top of page

Kamusal alanda sanat

Yanköşe Güncel Sanat Projesi'nin Seçici Kurul Başkanı küratör Fulya Erdemci'yle kamusal alanda sanatın ihtimalleri üzerinden bir sohbet gerçekleştirdik

Röportaj: Murat Alat


Fulya Erdemci, Fotoğraf: Elif Kahveci


Temel ama biraz safça bir seri soruyla başlayacağım. Kamusal sanat nedir? Bir sanat eseri ne zaman kamusal oluyor? Müzelerde bienallerde sergilenen eserler kamusal değiller mi? Kamusal sanat tanımı sadece bir karşılaşma kipini mi belirliyor yoksa sanatın yapısına dair bir farklılık da söz konusu mu? Sergi salonu dışına çıkmanın sanatın kitlesiyle ilişki kurmasını kolaylaştırdığını anlayabiliyorum ama bir eserin kamusal olmasındaki tek engel müze duvarları mı? Kamusal sanat (public art) tarihi bir terim. Kuzey ülkeleri ve İngiltere gibi sosyal refah ülkelerinin eğitim, sağlık, sanat ve kültür alanlarında yatay bir erişilebilirlik yaratma çabasının bir sonucu. Eğitim kurumları, hastaneler, bakım evleri gibi kamunun ortak kullandığı açık veya kapalı alanlar sanat ve kültürün topluma ulaştığı yerler olarak sanat projelerinin yukarıdan aşağıya devlet eliyle uygulanma alanları. Kamu kurumları için devlet tarafından sipariş edilen kalıcı sanat çalışmalarına verilen bir tanım. Bu anlamda baktığımızda, her ne kadar bu alanın bağımsızlığını sağlamak amacıyla yine devlet aracılığıyla kurulan veya fonlanan bağımsız sanat kurumları bu siparişleri verse de, sanatın eleştirel kapasitesini yani toplumsal konularda çelişkiyi açarak tartışma yaratma potansiyelini ne kadar ortaya koyduğu gerçek bir soru işareti.

Geçtiğimiz otuz yıl içinde, özellikle de 1989’dan sonra, küresel çaptaki büyük ölçekli değişimler ("yerel"den "küresel"e, "analog"dan "dijital"e, "nasyonel"den "transnasyonel"e, "sosyal refah anlayışı"ndan "neo-liberal yaklaşımlar"a uzanan mega dönüşümler), yönetim, ideoloji ve kamu kavramlarında da dönüşümlere yol açtı. Bununla birlikte sanat ve kültür kurumlarının işlevleri değişirken, "kamusal sanat" da bu dönüşümden payını aldı. Dahası, "kamusal alanda sanat", "sivil alanda sanat" (Okwui Enwezor) veya "kamusal alan olarak sanat" (Hou Hanru) gibi yeni geliştirilen terminolojinin de işaret ettiği gibi, "kamusal sanat"ın kavranışı, varoluş nedeni ve hedefi de değişti. "Kamusal sanat", vatandaşların mutluluk ve yaşam koşullarının geliştirilmesinde sanatın bir araç olarak kullanılabileceğine inanan refah devletinin mirasıyken, "kamusal alanda sanat" 1950’lerde sanatçıların müze ve galerileri terk edip sokağa çıkarak sanatı hayatın merkezine yerleştiren kurumsal eleştirilerinin bir parçası olarak ortaya çıkan, çağdaş sanatın özgürleşmiş özerk bir biçimidir.


"Kamusal sanat" devlet tarafından fonlanırken ve sipariş usulüne tabiyken, "kamusal alanda sanat" ısmarlama olabilir veya olmayabilir; bir sanatçı girişimi olabilir ve kamu ve/veya özel kaynaklarca desteklenebilir. Varolan "statüko", devlet ideolojisi ve programlarıyla uyumlu "kamusal sanat"ın tersine, "kamusal alanda sanat" kendisini eleştirel bir şekilde konumlar, içinde yaşadığımız sosyopolitik ve ideolojik yapıları hedef alarak "statüko"ya meydan okur.

