“Birçok farklı yüzüm ve duygum var, hepsi varlıklarını birlikte sürdürüyor” diyen Erol Eskici’nin, Sanatorium’da gerçekleşen ve 13 Ocak’ta sona eren dördüncü kişisel sergisi Stratigraf, sanatçının son yıllarda üzerine düşündüğü jeoloji alanından ilhamla ürettiği resimlerden meydana geliyordu. Temel amacı kayaların özelliklerini ve sıralanımlarını inceleyerek jeolojik tarihçeyi aydınlatmak olan stratigrafi ekseninde tabakalar, topografyalar, segmentler, iç mekânlar ve mimariler arasındaki korelasyona odaklanan Eskici ile ilk sergisinden bu yana kafasını kurcalayan konuları ve işlerindeki dönüşümü konuştuk
2598 kelime
Erol Eskici
Seni sadece Stratigraf üzerinden tanı(mla)mak aslında biraz zor. Daha önceki sergilerini bilen biri olarak biraz eskiye gitmek istiyorum: 2010-2011 yıllarında MAC Art'ta arka arkaya yaptığın iki sergide ne kadar farklı malzemelerle ve deneysel biçimde çalıştığını görebilmiştik; tuvaller, kağıt işler, objeler, videolar, sesler... Giderek bu malzeme çeşitliliği azaldı ve bu son serginde neredeyse tek bir malzemeyle yapılmış tuvaller yer aldı. Malzeme konusundaki bu yalınlaşma nasıl gerçekleşti?
İlk iki sergim biçimsel yönden ve sergileme türü itibarıyla birbirlerine daha yakındı fakat bu iki sergi sadece on bir ay arayla ve aynı mekândaydı. Dolayısıyla aradaki süre kısa, mekân aynı olunca benzerlik şaşırtıcı değildi. Buna rağmen ikinci sergideki resimlerde, on bir ayda geçekleşmesini beklemeyeceğiniz kadar büyük bir değişim de vardı. Bu açıdan beni tekil hiçbir sergim ya da eserimle tanımak mümkün değil. Birçok farklı yüzüm ve duygum var, hepsi varlıklarını birlikte sürdürüyor. Bu açıdan ben de kendime sürekli şaşırıyorum. Bu sefer malzeme ailesi değimiz araçların içerisinden birine merceğimle yoğunlaşıp onun kendi içindeki çeşitliliği üzerinden hareket ettim. Temelde değişen şey eylem değil, nesne de olabilir. Periskop derinliğindeyken dışarda bir şey görüyor ve yeni bir hamle için dibe dalıyorsunuz.
Sırasıyla bakarsak, ilk seferinde kına ile yapılmış resimler, reklajlar, fotoğraflar, nesneler, köpükten heykeller, buluntu malzemeler derken hayli karışık fakat bir o kadar da hareketli bir sergi çıkmıştı ortaya. Daha gençtim ve o günkü savsaklığıma ve dağınıklığıma eşlik eden bir de cesaretim vardı. Mimar Sinan Üniversitesi’nde öğrenciydim. Okula ilk girdiğim sene yaptığım eserlerden de vardı o sergide. Onun öncesinde güzel sanatlar lisesi eğitimimden birçok araç gereci ve malzemeyi az çok tanıyordum. Lakin ilk sergideki eserlerin çoğu bu bahsini ettiğim araç gereç spektrumunun ve malzeme tanımlarının dışına taşmıştı bile. O döneme baktığımda farkında olmadan minik icatlar yaptığımı, kombinasyonlar bulduğumu görüyorum. Lisede başlamıştı bu ilgim.
