir dünya kurarak etkisini devam ettirmesini önemsiyor. Bu nesnelerin birbiriyle kurduğu ilişki, anlam ve kültür dünyası belli bir zamanı mühürlemesinin yanı sıra kolektif hafızada bu mührün kendini nasıl ve ne şekilde açabileceğine yoğunlaşıyor. Bu yakınlıkları Merdiven Art Space’de A.g.e (Adı geçen eser) adlı sergide bir araya getirerek hayatı nesneler üzerinden alıntılamanın önemine işaret ediyor. Geriye, Dere’nin de vurguladığı gibi kaybetmeden kaybolmanın şiirsel yalnızlığı ve hazzı kalıyor.


Sergi dolayısıyla doğup büyüdüğün İzmir'i, çocukluğunu, nesne toplama ve biriktirme güdülerini yakından görebiliyoruz. Bit pazarından alınmış nesneler, babanın işlettiği çoğunlukla senin sorumluluğunda olan tekel bayi ve fotoroman çizimleri arasında geçen bir döneme ve daha fazlasına tanık oluyoruz. Böyle bir ortamdan seni sanat yapmaya yönelten arzu nasıl şekillendi? Yoksa bu dünya kendi başına bir şiirsel atmosfere sahipti de sen oradaki tanıklıklar ve yaşanmışlıkları plastik ve daha başka formlarla gösterme ihtiyacı mı hissettin?


Ben bir türediyim. Biraz abartarak söylüyorum. Malum anlaşılmak için birazda abartmak lazım. “Türedi” Z.Bauman’ın Postmodernlik ve Hoşnutsuzlukları adlı kitabında kullandığı çok sevdiğim bir kavramıdır. Bu kavramı, mekânda olan ama mekâna ait olmayan kişi olarak, kendimle özdeşleştiriyorum. Kendimle, yaşamımla kurduğum diyalog sanırım, bunu zorunlu kılıyor. Başlangıç hikâyeme baktığımda ne bir sosyal sınıf ne de çevre olarak, sanata ulaşabileceğim bir alan içindeydim. Kendimi var edebileceğim özgürlük ve hayal dünyası, beni zorunlu olarak sanata yönlendirdi. Bugünden baktığımda kendimi sanat ile keşfetmeye başlamam, 2000’de Güzel Sanatlara girmem, okuma ve kendime kaçma serüvenim büyük bir yolculuk.

Kendim için bir hikâye anlatıcı tabirini kullanabilirim. Nedir bu hikâyeler? Biriktirdiğimiz şeyler. Her insan kendi hikâyelerini biriktirir. Hikâyelerin genellikle bazısı paylaşılır bazısı paylaşılmaz, ama çoğunlukla, çoğu insanlar tarafından unutulur. Benim için direniş, bu karşı hafıza olarak ürettiğim şeyler. Tüm toplama edimi benim için zaten romantik bir şey, bir nevi kaçış diyebilirim.

Nereden?. Dışardan. Nereye? İçeriye.


Ben anlamında kimlik, kültür teorisinde şöyle ifade edilir. “Ben” dışarıdan, içeriye üretilir. Biz dışarıdan, yani dış gerçeklikten besleniriz. Bir sanatçı üretirken, bir nesneden çok kendini üretiyordur, özellikle metin olarak yapar bunu. İşlerimin beni doğuran yönü topladığım hikâyeler. İlk dönem işlerime baktığında sosyo-politik kolektif hafızadan beslenen ve dönüşen, sosyolojik ve felsefi yapıları olan, kimlik problemleri üzerine işler görürsün. Sanatı kültürel bir üretim alanı, bir oyun olarak kurguladığım ya da gördüğüm işler. İlk dönem işlerime baktığınızda; Türkiye’deki bireysel olarak yarılmaların ve çatışmaların işaretleri ile uğraştığımı söyleyebilirim. Kimlik, özellikle de politik kimlik, kaçış stratejileri gerektiriyor.