Buradan baktığımızda, "kamusal alanda sanat"ın kaynağı "kamusal sanat"tan ziyade, Neo-Dada ve sitüasyonistlere uzanır. Biraz uzunca bir giriş oldu ama bu konuda yaygın bir kafa karışıklığı var, biraz o konuyu açmak istedim. Yani, kamusal alanda sanat, sanatın dağıtımı ve erişimiyle ilgili olduğu kadar, Habermas’ın ortaya koyduğu ve 90’lardan bu yana ciddi bir eleştiriden geçen, toplumsal bir tartışma platformu olarak kamusal alan söylemine dayanır.

Bu anlamda, "kamusal alanda sanat", erişimle ve toplumsal çelişkileri tartışmaya açmakla ilişkili. Yani hem bağlama duyarlı olmalı, hem de "niyetsiz" (sergi izlemeye gelmemiş, yoldan geçen) izleyiciye de ulaşma kapasitesinde, ayrıca, form olarak da, eğer dış mekândaysa, iklim ve güvenlik koşullarına uyumlu olma gibi genel hatlar çizebiliriz.


Müzelere gelince, o da apayrı bir tartışma konusu. Bir müzenin kamusal olup olmadığı yalnızca nereden ve nasıl fonlandığıyla ilişkili değil. Tabii ki, devlet tarafından fonlanan kamu müzelerinin resmi söylem ve ideolojilerle ilişkisi sorgulanabilir. Makro bir bakışla, kamu müzelerindeki temel problem, bu müze programlarının devletlerin kendi imajını oluşturması amacıyla araçsallaştırılması. Bununla birlikte, özel müzelerin daha özgür ve bağımsız bir program yapma imkânı olduğunu düşünmemiz doğal. Ama bu özgürlüğün nasıl kullanıldığı da ayrı bir soru. Neoliberal deregulasyonla birlikte bu özgürlük, "keyfiyet"le karıştırılmış durumda. Bence, bir müzenin kamusallığı, amacı, vizyonu ve bu doğrultuda izlediği program aracılığıyla oluşturduğu izleyici kitlesiyle ilişkili. Bu anlamda, kamusallık sadece bir duvar, ya da erişilebilirlik sorununun ötesinde diyebiliriz.


Héktor Zamora, Hakikat Örtülü Olarak Ortaya Çıkar, 2017, Avanos Parkı, Cappadox sergisi, Fotoğraf: Furkan Temir

Bir eseri kapalı mekânların, kurumların dışında çıkarmanın en riskli yanı eserin doğuracağı karşılaşmaların öngörülemez oluşu herhalde. İnsanlarla arada soyut ve somut bariyerler olmadan direkt iletişime geçebilen bir eser ister istemez ya diline de dikkat etmek zorunda kalıyor ya da karşılaşabileceği tepkilere hazır olması gerekiyor. Türkiye gibi gündemin her zaman gergin olduğu bir ülkede ise "sansür" ve "oto sansür" daha da sıcak konular. Bu konuda sanatçı ve küratör olarak çizgiyi nerede çekmek gerekiyor? Bu konu kendi başına bir röportaj konusu. Her sergi için ayrı bir durum söz konusu olabilir, farklı örnekler tartışılabilir. Ama kısaca değinecek olursak, kamusal alanda sanatın amacı toplumsal çelişkilerin konuşulabilir, tartışılabilir olduğu bir mecra yaratmak olduğu için, benim için çizgi, şiddettir. Başka bir kırmızı çizgi de reklam amaçlı provokasyonlar olabilir. Bu konuları, sanatçılarla birlikte tartışıp ortak kararlar alıyoruz. Bu anlamda, her sergide sanatçı ve küratörlerin görünmez bir emeği var.


