top of page
Gizem Gedik

Julian Stallabrass’la Mardin, bienaller ve kırlangıçlar üzerine


Julian Stallabrass, hem kitapları hem de Londra’daki Courtauld Institute of Art’ta uzun yıllardır verdiği çağdaş sanat dersleriyle tanınan önemli bir akademisyen. Geçtiğimiz günlerde ise fotoğraflarıyla 4. Mardin Bienali sanatçılarından biri olarak karşımıza çıktı. Stallabrass’la günümüzün akademisyen - küratör - sanatçı - yazar gibi kısıtlamaların sona erdiği ve herkesin her alandan beslenerek yeni çoklu kimlikler yarattığı sanat ortamı ve Mardin Bienali’ni konuştuk

Julian Stallabrass, Fotoğraf: Jiyoon Lee

Türkiye’de çağdaş sanatla ilgilenen kişiler sizi 2004’te yayınlanan ve birkaç yıl sonra Türkçe’ye çevrilen Sanat A.Ş, Çağdaş Sanat ve Bienaller (Art Incorporated: The Story of Contemporary Art) kitabınızla tanıyor. Gargantua (1996), High Art Lite (2006), Internet Art (2003) gibi kitapların da yazarısınız ve aynı zamanda Londra’da sanat odaklı bir üniversitede akademisyensiniz. Buradan sizin sanatın teorik kısmında var olduğunuz düşünülürken Mardin Bienali’nde sizi fotoğraf işinizle gördük. Akademik çalışmalarınızla fotoğraflarınızın birbirini nasıl etkilediğinden söz edebilir misiniz?

Ben yaklaşık 35 yıldır fotoğrafla profesyonel anlamda ilgileniyorum, bu pratiğim de her zaman yazın alanı ve dünya görüşüm açısından yolumu açmıştır. İlk kitabım Gargantua, amatör fotoğrafçılıkla ilgili bir bölüm içeriyordu. Ayrıca kitaptaki bölümleri görselleştirmek için çektiğim araba, grafiti, alışveriş, çöp/atık ve bilgisayar oyunları gibi konularda fotoğraflar vardı. Fotoğrafa merakım teorik ve tarihsel olmasının yanı sıra, pratik anlamda da oldu. Bu açıdan işlerimin Martha Rosler ve Allan Sekula gibi önceki jenerasyonlardan fotoğrafçı ve teorisyenlerin işleriyle de bir yakınlığı olduğunu düşünüyorum. Fotoğraflarımı zaman zaman Selanik’teki Photosynkria Festivali gibi Birleşik Krallık dışındaki yerlerde de sergiledim. Aynı zamanda Hotshoe ve Photoworks gibi yayınlarda paylaştığım işler oldu. Yazar tarafımla fotoğrafçılığım arasında keskin bir ayrım görmüyorum; çoğu zaman belli bir yazın projesiyle ilgili yardımcı olması için fotoğraf çekiyorum ve bunlar da illüstrasyon olmayla ileride ‘sanat’ olarak adlandırabileceğimiz şeyler olma arasında gidip geliyor. Şu anda popülizm üzerine bir kitap üzerine çalışıyorum. Kitabın bölümlerinden biri de Sokak sanatında insanların görüntüsü ve bu bölüm için bir süredir etrafta keyifle dolaşarak fotoğraf çekiyorum.

Art Incorporated, The Story of Contemporary Art, Oxford ; New York : Oxford University Press, 2004

Sizi hem farklı sanat kurumlarıyla işbirliklerinizle hem de akademik ortamda ve sergilerde görüyoruz. Ders veriyorsunuz, küratörlük yapıyorsunuz, sanatçısınız... Duyabileceğimiz her unvana sahipsiniz aslında. Bugün artık alanlar arasındaki sınırlar erimeye başladı ve tüm sanatsal pratikler birbirini besliyor. Siz kendinizi uluslararası çağdaş sanat ortamında nasıl konumlandırıyorsunuz?

Sizin de çok doğru ifade ettiğiniz gibi, içinde bulunduğumuz genel neoliberal iklimden dolayı sınırlar eridi. Bu düzen içinde biz de çok esnek olmaya zorlanıyoruz ve eski dönemlerin o sabit kimliklerini büyük bir hızla giyip çıkarabiliyoruz. Sianne Ngai bu gülünç durum hakkında çok güzel bir şey yazmıştı. Bu esnekliğin tabii ki keyifli yanlarının yanı sıra büyük bedelleri de var. Çağdaş sanat dünyası, aşırı zengin insanların alçak oyun alanı olarak ve diğer kesimler için tamamen bölünmüş durumda. Sanırım bu zengin dediğim kesim içinde benim bir yerim yok, böyle bir seçim de yapmam. Birkaç sene önce Frieze Sanat Fuarı’yla ilgili kısa bir yazı yazmam istendi, bu da bana neden insanların küçük bir alışveriş merkezi yapısı için bu kadar yüksek ücret ödediklerini düşündürdü ve meraklandım. Yazım şöyle bitiyordu; “Şimdi biletinizi aldınız, etrafa bir bakın; Bu çok gösterişli, büyük gösterinin kaygısızca üzerinde yattığı gürültüyü, kötülüğü ve kanı kolayca aklınızdan çıkarabilirsiniz. Aşırı zenginlerin gösterideki ürünlere karşı tepkilerini değerlendirmek isteyebilirsiniz: Gerçekten de kültürleri bu kadar büyüleyici mi? Bunların büyük kısmı bayağı mı? Belki de sıkıldınız? Gelecek nesiller ileride sanat fuarına ve modaya, yat veya araba showları gibi birçok göze çarpan, tüketime yönelik büyük gösterilere bizim şu anda toplu bizon katliamına, ya da ötücü kuşların koleksiyon olarak toplanıp kafeslerde gösterilmesine, maymun patilerinin kül tablası olarak kullanılmasına baktığımız gözle bakabilir. O yüzden evet bakın, ama almayın. Bakın, düşünün ve harekete geçin.”