Altı çizilmesi gereken ikinci konu herhangi verili bir formüle dayalı bir üretim modelim hâlâ yok. Hatta tanımsız kalmaya gayret ediyorum. Bu erotik durum, sürekli arzuyla arasına mesafe koyma çabası veya erteleme durumunu çağrıştırıyor. Arzuya sahip olmakla ilgilenmiyorum, arzunun kendisini korumaya çalışıyorum. Çalışmalarımın toplumsal hafızaya, bireysel çelişkilere odaklandığını söyleyebilirim. Bir çok şeyi söyleme amacıyla üretimlerimi sürdürmüyorum. İç gündemim neyse güncelimde o.


Yapıtlarımda duygusal bir geri çekilme, sessizliği arama çabasını görüyorum. Söyleyemediklerim, söylediklerimden, anlatamadıklarım, anlattıklarımdan fazla olduğu için bir şiirsel temas ile ilgileniyorum. Sessizlik bu anlamda çoğul bir gürültü benim için. Bunu romantik bulabilirsiniz. Ben özellikle kendimi üretirken içsel olarak bir şeyleri aktarabileceğimi inandığım için kendimi romantik buluyorum. Üretimlerim genel olarak enstalasyon formunda, mekanla ve çevreyle ilişkiye giren işlerden oluşuyor. Bir durum ve ilişki biçimi olarak formun cisimleşmesine önem gösteriyorum. Dışarıdan bir gözle eserlerime baktığınızda küçük parçalardan sürekli bir bütüne ulaşmaya çalışan çok parçalı enstalasyonlar olarak varlığını gösteren yapılarla karşılaşıyorsunuz. Desen, obje, fotoğraf, metin fark etmiyor. Bu bir tür minyatürleştirme ve biriktirme işlemi. Dünyayı minyatürleştirerek yanınızda taşıyabilirsiniz. Bir kibrit, bir anı,bir nesne, koparılan eski bir defter yaprağı gönderme yaptığı zamanı veya zamana bağlı olarak hafızayı kolektif olarak yeniden üretilebiliyor.


Mehmet Dere, Benim, Dünyam Senin Cümlen, 2015, Kağıt üzerine yağlı füzen, 70 x 100


Sanat anlayışın kurduğun yakınlıklardan oluşuyor. Ailene, geçmişine, hayatında yer eden nesnelere romantik anlamda bir yakınlık var. Bu, sanat eserini üretirken çok önemli yararlar sağladığı gibi tehlikeli bir konumda da bıraktığını düşünüyorum sanatçıyı. Tam da bu konumda eser üretirken nasıl mesafeleniyorsun? Aldığın tavrı, strateji ve yöntemleri merak ediyorum.


Küçük bir çocukken sakla(n)mayı çok seven bir çoçukmuşum. Hâlâ kendimi sakladığımı söylerler. Az konuşurdum, yani bir nevi introvert. Hatta annem çok ilginç bir anısını benimle paylaşınca bu yanımı daha iyi kavradım. Ben, özellikle küçük yaşlardan itibaren, evimizin tahta parke aralarına, döşemelerine, para, şeker, oyuncak vs atarmışım. Bu nesneleri sıkıştırmayı, bir yerde bekletmeyi, bir çeşit zaman kapsülü olarak mı değerlendirmek gerekir onu bilemem. Ama çocukluğumdan beri bir noktada bir şeyleri biriktirmek, belki de onları sonrasında çağırmak veya bekletmek şimdiden bakınca inanılmaz tuhaf, anlamlı geliyor. Anneme şöyle dediğimi anımsıyorum; “Anne parkelerin değişimi geldiğinde sakın döşeme altındaki birikmiş şeyleri, lütfen pislik olarak atma”.


“Onlar, benim. İki anlamda da. Ben geleceğim ve toplayacağım.”


Bu benim için inanılmaz bir keşif alanı ve benim için süpriz şeyler saklıyor. Isırılmış küçük kalemler, eski sakız reklamları, tombala rakamları, eski futbol kartları, tebeşir ve kırmızı kalemler, meşeler, renkli fasulyeler vs.İnsan her zaman kendisiyle karşılaşamıyor. Ben de bu konuda fazla konuşmak istemesem de bu deneyimin özeti; bir tür saf karşılaşma. Sanatçılar genel olarak açıklamada bulunabilirler ama onları yorumlamak bu karşılaşmanın gizini öldürmek anlamına gelir.