Vahit Tuna, İsimsiz, Yanköşe gece görünümü, 2019, Fotoğraf: Flufoto

Kahve Dünyası'nın hayata geçirdiği Yanköşe projesinin danışmanlarından birisiniz. Bugüne kadar ağırladığınız çalışmalarda farklı dilleri ve söylemleri olan sanatçılarla çalıştınız. Böyle bir alanı kullanırken kriterleriniz neler, bir manifestonuz var mı, nasıl bir yol haritası izliyorsunuz? Üç yıldır sürdürmekte olduğumuz Yanköşe projesini özellikle iki açıdan çok değerli buluyorum: Genç sanatçılara kamusal alan üzerine çalışabilecekleri mecra açmak, ve "kamusal alanda sanat" konusunu tartışmaya açmak. Ülkemizde/şehrimizde, kamusal alanlarda sanat üretmek çoğunlukla belediyelerin işi. Bunlar da daha çok, bulunduğu bağlamla ve kitlelerde iletişime geçmeyen, uzay gemisi gibi tepeden inen ideolojik anıtlar ya da soyut heykeller ve metro girişleri gibi ortak alanlarda yer alan resimler, rölyefler oluyor.

Bienaller ve tek tük kişisel girişimler dışında, kamusal alanda iş üretmek, organizasyon, bütçe ve izinler bağlamında oldukça güç bir süreç. Ama, bunun da ötesinde, halen Türkiye’deki sanat okullarında, kamusal alanda sanat ve söylemleri üzerine herhangi bir eğitim verilmemekte. Ayrıca, yaşadığımız kent ortamının ortaya koyduğu görsel ve kültürel yapıda da bilgi ve ilham verici örnekler yok denecek kadar kısıtlı. Tüm bunlar genç sanatçılara içsel bir direksiyon vermekten çok uzak. Bu anlamda, Yanköşe’nin Türkiyeli genç sanatçılara "kamusal alan" üzerine düşünmek ve sanat üretmek için ciddi bir alan ve imkân açtığını düşünüyorum. Ayrıca, yine bu eserlerin yarattığı tartışmanın da, hem sanat dünyası, hem de toplumsal yapı için önemli bir egzersiz olduğunu düşünüyorum.


Yanköşe ekibi, benim de içinde olduğum beş jüri üyesi ve bir küratör-koordinatörden oluşuyor. Üç genç ve/veya kariyerinin başlarındaki sanatçıdan öneri alıyoruz. Özellikle, herhangi bir tema vermiyoruz, sanatçılar kendi sanatsal yaklaşım ve problematiklerinden yola çıkabiliyorlar. Sanatçıların tabii ki, Yanköşe’nin fiziksel imkân ve kısıtlarıyla birlikte projelerini düşünmeleri ve oluşturmaları gerekiyor, bu da, mekâna ve bağlama duyarlı ve ilişkili projeler önermelerini gerektiriyor. Yani, proje önerisi çok kolay değil. Yanköşe için özellikle bir manifesto oluşturmadık, ya da tematik gitmiyoruz. Neredeyse, tek kriter, güncel ve toplumsal meseleleri gündeme getirip, tartışmaya açma kapasiteleri oluyor. Bu yaptığımızın Türkiye’de daha önce gerçekleştirilmiş bir örneği yok, yani kamusal alanda sanat için ayrılmış bir proje alanı ve organizasyonu ilk kez gerçekleşiyor. Bu anlamda, bizim için de deneysel bir alan, anlayarak ve ihtiyaca yönelik bir biçimde ilerlemeyi, şekillendirmeyi tercih ediyoruz.


