top of page

Karaköy'ün balık hafızasına (göz açıp kapayıncaya dek) takılanlar


Sevim Sancaktar'ın buluntu nesnelerle dalgın özneleri karşı karşıya getirdiği Göz Kapakları, İki Dost, İki Düşman sergisi Galata Rum Okulu'ndan geçti. Yakında mimarî ve kimliksel bir dönüşüm de yaşayacak binadaki sergi, anımsama ve kalıntı arasındaki varlık ve işlev çatışmasını mesele edinmesi adına öne çıktı

Sevim Sancaktar, Göz Kapakları, İki Dosti İki Düşman, 2019, Dia kasetleri, Enstalasyon

Sevim Sancaktar'ın Göz Kapakları, İki Dost, İki Düşman sergisi, 16 Mayıs - 15 Haziran 2019 tarihleri arasında Galata Rum Okulu'nda konakladı. Sancaktar'ın sergi isminde, performans sanatçısı Fulya Peker tarafından 27 Nisan 2019'da İstanbul Tophane'deki bağımsız sahne sanatları mekânı Culter'da sahnelenen Maldoror'dan esinlenilmişti. Bu çalışma ise adını, Comte de Lautréamont'un Maldoror'un Şarkıları isimli kült edebî çalışmasından almaktaydı.

Neo-klasik mimarî üslubu ile İstanbul Karaköy'de yer alan ve 20. yüzyıl başından bu yana eğitim vermiş olan Galata Rum Okulu, yakında ülkede hatırı sayılır özel bir mimarlık markasının tasarımını devralacağı “yenilenme projesi”yle belki de organik hafızasına fiziksel olarak hoşçakal diyecek ve kimliğini, kültür ve sanata tamamı ile vakfedecek. Vaktiyle İstanbul Bienali ve BaSE’in de aralarında olduğu pek çok kültür sanat faaliyetine, atölye ve açık oturuma zemin olan kurum, böylece İstanbul Boğazı ve Haliç boyunca hayata geçirilecek devasa bir kültür, yapılaşma ve turizm dönüşümünden de nasibini alacak. Kimileri bunu iyimser bir fırsat olarak görürken, kimileri seçkinleştirmenin, gerek birey, gerekse kent belleğini sığlaştırıp hırpaladığı fikrinde.

Sevim Sancaktar, Göz Kapakları, İki Dosti İki Düşman sergi görüntüsü

Galata Rum Okulu, bu tekinsiz zeminde, iktidarlar, siyasal odaklar ve sermaye sahiplerinin kâr, ideolojik tatmin ve psikolojik üstünlük taciziyle sürekli biçim ve kimlik değiştiren bu ezelî mağdur kentte, 'demografik sorunlar' sebebiyle 1998'de eğitim faaliyetlerine ara verdi. Şehirde bunun gibi kimliklerini gıyaben dönüştüren başka azınlık yapıları da bulunmakta. Hatırlanacağı üzere bina, 2000-2007 tarihleri arasında da anaokulu olarak hizmet vermişti.

Okul yine, 2007'den bu yana kabul ettiği projeler üzerinden bir nevî hafıza merkezi ve sözlü tarih kaynağı olarak önemli misyon dönüşümü yaşamış, ve bu kez öğrencilerini, kendisini ziyaret eden “yetişkinler” içinden doğaçlama bir demografik çeşitlilik ve bereketle belirlemeye başlamıştı da denebilir. Nitekim, Sancaktar'ın sergisine bir de, yapının üst katında, Pandora'nın Kara Kutusu: Bir Mekâna Açılmak başlıklı güncel sanat atölyesi refakat etmişti. Bu atölyeye, Larissa Araz, Nancy Atakan, Kerem Ozan Bayraktar, Sena Başöz, Özgür Demirci, Borga Kantürk, Elçin Ekinci, Deniz Gül, Gülsün Karamustafa, Gülşah Mursaloğlu, Yasemin Nur, Lara Ögel, Hale Tenger, Merve Elveren, Ezgi Tok, Berkay Tuncay ve Merve Ünsal katıldı. Bu, daha önceki benzersiz ve umutvar kalkışmalarda gördüğümüz gibi, kurumun varlık ve hiçlik nedenlerine dönük, empatik, ölümlü, bereketli bir kooperatif enerji de yarattı.