Plastikle haşır neşirliğim pek değişmedi ve bugüne geldi. Biraz daha incelmiş ve sofistike hale gelmiş durumda sadece. İkinci sergimde bu çeşitlilik bir miktar daha süzülmüş olarak tekrar etti. Orada da yerleştirmeler, ad-hoc’lar vardı. Lakin resimlerde bir malzeme bütünlüğüne doğru yol aldığımı o süreçte hissetmiştim. Kağıt ve akrilik yoğunluklu büyük boyutlu resimler yapmıştım ve diğer alternatif malzemelerle yapılan resimlerden kalmamıştı. Malzemeye dokunduğumda onda bir şeyleri değiştirebileceğim hissiyatı hiç değişmedi bende. Bir hayli fiziksel bir bağlantı bu. Ne olduğunun çok da önemi yok, o inancın bir tür reflekse dönüştüğü bir noktaya geliyorsunuz. İnsanların yaratıcılıklarını her ne harekete geçiriyorsa ya da onunla ahenk içinde hareket ediyorsa, bu yapılan eylemde ve ortaya çıkan sonuçta özel bir yan olduğunu duyumsamak zor değildir. Malzeme, kavram, söz, yazı ya da eylem olabilir. Ne olduğunun bu açıdan bir önemi yok. Önemli olan yaratıcı ve devrimci aktivitedir. Benim de o gün alet çantamda onlar vardı, bugün başka şeyler olabilir. Şunu unutmamak lazım; bazı sergiler moleküler davranır bazı sergilerinse karakteristiği daha molardır, bütüncüldür.
Bunun yanında bütün bu üretimin içinde ince bağlantılar, alt akıntılar hep devam etti. Örneğin ilk sergime adını veren videoda kullandığım yıllıklardaki suretler, portreler ikinci sergimde Sunak adlı duvar yerleştirmesinde, Özneler adlı bir seri olarak üçüncü sergim Nostomania’da tekrar eden motiflerdendi. Topografya, o zamanlar da ilgilendiğim konulardan biriydi. Büyükbabamla tehlikeli bir yolculuk sonrası Irak'taki bir mülteci kampından daha önce hiçbirimizin görmediği bir akrabamızı almaya gitmiştik ve bir çamur deryası ve can pazarıyla karşılaşmıştık. O gün gördüklerim hafızamın en derin yerlerine kadar indi. Bu keşmekeşin, çamurun içinden bembeyaz kıyafetler içindeki yaşlıca bir kadını alıp götürdük. İşte ben yıllar sonra bu bahsi geçen yolculuğun fotoğraflarını buldum, kına ve toprakla resimler yapmaya karar verdim. Yani hem otobiyografik hem de topografikti bütün bunlar. Benim derdim de topografik bir imge yakalamaktı. Bir nevi geçmişimin ve topografyanın tomografisi diyelim buna. Topografyayı ona içkin bir görsellik ve hafıza içinde, onu en dolaysız yönden verecek materyalin peşindeydim. Fakat neredeyse hiçbir zaman salt bir malzeme fetişizmi içinde olmadım. O malzemeyi özel bir neden olmadan kullanmadım. Adolf Loos'un “Biçim işlevi izlemelidir” şiarı gibi bende de malzeme ve biçim, içerikle eşzamanlı hareket eder çoğu zaman. Onu, içinde işlevsel bir rol oynayacağı kavramsal aparat ile çalıştırırım. Nihayetinde bütün bunlar kendiliğinden gelişiyor.
Lisedeyken de malzemeleri dönüştürmeyi, onları uç birleşimlere zorlamayı seviyordum. Uç noktada ortaya çıkan her şeyde özel bir yan olduğunu düşünürüm. Bir tür kırılganlığa da sahiptirler. Her özel şeyin aynı zamanda kırılgan olmasında müthiş bir melankoli buluyorum. Mekanik ve elektronik düzeneklerin arasındaki farklar gibi tıpkı. Elektronik düzenek daha verimli, hızlı, daha hassastır lakin çok ince dengedeki birçok parçaya bağımlıdır. Ufak bir parçanın bozulması sistemi kilitler.