Solda: Ayşe Erkmen, Ödül, Cappadox sergisi, 2016, Fotoğraf: Murat Germen

Sağda: Maider Lopez, Yakınlaştırma, Cappadox sergisi, 2016


Cappadox adı altında dört tane önemli sergi yaptınız sanırım bir beşincisini de düşünüyordunuz ama ne yazık ki proje rafa kalktı. Kamusal sanat sizin kariyerinizin önemli bir kısmını oluşturuyor ama sanırım Kapadokya deneyimi bu pratiğin en radikal noktasını oluşturuyor ki siz de bölgede düzenlediğiniz ilk sergiye Kapadokya Çarpması dediniz. Şimdi geriye bakınca bu çarpmanın sonuçları ne oldu? Sizi neler zorladı? Ne gibi metamorfozlara uğradınız? Cappadox çok etkili bir etkinlik olduğu halde neden bitti ve Kapadokya'dan öğrendiklerimizle bundan sonra ne yapılabilir? Cappadox soruları benim için biraz duygusal çünkü kendi iç dinamiklerinin sonucu olmayan erken bir ölüm oldu...

Cappadox bir rüya projesi olarak başladı. Tüm hikâye, Pozitif ’in kurucuları Cem Yegül ve Ahmet Uluğ’nun 2012’de vefat eden ortakları Mehmet Uluğ’un hayalini gerçekleştirme düşüncesiyle başladı. Cem, Ahmet ve benden oluşan bir sanat kurulu oluşturarak, Cappadox’u birlikte kurguladık. Bu anlamda da, ticari bir yaklaşımdan çok idealist bir perspektifi vardı. Cappadox, Kapadokya’yı merkeze alan, çağdaş sanat ve müziğin belkemiğini oluşturduğu, içinde gastronomi, vadi yürüyüşleri, bisiklet turları ve daha birçok etkinliğin bulunduğu çok disiplinli bir festival olarak kurgulandı. 2015’te başlayan Cappadox, her yıl yeni bir hedefle, yeni bir adım atarak, kendini sorgulayarak ve geliştirerek 2018’e kadar geldi. Ne yazık ki, 2018 Pozitif için iç problemlerin patladığı ve Pozitif ’in kurucu ortağı ve halen CEO'su olan Cem Yegül’ün Doğuş tarafından Pozitif ’ten uzaklaştırılması sonucu kesintiye uğradı. Bildiğim kadarıyla Cem Yegül halen Doğuş’la hukuki bir süreç içinde. Cappadox’u herhangi bir ticari etkinlik "marka" olarak ele alan yeni yönetim, 2019 için gerekli bütçeyi bulamadı ve benim önerimle, bu etkinliği iki yılda bir yapma kararı aldı. Ama ne yazık ki, 2020 için hazırlıkların başlaması gereken dönemde, ekonomik kriz ve bütçe öne sürülerek Cappadox sessizce dertop edilip toprağa verildi. Bu bir infaz mıydı yoksa zorunluluktan mı kaynaklandı bilemiyorum.

Bu kesinti yalnızca duygusal bir sarsıntı olmadı bizim için. Unutmamalı ki Cappadox otonom bir beyaz küp sergisi veya dünyada muadilleri olan bir kent sergisi değildi. Cappadox sergileri hem Türkiye hem de dünya için kırsal alan ve sanat konusunu gündeme getiren yeni araştırmalardı. 2019 Haziran’ında Londra Whitechapel’da kırsal ve sanat ilişkisi üzerine düzenlenen Rural Assembly sempozyumuna davet aldı.

Her anlamda zorlu olan bu coğrafyayı tanıma, anlama ve ilişkiye geçme süreci, hem pratikte hem de farklı bilgi alanlarında çok ciddi, uzun süreli araştırmalar gerekiyor:

"Jeoloji"den, "flora"ya, "neolitik dönem"den bölgenin bugünkü kompleks "sosyo-ekonomik durumu"na, ayrıca, binlerce yıl, savaş, işgal ve zorunlu göç gibi nedenlerle farklı din, dil, etnisite ve kültüre sahip insan topluluklarına kadar deştikçe derinleşen araştırmalar gerekiyor. Bu anlamda, sanatçılarla birlikte her yıl öğrendiklerimizi bir sonraki yıl devreye sokarak, adım adım ilerledik. Fakat maalesef bütün bu birikim ve araştırmalar da yarım kaldı, daha da önemlisi insani ilişkilerimiz kesintiye uğradı.