Zemin, evin yani çoçukluğumun,biriktirdiklerimin mekânı olarak beni şimdiye bağlıyor. Biriktirdiklerim bir çeşit çoçukluktan veya çoçukluğa kaçış olarak okunabilir. Kozmik bir ilişki. Ben büyüdükçe bu zeminden kopmadan ilerleyen, en saf hayallerimi biriktirdiğim ‘kaybetme sanatı’ ortaya çıkıyor. Kaybetmeden kaybolmak, sanatın alanı. Düş ile gerçek arasında...


Mehmet Dere, Mim, Yerleştirme; Kağıt içinde 40 adet demir leblebi ve A4 fotokopi, 130 x25x25, 2018


Her yakınlık unutulmaz mutluluk anları yaşattığı gibi, ölümcül bir yalnızlık ve ruh haline de sürükleyebiliyor. Tekrar toparlanma ve yol alma hayli bir güçleşiyor. Senin yakınlıkların ne düzeyde gerçekleşti? Sanat hayatında karşılığı nasıl oldu?


Yakınlık, çalışmalarımı anlamak için anahtar bir kavram. Affinities. Bu sergiden önceki sergimin ismi Gönül Yakınlıkları idi. Gönül yakınlıkları, benim sanatsal yaklaşımıma ilham veren ana metafor. Bu metafor, benim yaşamımda birleştirmeye çalıştığım uzlaşmaz zıtlıklara gönderme yapmakta. Bu yakınlık bir anlamda benim üretim pratiğimdeki sorunsalların iç içeliğine, kopmaz bölünmezliğine işaret ediyor. Eserlerimde kurduğum kavramsal ikiliklere baktığımda, diyalektik bir zıtlıktan ziyade, bir çeşit "gönül yakınlığı’’ ile bir arada. Ne söylediğiniz nasıl söylediğinizden ayrılamaz.


Bir sanatçı olarak üretimlerime, yani “gönül yakınlıklarıma” baktığımda "anlam" ve "form" yakınlığında gerçekleşen bir "cisimleşme" kavramı merkezinde birleşiyorlar. Türkiye’de bir sanat tarihçisi olarak bir sanatçının kendi monografisini yazma serüvenini içeren monografik kitabım Gönül Yakınlıkları’da bu şekilde ortaya çıktı.


Bu monografik okuma , gerçeklik ile temsil, form ile anlam, varlık ile yokluk, kavram ile imge, arşiv ile bellek, politika ile poetik ve yüce ile yüceltme gibi kavramlar arasındaki mevcut yakınlıkları, bir sanatçı monografisine dönüştürdü. Son dönemdeki üretimlerimi ve formlarımın malzemesini oluşturan düşünce ve duygularımı bu yakınlık görünür kılıyor.


Thomas Bernhard bir romanında insanın ilerlemesi ve mutlak gerçekleştirmek zorunda olduğu sanat eserini gerçekleştirmesi için o kişinin insafsız olması gerektiğini söylüyor. Yeri geldiğinde varolmak ve özellikle sanat yapmak için kendine ve çevrene insafsız olabildin mi?


Dünyanın en kırılgan ilişkisi.

Soru çok güzel, ama yanıtlaması çok uzun ve meşakatli.

Bu sorunun altında sanırım şu soru var; “Neden sanata sığındın?” Çünkü gidecek bir yerim yoktu.


Tennessee Williams bir röportajında soruyorlar, bununla ilgili bir şey. Williams çok basit bir şekilde “Neden yazdım, çünkü hayatı yetersiz buldum” diyor. Yabancılaşmamın Bernhard’ın duyduğu tiksinti boyutunda olduğunu söyleyemem ama benzer olarak bir empati geliştirdiğimi söyleyebilirim.