Bu malzeme çeşitliliği şimdilerde başka türlü; daha dikkatli ve hassas bir tonda devam ediyor. Eskiden daha hızlı, daha hoyrattım; bazı şeylere ulaşabilecek maddi imkanlardan da yoksundum doğrusu. Dolayısıyla elime geçen her şeyle, atölyeme girmiş her nesneyle bir şeyler ürettim. Bunu hem sevdim hem de buna mecburdum. Oradan kalan iyi huylarımdan bazılarını saklıyorum. Eksik olan birçok şeyi tekrar tekrar düşünüyorum. Örneğin çerçeveler konusunda pek bilgim yoktu, zamanla bunda bir tür göz kasına ihtiyaç duyduğumu anladım ve buna yoğunlaştım. Kağıtların asit oranları benim sorunum değildi sanki, artık bunları dikkatlice incelemeden kullanmıyorum. Keşfetme ve denemeye olan yatkınlığımdan -bu iki kelime sorunlu olsa da- pek bir şey eksilmedi. Yakın zamanda bir tür taştan yapılmış kağıtla karşılaştım ve iyi sonuçlar elde ettim. Stratigraf sergisinde de görünürde bütün bunlardan pek bir nüve yokmuş gibi duruyor fakat arka planda yoğun bir araştırma, okuma var. Buradaki sonuçlara yüzlerce farklı şeyi deneyerek ulaştım. Bu sefer, elde etmek istediğim özel bir sonuç ile, malzemenin imkanlarının yarattığı olanaklar arasında orta bir nokta bulmak gibi bir gayem vardı.
Sergileme formunun değişmesine değinecek olursak, en başta bahsini ettiğimiz üretme ve sergileme formlarını yine, yeniden tekrarlamanın şimdilik pek anlamı olmadığını hissettim. Tam bu noktada belki bir tür sadeleşme, yalınlaşma ihtiyacı, hem sergileme hem de üretim anlamında, gözüme çarpmış olmalı. Bundaki değişken faktörlerden bazıları, daha önce sergilerimi açtığım mekânların hafif labirentimsi, girinti çıkıntıların, köşelerin, saklı alanların bol olduğu mekânlar olması. Orada ufak tefek sürprizler yapabiliyorsunuz. Yeni sergiye gelirsek, mekân daha küt ve bir hayli beyaz küp formundaydı. İlk başta bunu küçük desenlerde dağıtıp kırmak istedim lakin sonunda belki bunun tekdüzeliğine uymayı denemenin de daha önce yapmadığım bir hareket olması bakımından ilginç olacağını düşündüm.
Malzeme konusuna ek olarak, pratiğinin erken döneminde senin atölye-araştırma sürecinden fragmanları da serginde görebiliyorduk. Atölyenin bir kısmını -buna eskizler, notlar dahil- sergiye taşıyordun. Dolayısıyla kullandığın teknikleri merak eden biri, bu ipuçlarına bakarak rahatlıkla iz sürebilirdi. Bu son sergide işin mutfağına dair bir şey yok; üstelik kimi işleri nasıl yaptığına dair büyük bir merak var; sen de “Bunu nasıl yaptın?” sorusuyla sıkça karşılaştığını söyledin. Bu teknik konusuna dair ne söylersin?
Mutfağı göstermek sergileme yöntemleri arasında bir yöntem sadece. Aslında o zaman da mutfağı tam olarak göstermiyordum; o ana kadar biriktirdiklerimi galeriye götürüyor ve sergiyi kurmam için bana verilen süre içinde, çok anlık olarak bir şeye dönüştürüyordum. Bazen bu dönüştürdüğüm şeyin taslağı bir fikir bulutu şeklinde kafamda oluyordu fakat mekânda her şey değişiyordu ve yepyeni bir şey çıkıyordu ortaya. Bugün böyle bir şey yapabilir miyim, emin değilim.
İlk sergimde o kadar farklı meseleler vardı ki, ondan sonraki her sergi ilkindeki fragmanların açılımı gibi oldu. Geniş bir çeşitlilikte üretince zamanla nelerin hangi başka şeylere dönüştüğünü bir izleyicinin anlamasını beklemek boşa oluyor. Üstelik bazen siz bile bazı dönüşümleri, onları analiz etmezseniz fark edemeyebiliyorsunuz. Örneğin ilk ve ikinci sergimdeki Krallık ve Sunak adlı duvar enstalasyonları Nostomania’da gösterdiğim Nesil İnşası adlı seriye dönüştüler. Bunun gibi parmakla göze sokmadığım bağlantılar hep vardı.
İz sürme konusunda ise detaylı bir metnin yeterli olacağını düşündüm. Eserlerin yapıları, onların yanına stalker’ların iz sürebileceği diğer elementleri koymamın iyi sonuç vermeyebileceği hissini doğurdu. Metni çok kavramsal bulanlar oldu fakat oradaki ince yanılgı, bunların o disipline ait terminolojiler, kelimeler, kategoriler olması. Sanattan bahsederken perspektiften bahsedeceğiniz bir noktaya geldiniz diyelim, onun başka bir ismi yok; onu telaffuz etmek zorundasınız. İsterseniz sonra açıklarsınız lakin ondan bahsedeceğiniz her cümlede bu açıklamayı yapamazsınız. O anlamda bu sergi kavramsal bir sergi değildi aslında.