Şimdi 1983 doğumlu Sevim Sancaktar'ın, aralarında sanatçı, küratör ve kültür-sanat öncülerinin de yer aldığı 50'ye yakın dostuna teşekkürle açtığı Göz Kapakları, İki Dost, İki Düşman sergisine daha da odaklanalım: Sergi, bir fotoğrafçının dia arşivinin “kabukları” üzerinden sanatçının ortaya koyduğu (yansımalı ve bu nedenle de bizi unutkan bir tarihe doğru sündüren) cam üzeri devasa “anti-portfolyo”lar ile, anımsama ve kalıntı arasındaki varlık çatışmasını mesele edinmesi bakımından (Göz Kapakları, İki Dost İki Düşman, Fotoğrafik 16 adet düzenleme) kayda değmeyi başardı.

Sevim Sancaktar, Göz Kapakları, İki Dosti İki Düşman sergi görüntüsü

Sevim Sancaktar, Otur ki Hatırlasın, Yerleştirme, 2019, Müdahale edilmiş 50 sandalye

Bu bir bakıma, serginin “omurgasız” omurgasıydı. Bu omurganın taşıdığı, kolektif unutkanlığın tam da bu sözde çarede hafızalaştığı bir varlık sürçmesinin, okul sınıf ve koridorlarında başına buyruk “teneffüse çıktığı”, yapıya kıstırıldığı mahzunluğun müşterek dalgınlığıydı. Mağdur bir hafızanın, ötekine konakladığı türden bir yas ortaklığıydı, bu yerleştirmenin duyumsattığı. Hani bir diğer sayıklamayla, çoktan yok olmuş bal arılarını, kuru kovanlarda anımsamanın çatır çutur kamusal sabıkasıydı, Sancaktar'ın bizlere tattırdığı.

Keza, artık sadece gözle görülebilir hale gelmiş “seslerin uzayan saçları”, bu saçlar arasına bir nevî karanlık oda içinde klostrofobikçe konuşlanan gizli kelimeleriyle de (Bir Varmış, Bir Yokmuş, mylar folyo şerit, metin) serginin kavramsal çerçevesini daha da bariz hale getirdi, Sancaktar. Bu sergideki işler, dokunaklı olmaya çalışmıyordu ki. Zaten d-okunaklıydılar, çünkü bir kısmı sizi içine alıyor, öteki içiniz dışınızı kendisine (b)ulaştırıyor, başkası özeniniz oranında kendini deşifre ediyordu. Özcesi, nesnenin özneye güven eşiğiydi, bundaki sırdaşlığın masumiyetiydi Sancaktar'ın bize sınattığı.

Sancaktar bunu, Otur ki Hatırlasın, dediği birbirinden farklı 50 sandalye ile de pekiştirdi. Ne yalan söyleyeyim, yapamadım. Kırılmalarından ve aralarından sadece birine oturmanın yaratacağı ayrımcılıktan çekindim. Ama zaten, sergi metninde Ezgi Bakçay'ın da bahsini açtığı gibi, bu yamuk iskeletli ihtiyar sandalyeler, bir biçimde “feleğin sillesi”nden geçmiş bir aynılaştırmaya maruz bırakılmıştı da. Ne diyordu Ezgi, metinde? "Belki de bu yüzden doğru konuşmanın yolu, eğri oturmaktır." Bundan olacak ki, tüm sandalyeler ve Ezgi'nin haklı serzenişi içime oturdu, utandım.

Sevim Sancaktar, Bir varmış, bir yokmuş, Mekana özgü yerleştirme, 2019

Sancaktar, okuldan çıkar ayak, ölü nesneyi ölü kılanın, unutmak suretiyle onun canını alanın, ona aval aval bakan biz - sözde - özne(ler) mi olduğu şeklindeki uyarı zilini, okulun nezdinde bir kere daha yankılattı. Bunu yapan, altı fotoğraf üzerinden - sanıyorum ki - okulda vaktiyle verilen bir 'güncel' müsamerenin görsel ve fiziksel kalıntıları oldu.

Dalış isimli bu yerleştirmede Metehan Özcan'ın saptadığı 2012 tarihli okul fotoğraflarına, yine aynı tarihli, Emriye Yalçın imzalı, cam üzeri karışık teknik bir “denizdeki balık” imajı eşlik etmekteydi.

Bu bölümdeki fotoğraflara daha dikkatle bakınca, duvara asılmış, o küçük ve kendi içindeki çerçevede bile toza bulanmış “Kavga etme,” düsturunu gördüm.

Sonra da o salondan günümüze zıplamış balığın hayatının sorumluluğu bana geçti.

Ola ki, ondaki derin ve mavi umudu unuttuğum esnada, tarihin kıyısına ölü vuracağını da artık biliyorum.

Sevim Sancaktar, Göz Kapakları, İki Dosti İki Düşman sergi görüntüsü

bottom of page