Bernhard’ın anne ve babasına duyduğu kırgınlığı ve öfkesi malum, ülke yönetimine(Avusturya) ve dine karşı sorgulama biçimi ve sevgisizliğini de biliyoruz. Biz, bizi dokuyan ve bize dokunan bir metnin parçasıyız. Çalışmalarımı, bu anlamda bazen bir çeşit çırpınış olarak okuyorum. Bu modernite dediğimiz olgunun-algının bir sonucu. Bunun içinde sosyal kopukluk, aidiyetsizliğin doğurduğu yalnızlaşma ve mutsuzlukta var. Ben Nietzschevari olarak söylersem; ağırlığın ruhuna karşı, neşeyi savunanlardanım.Kendime öteki kalmak için, kendimi kaç parçaya ayrıldığımı bir bilsen..


Mehmet Dere, A.G.E, 2023, Yerleştirme; 3 adet su bardağı, duvara monte ahşap kaide, 100 (49+51) adet pellur kağıt, bir pellur üzerine renkli kalem desen, değişken boyutlarda


Kendi tarihinin yanı sıra 1980'li yılların sonu ve 90'li yıllarda hayatlarımızda yer edinen kimi nesneler bir duvar boyunca kolaj oluşturuyor. Tekil nesnelerin kendi form ve anlam dünyası ile birbirleri arasındaki ilişkiler o yıllara ait birçok toplumsal ve kültürel veriler sunuyor. O yılların senin ve sanatın üzerindeki etkisinden bahsedebilir misin?


Stardust, beni ve tüm işlerimin referans setini oluşturan özel bir iş. İsmi; yıldız tozu. Stardust is Trust. Bu yerleştirme, izleyici açısından bir sanatçı olarak benim dünüm ve bugünüm arasındaki ilişkileri görünür kılan bir köprü niteliğinde. Hepimiz yıldız tozuyuz, bu bilimsel olarak Carl Sagan’ın evrenin ve insan varlığının fiziki özelliklerine, aynı zamanda şiirsel hikâyeler evrenime gönderme yapıyor. Ben üretimlerimde kendini gösteren, çok parçalı enstalasyon üretimlerimin kapsanamayan bütünü bu yerleştirmede bir çeşit kendi dipnotum olarak görüyorum.


Benim toplama, biriktirme ve sergileme deneyiminin özeti. Buluntu objeler, İzmir’de yaşadığım dönemde duvara kalıpla ürettiğim mekâna özgü müdahaleler, çizimler, babamın tekel bayisine ait fatura koçanından yapılma külah formu, çeşitli dönüştürülmüş objeler, benim yaşam izlerime ve bu izlere dokunan anıların yan yana gelmesiyle bir ilişki içerisinde var oluyorlar. Bu imgelerin bir araya gelme sürecini paylaştığım gibi, seyirci açısından bir benim zamanıma,benim gerçekliğimle karşılaşma anlarına işaret etmekteyim. 2000-2004 yıllarında Dokuz Eylül Güzel Sanatlar Resim Bölümü’nde aldığım eğitim dönemi çok önemli. 2001 yılı Türkiye açısından da, çok yönlü belirleyiciliği olan bir süreç. Bugünde olduğu gibi yine sosyal ve ekonomik bir buhranın içindeydik. Ekonomik krizin yol açtığı büyük ekonomik daralma, siyasal ve toplumsal yarılmayla beraber kendisini gösteriyordu. O dönem işlerime yakından baktığında, 11 Eylül’ün izlerini hemen fark edebilirsin. O dönem kafayı taktığım şeylerin arasında; savaşın kurgusallığı, öteki kavramı,daha doğrusu yavaş yavaş sürgüne dönüşen mülteci yaşamlarımızın sorgulanması vardı. O dönem, benim kişisel dipnotlarıma, ucuz fotokopi kolajları ve dağılan imgelerin çarpıcıi etkisi eşlik ediyordu.Çünkü üretmek o dönem benim için oyunda kalmak, bir anlamda kendi çaresiz stratejini üretmek demekti. Yıldız tozu bu anlamda benim zihnimin göçebe halinden beslenen bir yolculuk hikâyesi sunuyor.