O zaman da kına ile yaptığım resimlerin ne olduğunu ya da nasıl yaptığımı soran çok oluyordu. Mesele orada malzeme değildi bence. Bir malzemeyi kullanım alanı dışında kullanmanın özel bir yanı yok. Ayrıca her zaman da iyi sonuç vermeyebilir. Onu kullanma beceriniz kadar; neden kullandığınız, ürettiğiniz ya da neden eğildiğiniz, içerikle simbiyotik ilişkisi de önemlidir.
Nostomania’da aynı adı taşıyan seri için de aynı sorularla gelenler olmuştu. Kağıtla çalıştığımda onu birtakım işlemlerden geçiriyordum ve boyama malzemelerim de klasik fırça ile değil, daha gündelik araç gereçlerle, rulo ve süngerlerle gerçekleştiği için etkisi onu tanımlamayı çok zorlaştırıyordu. Boya değil de gravür gibi duruyordu. Üzerinde bir katman tortu, toz varmış gibi görünmesi nostomania kavramına daha iyi uydu ve serginin ekolojisini oluşturmasına yardım etti.
Erol Eskici, Statigraf sergi görüntüsü
Seni yakından izleyen biri dönem dönem spesifik konulara eğildiğini ve bunları kendine dert edindiğini bilir. Bu bazen bir Bergman filmi, bazen buluntu okul günlükleri bazen de saatler ya da kuşlar olabiliyor. Bu sergide de yerbilimine, yeryüzüne eğildiğini görüyoruz. Bir sabah buna uyanmadığını varsayarsak, bu özel merakın, merakların kaynağını sormak istiyorum.
İlgilendiğim meseleler birbirlerine çok farklı düzeylerde temas edebiliyorlar ya da ben o kanalı buluyorum. Bir örnek vermek gerekirse; “Zamanın tortuları” adlı bir resmim vardı bir süre önce yaptığım. Buradaki mesele, resme içgüdüsel olarak verdiğim isme karşılık gelecek bir imgeyi nasıl bulabileceğimdi. Resmi basit bir soruya karşılık yapmıştım. Tabii ki onu yaparken birçok kaynağı inceledim. Aradan zaman geçtikten sonra tortu, tortul nedir diye biraz araştırmaya başlayınca tortulbilim anlamına gelen sedimantoloji diye bir disiplin olduğunu öğrendim. Ayrıca stratigrafi alanını araştırırken de jeokronoloji ve kronostratigrafi diye iki alt bilim dalıyla karşılaştım. Yani benim içgüdüsel sorumun yanıtına dair bir bilim dalı varmış. Kayıtsız kalamadım haliyle. Bu, benim çalışma yöntemlerine biraz ışık tutabilir sanırım. O noktada yoğun bir araştırmaya girdim. Sam Boggs adlı bir yerbilimcinin Türkçe’ye de çevrilen koca bir kitabını buldum. Ayrıca Manuel De Landa ve Fernand Braudel gibi yazarları okumaya başladım.