Baştan beri hedefimiz, bu coğrafyayla organik ilişkiler kurmak, burada yetişmiş, emek vermiş Kapadokya’nın "bilge"leriyle tanışmak, onların görüşlerini merkeze alarak, tekrar düşünmek ve mümkün olduğu kadar iş birlikleri geliştirmek ve hatta sözü doğrudan onlara vermekti. Bu anlamda, çok yol aldık, başta Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi olmak üzere, birçok eğitim kurumuyla, ayrıca, Uçhisar Kadın Kooperatifi gibi kadını güçlendiren ekonomik ve kültürel organizasyonlarla ya da Yardım Eden Eller gibi Suriyeli mültecilerle çalışan sivil toplum kuruluşlarıyla, yerel halk ve hatta çiftçilerle birçok iş birlikleri ve ortak projeler geliştirdik. Dört yılda, bizimle asistanımız olarak çalışmaya başlayan sanat öğrencileri mezun olup, Cappadox çerçevesinde düzenlenen sergilerde katılımcı olarak yer aldılar. Madalyonun diğer yüzü ise uluslararası bağlantılardı, yani Kapadokya’da üretilen işlerin uluslararası alanda yer almaları. Örneğin Maider Lopez’in üç projesi, Madrid’te sergilendi. Diğer bir örnek de, Hera Büyüktaşçıyan’ın Arkeolojik Bahçesi'nin Paris’te Tuileries Bahçeleri için yeniden adapte edilerek uygunlanması, ya da Asunsion Molinos Gordo’nun Kapadokya’daki çiftçilerle tohum yasası üzerine yaptığı videosunun Londra’da sergilenmesi. Amaç sanat ve kültür aracılığıyla Kapadokya’yı farklı kültür ve coğrafyalarla bağlantılandırmaktı. Yarım kaldı.

Bence buradaki temel sorun, Türkiye sorunu. Bugün birçok yeni sanat kurumu açılıyor, ama bunlardan kaçı sanat ve kültür konusundaki araştırmalara destek veriyor ya da farkında? Keza, birçok üniversite de aynı durumda. Bu kurumlar basitçe "sanatı sunmak" dışında, hangi temeller üzerine yapılandırılıyor; sanat ve kültür alanındaki hangi yapısal katmanlara destek vermek, hangilerini güçlendirmek istiyor? Nasıl bir kamusallık modeli öneriyor? Programlar neye göre düzenleniyor? Hepsi ciddi soru işaretleri taşıyor.

Ayrıca, Türkiye’de bağımsız destek kurumları yok ya da yok denecek kadar az. Daha da ötesi; var olan tek tük kurumlar da kendi bürokrasileri ve sosyalleşme ağlarına takılıp büyük tabloyu ve öncelikler konusunu karıştırıyorlar. Sanatın eğlenceli bir sosyalliği tetiklemesine karşı değilim ama sadece buna indirgenmesi tehlikeli. Bu anlamda, herkese iş düşüyor: Sanat emekçileri gibi sanatı fonlayan kurum ve kişilerin de bu alanda yetişmesi gerekiyor. Unutmayalım ki, bugün kavramsal sanatın belgelerine ulaşabiliyorsak, bu Seth Siegelaub gibi bir koleksiyonerin nesnesi olmayan uçucu, hatta bir "düşünce"den ibaret olan eserleri satın almasıyla mümkün oldu.


Solda: Yasemin Özcan, Dünyadan Çıkarken, 2017, Kolektif heykel, Avanos Parkı, Cappadox sergisi, 2017, Fotoğraf: Furkan Temir

Sağda: Aydan Murtezaoğlu ve Bülent Şangar, Âşık Ne Zaman Susar?

(Arzu ve Korku), Performans, 2018, Sanatçılar (Âşıklar): Sevda Toker, Emre Yücel, Fotoğraf: Korhan Karaoysal





Comments


bottom of page