 

"Unuttuğum gerçek ise; 'İnsan ne zaman evindedir?' sorusu. Benim için 'kaybolmak' nerede olduğunu bilememek anlamına geldiği gibi “yalnız kalmak”, “kendi yalnızlığında kaybolmak” gibi anlamları 'içinde' ve 'beraber' taşıyor."

 

Dönemsellestirdiğin yıllar popüler kültürün Türkiye'de zirve yaptığı yıllar. Bu anlamda sergide kimi nesneleri de görebiliyoruz. Pop-art'ın herhangi bir nesneyi devasa ve renkli bir şekilde sunuş şeklinden ziyade o nesneyi daha minimalize bir şekilde sunduğun göze çarpıyor. Seni böyle bir gösterme biçiminden alıkoyan nedenleri merak ediyorum.


Bu sergi, benim imgelere erken bağlılığımın bir başka biçimi, desene, çizgi roman kültürüne ve küçük yaşlarda başlayan resim tutkuma dair ipuçlarını da barındırıyor. Sergi kapsamında; kolaj ile yaptığım ilk dönem işlerimden, günümüze kadar ürettiğim çeşitli yerleştirmeleri görebilirsin. Bu anlamda içinde bulunduğum toplumun ve zamanın izlerini taşıyorum. Ben aynı zamanda, imgelerin sadece görsel birer nesne olarak değil, kültürel anlamlar, duygular ve anılarla yüklü semboller olduğu bir alanda çalışıyorum.


Ben imgeleri sadece “dünyaya açılan bir pencere” olarak değil, aynı zamanda duygusal bir temas anlamında, bir çalışma konusu olarak görüyorum. Küçük yaşlardan itibaren biriktirme ve bir araya getirme eylemleriyle ilgileniyorum. Bir şeyi yapmak, sadece bir şeyi inşa etmek değildir. Her şey hissetmekle ilgilidir. Formlarım ise, arzu nesneleri anlamında, kendi dünyamı kavramak için bir araç. F11 tuşundan, kendi çocukluk imgelerime, yanmış kibritlerden, çizgi roman kahramanım Hulk’a, lise döneminde ürettiğim konan desenlerime kadar, çeşitli imgeleri toplayıp, bunları kendi iç gerçekliğinde cisimleştiriyorum. Bu sergi kapsamında izleyici benim genç bir sanatçı adayı olarak 2000’lerin başlarından İzmir Dokuz Eylül Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümündeki eğitimime, kavramsal sanata ve politik yaşamını ifade edecek bir plastik dil arayışıma tanıklık ediyor. Benim üretim pratiğim, yeniden üretilmiş imgelerin gündelik estetiğini aşan, kendine özgü bir anlam gerçekliğine ulaştı. Bu anlamda yerleştirmelerim, imgelerin bireysel ve toplumsal hafızamı nasıl inşa ettiğini gösteren bir araştırma.


Soldaki eser: Mehmet Dere, La, 2022, Kağıt üzerine grafit füzen, 100x70,

Sağdaki eser: Mehmet Dere, Levha No 1, 2023, Sünger üzerine müdahale ve kalem, 35x50


Bir zamanlar avangardlar “şok”a çok önem verirlerdi. Manifestolarında, kolaj ve anti -sanat pratiklerinde bunu görebiliyoruz. Günümüzde neredeyse hiçbir şey artık insanları sarsmıyor. Hazır nesnelerle yaptığın kolajda buna benzer bir etki yaratmayı düşündün mü?


Dışarıdan, yani izleyicinin bakış açısından ziyade, ben kendi iç gerçekliğimden besleniyorum. Benim hissettiğim şey, bir imge, form olarak cisimleşmesi.Bu önce zihnime veya birden gözümün önüne geliyor, sonrasında süreç içerisinde zihnimde şekilleniyor. Çok sezgisel bir süreç. Boşluğu, yani pozitif anlamda boşluğu önemsiyorum. Benim için boşluk, oyun kurucu niteliğinde.