Bazen kavramsal düzeyde bazen de sadece biçimsel, estetik veya edebi anlamda bir dokanağı oluyor bu konuların. Sorun bu konuların çeşitliliği değil, sorun bunu yapanın ‘ressam’ olarak bilinen biri tarafından yapılıyor oluşu. Aksi halde kameranızı kurup bir dağdan enstantaneleri, sonra bir fabrika işçisini ve sonra da bir böcekten kesitleri kaydediyor olsanız kimse size bunların arasındaki ilişkiyi sormayacaktır. Bu işi kuran söylem böyle ve bunda şikayet edecek bir şey yok. Eşyanın tabiatı bu. Bunun dışında meraklı birisi olarak bir şeylerin peşine düşmeyi seviyorum. Duyargalarım bunlara açık sanırım. Belki de az önce bahsettiğim Stalker bizzat benim. Örneğin Bergman deyince yüzler, portreler dememek olmaz zaten. Oradan yıllıklara, öznelere giden bir sürü patika var. Dolayısıyla bir örüntü hali hazırda mevcut. Fakat benim derdim -söylemeye bile gerek yok ama- Bergman filminden kareler, portreler betimlemek değil. Bunun hiçbir anlamı yok bence. Okul yıllıklarındaki sosyal ve suretsel katmanların bugün ilgilendiğim katmanbilimle teorik bağları var. Katmanları ortaya çıkarmak, bir okul yıllığı üzerinden başka bir anlamda ve dinamikler silsilesi içinde devam ediyorken stratigrafide başka anlam ufuklarında hareket ediyor. Ornitolojiye hep meraklıydım mesela. Hakkari’de geçen çocukluk ve nöbetleşe ergenlik yıllarımda da dağlara, taşlara hep bir merakım vardı; hem bir coğrafyanın politik atmosferinin ve tarihinin yükünü taşımaları hem de gözlerimi bunlara açmış olmam bağlamında. Bizim oralarda her taş bir yeri tarif eden bir isme sahiptir. Coğrafyayla kurulan semiyotik, semantik ve linguistik ilişki o kadar derindir ki bundan bir parçayı taşımıyor olamazsınız.
Yıllıklarla çalıştığımda, özneleri yaptığımda Ashis Nandi adlı Hintli bir sosyoloğun çocukluğun politik inşasına dair yazdıklarını, burada Gürkan Öztan’ın yazdığı kitapla beraber okudum. Ayrıca İsmail Kaplan’ı da araştırmıştım. Basit bir mızmızlanma yerine araştırma, tanımları yapma işi beni daha çok cezbediyor. Bu serginin de arkasında uzun bir araştırma ve okuma süreci vardı. Yoğun da bir emek vardı. Bunun resim denen pratikle nasıl bir mekaniği olabilir diye çok çaba harcadım. Basit bir mimesis değil; daha özcü ve mekanik bir yol yordam peşindeydim. Gerçekten bunun mekaniği ile ilgilendim. Kendimi salt bir ressam olarak göremiyor oluşumun temelinde bu var. Buradaki kurallar beni ilgilendirmiyor. Bazen parçaları bir araya getirmeniz uzun sürüyor ve tam da bu süre içerisinde yukarıda mutfak dediğimiz laboratuvar oluşmaya başlıyor.
Katmanlar demişken, geleneksel resim yapma tekniğinden farklı olarak, kimi işlerini üst üste boyayarak değil; kazıyarak, eksilterek hatta silerek yapmıştın. Resim yüzeyinde oluşturduğun bu kazıma eylemi son sergide içerik olarak baskın temaya dönüştü. Bir metafor olarak kazımak, deşmek, ya da kaşımak diyebiliriz buna, senin için ne anlama geliyor?
Eski resimlerin bazılarını reklaj ve frotaj tekniğiyle yapmamın nedenlerinden biri burada imgenin üzerinin örtülüyor olması ve tekrar silinerek ortaya çıkartılıyor oluşuydu. Sanırım eklemek yerine eksiltmek, inşa etmek yerine bozmak gibi basit amaçlar dışında bir şeyi gizleyip tekrar bulmak, saklı olanı ortaya çıkarmak gibi itkileri de var bu durumun. Bu katmanlaştırma ya da kazıma eylemi en başından beri vardı. Örneğin Özneler hem arşivsel-dokümansal hem de nesiller arası bir kırılma ve katmanlaşma meselesiydi. Orada temelde dokümanları kazıyordum. Hem fiziksel olarak hem de onları araştırmak anlamında. Eski resimlerimde fiziksellik daha baskındı. Kağıtlarla bazen nezaket sınırlarının çok aşan bir cebelleşme halindeydim. Hansel ile Gretel hikayesindeki cadı gibi, önce bu kağıtları sağlamlaştırıyor, besliyor, sonra da yıpratıyor, siliyor, deşiyordum. Bu kazıma ve katmanları işleme meselesi tamamen kağıtla ilgili meseledir. Filozofun “Biz Dünya’da yaşamayız, Dünya ile birlikte yaşarız, var oluruz” dediğini ben de kağıt için söyleyebilirim: Biz kağıda çalışmayız kağıtla birlikte çalışırız. Bunu tuvalde yapamazsınız. Orada yaptığınız onun üzerinde oluşturduğunuz boya katmanını kazımaktır en fazla. Ya da Fontana gibi kesik atabilirsiniz. Bu gerilmiş tuval içinde yüzey bir zar gibi bir uzamdan başka bir uzama açılır. Tabii ki simgesel düzlemde ve bir hayli minör bir boyutta. Oysa kağıt bir örüntü değildir, katmanlar ve bileşimlerden meydana gelir ve emicidir.