Lars von Trier’in Dalgaları Aşmak filminde geçen bir diyalog var. Film, inanç daha doğrusu inanmanın gücü veya inancın anlamı üzerine. Filmde ana karakter Bess’in sakat kalan kocasına duyduğu aşkı ve inancını görürüz. Filmin içinde bir çok çarpıcı diyalog var, ama (bana zaten tüm diyaloglar tanrıyla bir iç konuşma olarak çok çarpıcı geliyor) en sevdiklerimden biri demek istediğimi gayet net bir şekilde özetliyor:


"-Tanrı herkese bir yetenek verir. Ya senin yeteneğin ne Bess?

-İnanabilirim."


Bu tür karşılaşma anları, eğer uyanma anlarına dönüşebilirse benim istediğim etki kendiliğinden gerçekleşiyor. Bu esasında motive edici bir inanç ve iç ses arayışı. Çoğu zaman aranan kaybettiğimiz masumiyet duygusu değil mi?


Şok etkisi dediğin şeyi şöyle tarifleyebilirim. Ruben Östlund’un Hüznün Üçgeni filminin özellikle kaptanın “yemek saati” sahnesi “şok etkisi” anlamında zirvedir. Filmin bu sahnesi bir sosyal psikoloji deneyi gibi işler, provokatif, keskin bir sınıfsal hiciv taşır. Ama sahne özellikle; ekonomik sistem, sosyal eşitsizlikler ve kişisel önyargılar hakkındadır. Bence başarılıdır çoğu eleştirmen klişe buluyor. Kapitalist toplumun neden olduğu sosyal hiyerarşileri ve sınıf ayrımını, yiyemedikleri yemekleri kusarak, bir tür müşteri memnuniyeti olarak bize sunar. Yani şok deneyimi bir tür iç görü patlaması olarak okuyorum.


Benim için daha önemli olan bu şiirsel birliktelik. Şairlerin sözcüklerle yarattığı dünya, ne denli imge peşinde koşarsa koşsun, gözle görünen bir dünya değildir der F.Edgü. Şiirsel olan bu içgörünün diyalektiği. Şiiri her zaman besleyici bir kaos olarak düşünüyorum. Bu benim sessizliği arama dediğim şey. Bir mistifikasyon değil, bir tür şiirsel yaklaşım. Poesis.


Bana göre bu sergide ön plana çıkan bir başka özellik serginin ismi olan A.g.e. Bu ifade bilimsel makalelerde dipnotta aynı esere tekrar atıf yapıldığında kullanılıyor. Birçok defa aynı esere atıf vermek yazarı kendi eseri olmaktan çıkarabilir. Senin yerine bir başkası yazmış gibi olur ilgili yerler. Aslında buradan kendi başına yaratıcılık ve özgünlük de yoktur sonucuna da varabiliriz. Birlikte düşünülerek bir şeyler icat edilebilir. A.g.e ifadesini sergiyle kurduğun ilişkide nasıl bir bağlamda ele alıyorsun?


A.g.e başlığı bir sergi bağlamında bir çeşit gönül yakınlığı. Sanatçının kendine görünmeyen referansı anlamında ürettiği form ve bir “dipnot” fikri üzerine gidiyor. Sergi “Adı geçen eser” olarak benim kendime daire yani bir çeşit “eser-ben”e işaret etmekte. A.g.e, malum aslında bir atıf kısaltması olarak kullanılır. Bu kısaltma,bir eserin kaynağını gösteren dipnotlarda sıkça, aynı kaynak için tekrar atıf yaparken kullanılır. Ben, bu kısaltmayı bağlamsal anlamda kendine dair görünmez metin olarak referans olarak kullanıyorum ve izleyicilere kendi referanslarını oluşturarak eserlerinin zamansal ve düşünsel gelişimlerini takip etme fırsatı veriyorum.


Serginin bağlamı içinde, sanatçı bir çeşit görünmez metin esasında. Bir tanıklık ve hafıza meselesini önemsiyorum.Sanatçıyı tanımadan, onun zihin dünyasına girmeden anlamak benim için mümkün değil. Serginin başlığı bu minvalde topladığm biriktirdiğim şeyleri ( altını çizdiği tüm cümlelerde dahil) izleyiciye benim söyle(ye)mediklerini/göster(e)mediklerini vaad ediyor. Bu anlamda A.g.e, kişisel sergi olarak, izleyicilere benim üretimlerinin düşünce ya da zamana dair referanslarımı nasıl oluşturduğumu ve üretimlerimi nasıl kurguladığım üzerine düşünme fırsatı sunuyor.


Mehmet Dere, A.g.e (Adı geçen eser) sergisinden görünüm


Susan Buck Morss, Walter Benjamin üzerine yazdığı Görmenin Diyalektiği (Metis Yayınları) adlı kitapta hafıza ve unutuş konusunda Benjamin’in Proust yorumuna yer verir. Benjamin’in, Proust’u hayatı hatırladığı şekliyle değil de, yaşandığı şekliyle hatırladığını belirtir. Morss, Marcel Proust'un aksine Walter Benjamin'in “unutulduğu şekliyle” hatırlamak gibi bir edimi olduğunu söylüyor. Hatırlama ve unutma arasındaki bu farkı önemsiyorum. Özellikle hafızanın politik önemine güçlü bir şekilde vurgu yapıldığı bir dönemde, bir şeyleri "unutulduğu şekliyle"hatırlamanın daha politik bir eylem olduğunu düşünüyorum. Bir şeyi "unutulduğu şekliyle" hatırlamakla "yaşandığı gibi hatırlamak" arasında muazzam bir fark var. Her ikisi de bir uyanış anına göndermede bulunurken ilki derin uykulardan uyanmayı gerektiriyor. Sen daha çok anımsamanın ve hatta yeri geldiğinde unutmanın önemine mi işaret ediyorsun?


“Kendinle dünya arasındaki mücadelede, dünyanın yanında yer al.” der F. Kafka.

Ben geçmişin her zaman “şimdide” yaratıldığına inanıyorum.Nasıl hatırlıyoruz? Nasıl bir araya getiriyoruz .Burada kurucu çatı nasıl işliyor? vs. Ben sevmeyi öğrendiğim şeyin bir parçasıyım. Bu sevdiğim şeyler, anımsadığım şeyleri bir araya getirmek, bir tür yüzleşme olarak izleyiciye sunma amaçlarını da “içinde ve beraber” barındırıyor. Hafıza mekânları ile ilgileniyorum. P. Nora’nın deyimiyle ifade etmem gerekirse, insan bedeni dışında, hatırlamaya yardımcı olan bir tekniğe atfen, "mnemonik" bir tür hafıza mekânları ile ilgileniyorum.Hafıza mekanları olarak yerleşitrmeler üretiyorum. Örn; Stardust, 100 ünlü Türk, Ağlayan Çoçuklar, Self Servis, T.C Not defteri vs. bunlardan sadece bir kaçı.


Hafıza benim işlerimde çok başat bir tematik bağlam. Monografimde (Gönül Yakınlıkları kitabında) bunu ayrıntılı olarak değiniyorum.


“Hafıza etnografiktir, çünkü her birey, içinde bulunduğu toplumla ilişkisinde bir hafıza coğrafyasına ulaşır.Hafıza psikolojiktir, çünkü birey, kendi iç evreninde dış dünyadan gelen veriler eşliğinde açık ve net olarak bilince gelmeyen kavramları simgeleştirir, bastırır, yüceltir. Hafıza politiktir, çünkü dış gerçekliğin yıkıcılığına karşı birey bu gerçekliği değiştirmeye çabalar, politika bu bütünlüğü değiştirmeye yönelik çabayı ifade eder.”(Mehmet Dere, Gönül Yakınlıkları s.112).