Erol Eskici, Jeomorfolojik Katedral, 200 x 190 cm, Tuval üzerine akrilik, 2018
Tasarlamayı ve üretmeyi seven biri olarak kendiliğinden oluşmuş, tasarlanmamış formların peşine düşüp izini sürüyorsun bu sergide ama bunu yaparken de onları yeniden tanımlıyorsun. Yani dolaylı bir üretim ve tasarlama süreci söz konusu. Bu tuvallerdeki formlar ne kadar kendiliğinden ortaya çıktı, ne kadarını tasarladın? Ne kadar var olan bir formu taşıdın tuvaline?
Belki bunların hepsinden bir parça… Bazı resimlerde tasarım daha ön plandayken bazılarında malzemelerin açtığı dehlizlerden de ilerlediğim oldu. Bunların hangisi için tasarladım demem gerektiğinden emin değilim. Doğadan içerikler aldığım da çok oluyor. Bazen biçimi bulmak için araçları çarpıştırmanın ötesinde özel bir hareketi de beraberinde yapıyor olmam gerekiyor. Bu hareketi bulmak biraz zaman alabiliyor. Bazı durumlarda üzerinde çalıştığınız içeriğe katkıda bulunacak araçlar, biçimler nedir sorusunun peşindeyken, bazen de bulunan bir motif ya da biçim ile ne yapabilirim sorusunun peşinde oluyorsunuz. Her iki durumda da bunlar aslında bir sürecin en başındaki safhaları temsil ediyor. Hiçbir zaman öylesine, otomat gibi resim yapmadım. Mutlaka önceden tohumlarını serpiştirdiğim bir şeyler oluyor. Bunların filizlenmesi, yön bulması zaman alıyor. Bir şeylere takılıp kalmakta muhafazakar ve bağnaz bir yan olduğu fikrindeyim. Hakikate ulaşmışlık gibi tuhaf, gizli bir mesajı olduğunu hissetmişimdir bunun. O nedenle tekillik yerine çoğulluk, sabitlik yerine akışkanlık…
Örneğin ripple resimlerini yaparken bu ripple’ların nasıl oluştuklarına dair geometrik parametreler, belirgin fiziksel kurallar olduğu öğrendim. Ripple indeksi denilen bir indeksi inceledim ve resmin fiziksel kurallarının aşağı yukarı ne olacağını anladım. Fakat bu yetmedi tabii. Bunu nasıl yapacaktım? Bu mefhumu resim pratiğiyle birleştirme fikrim vardı. Klasik anlamda bir pentür bir hayli keyifsiz ve yetersiz olabilirdi. Dolayısıyla bu yapıp etmeleri bir kenara bırakıp araçların önümü açabileceği, senkronizasyona ulaşacağı bir noktaya götürmem gerekiyordu işi. Sonrasında pek hazzetmediğim o kelimeleri kullanırsak denemeler, deneysellik denilen süreç başlıyor. Bu nokta kimyasal, dokusal ve etkisel bir nokta diyelim. Bir tür tat, görsel veri… Bundan sonrası elinizdeki donelerle peşinde olduğunuz prensipler ışığında bir hareket bulmak. Takip eden evredeyse bunun praksisi ve ortaya çıkan şeyin küçük problemleriyle uğraşıyorsunuz lakin elinizde bir form oluyor. Bir şeyin içeriği biçimini de yaratıyor. Aslında hem doğadaki formlar hem de bizim ürettiğimiz formların hepsi evrenin muhtemel olasılıkları arasındadır. O nedenle doğal ya da yapay ayrımının bir anlamı yok. Olabilecek en yapay şey evrendeki en temel ve doğal şeydir: Füzyon.
* Söyleşinin devamına buradan ulaşabilirsiniz.
Comments