Hafıza bağlamında göstergeler, unutmanın getirdiği öğrenme biçimi olan coğrafya, kimlik ve iktidar kavramları temelinde, bir çok eserimde farklı formlarda kendini gösteriyor. Benim karşı bellek olarak ortaya koyduğum şey, unutmanın (bastırmanın) yarayı fetişleştirmesine izin vermeyeceği bir şiirsellik arayışı. Mesela ilk dönem işlerimde toplumun tarihsel hafızasının üzerindeki acı veren şeyler gündemimdi.Bu işler ağırlığını, politik eylem alanı olan bir bellek alanında yüzleşmeye çağıran işlerdi.Bu anlamda, benim tavrında estetik olan etik olandan ayrıl(a)madığı bir noktada birleşiyor.


Mehmet Dere, Stardust, 2009, Yerleştirme, Çeşitli buluntu obje, desen, 150x324


Son olarak ben sanatçı olsaydım atölye yeri olarak mezbahaneleri söylerdim. Çünkü orada kıyım, sömürme, parçalara ayırma ve “çığlık” var. Bu inanılmaz derecede korkunç. Buradan dünyaya bakmaya çalışırdım. Sen de buna benzer yerler hiç düşündün mü?


Hüseyin Bahri Alptekin’in monografisinde geçen bir cümle var, bu cümle beni çok etkiler. HBA ”Asıl olan kaybolduğun yerdeki ilk bakıştır” diyor. Bir çeşit, Nuri Bilge Ceylan’ın Ahlat Ağacı filmindeki “Vaktinde firar zaferdir” cümlesi gibi. Genellikle üretmek için, özel olarak bir mekana ihtiyacım olmadı. Tek sahip olduğum şey, kendimim. Ben zihinsel ve fiziksel olarak kendimi üretiyorum.Erken dönemimde öğrencilik yıllarımda, İzmir’de Gürçeşme’de başlayan sokak işaretlemeleri, kimsesiz metruk alanlara özgü yerleştirmeler, birisinin gerçekten çok dikkatlice baktığında görebileceği sergiler yapıyordum.Benim için sokaklar, bir çeşit laboratuvar gibiydi, hâlâ da öyle. Sokağın senin gerçekliğini ters yüz etme durumu çok besleyici. Sevilen şeyler kayboluyor, bazen sadece bu anları, imgelere dönüştürebilirsem onları elimde tuttuğumu düşünebiliyorum .Mesela bir desen,bir obje,bir yerleştirme “şimdi” bana evimde olduğumu hissettiren yegane nesneler olarak var olabiliyor. Unuttuğum gerçek ise; “İnsan ne zaman evindedir?” sorusu. Benim için “kaybolmak” nerede olduğunu bilememek anlamına geldiği gibi “yalnız kalmak”, “kendi yalnızlığında kaybolmak” gibi anlamları “içinde” ve “beraber” taşıyor.


Dış dünya hep aynı, değişen ise sadece ruh hallerimiz. Çoğu zaman ise aranan kaybettiğimiz masumiyet duygusu. Bu durum, en iyi Nurdan Gürbilek’in ifadesiyle özetlediği şekilde geri dönüş yolunun kaybolduğu, bir eve dönüş deneyimi olarak özetlenebilir. Nurdan Gürbilek, bu durumu “eve dönmek için her zaman çok geç kalındığını, “ne dönülen yerin bırakılan yer, ne dönen kişinin vaktiyle giden olduğunu hepimiz kendi hayatlarımızdan biliriz” şeklinde ifade eder.


Çalışmalarım da şiirsel tavrım bu minvalde, kaybolmanın yalnızlığını keşfetmek için ilhamı nasıl kullandığım üzerine.İlham kesintiye uğratan, tutarsızlık gerektiren, sakarlıkta hayati bir deneyim olarak ısrar eden bilinçdışımın ürünü.Bazen ne yaptığımı bilmesem de yine yapmaya devam ediyorum.Bu bir tür kendi üzerine çalışma pratiği. Atölyemi fiziki bir mekandan ziyade mecazi bir ruhsal mekan olarak tanımlayabilirim ve bu mekâna Simge Kıraathanesi derdim.

bottom of page