Biraz da Mardin’e gelelim... Mardin Bienali’nde bir fotoğraf işinizi gördük. AICA (Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği) üyesisiniz, AICA Türkiye dönem başkanı ve bienal küratörlerinden Fırat Arapoğlu’yla da yakın bir iletişim içindesiniz. Bienale katılma fikrinin nasıl ortaya çıktığından ve işinizden bahseder misiniz?

Fırat Arapoğlu büyük bir nezaket gösterip benim bienale katılıp katılamayacağımı sorduğunda çok heveslendim. Küratöryel metni okuduğumda, benim ve başka birçok sanatçının dikkatini aslında en çok sınırlarla ilgili bölüm çekmişti. Benim aklımda da Epping Ormanı içinden geçen ve Londra’yla İngiltere’nin Essex bölgesi arasındaki sınır vardı. Oraya yakın oturuyordum ve iyi biliyordum, dolayısıyla böyle bir işi bienal için yapmaktan mutluluk duydum. Bir zamanlar kraliyetin avlanma yeri olan Epping Ormanı, Londra dışına uzanan ve İngiltere’nin sembolü olan eski meşe ağaçlarıyla bilinir. Şimdi halka devredilmiş olan orman, yollar tarafından bozulmuş, özel mülkler tarafından kuşatılmış bir banliyö ağaçlık alanı halinde. Avrupa Birliği’nden ayrılmanın oylandığı Brexit referandumu, kalmaktan yana olan Londra ile şiddetli bir şekilde ayrılmayı savunan komşu bölge Essex’i birbirinden keskin bir şekilde ayırdı. Ben bu sınırı harita ve pusula yardımıyla takip etmeye çalıştım; değişken ve kıvrımlı bir yol olan yolu takip ederek bu küresel şehirle İngiliz kırsal bölgesinin dayanak noktasında sosyal hoşnutsuzlukları gösterebilecek izleri arayarak... Bazı yönlerden aslında performatif bir iş; kaybolmak ve görünmeyen bir sınırı engelle dolu bir ormanda aramaya yönelik. Bu anlamda Brexit’in Birleşik Krallık’a dayattığı politik ‘çalılanma’ haliyle örtüştüğünü de söyleyebilirim.

Türkiye’nin içinde bulunduğu politik süreçle işiniz arasındaki bağlantıya dair neler söylemek istersiniz?

İşi yaparken tabii ki Türkiye bağlamında da düşündüm. Hem Brexit hem de şu anki Türkiye’deki politik dönüşümün güçlü popülist unsurları var. İkisi de Avrupa Birliği’ni reddetme ve temel milliyetçiliği sahiplenmeyle genel olarak küreselleşmeden uzaklaşıp kopmayı içeriyor. Ama Türkiye’nin durumunun ölümcül bir şekilde ciddi ve trajik olması ve Brexit oylarının zar zor inanılacak bir saçmalığa dönüşmüş olması açısından iki durumun farklılığı kafamı kurcalıyordu. Bu işte kattığım absürt renk bir anlamda onun yansıması.

"Brexit Ormanı'nda Sıkışmak/Entangled in the Forest of Brexit", 2018, dijital slayt, projeksiyon, 4. Mardin Bienali "Sözden Öte"

Mardin’de bienalin hazırlık sürecinde nasıl bir deneyim yaşadınız? Organizasyon sürecini merak ediyorum çünkü özellikle dijital işlerin manastır, askeri karargah gibi mekânlarda kurulması çok zor gibi görünüyordu. Bu anlamda büyük emek sarf edilmiş olmalı.

Böyle bir organizasyonu Mardin’de sahnelemek çok zor bir şey, bu anlamda küratörleri ve organizasyonda çalışan herkesi çok takdir ediyorum. Sergilemeyle alakalı bazı teknik zorluklar alsa da çözülmesi için birçok yardım aldık. Binalar ve mekânlar sorunlar doğuruyor, ama aynı zamanda o kadar ilgi çekici yerler ki, ve oraların da deneyimin bir parçası olduğunu düşünürsek zaten insan başka türlü olmasını tercih etmiyor. Bu anlamda Mardin bize çok özel mekânlar sundu.

Carlos Basualdo bienaller için ‘değişken kurumlar’ diyerek hem esnekliğini hem kurumsallaşmasını vurgular. Bugün bazı bienallerin inanılmaz kurumsallaşmış olduğunu görüyoruz. Siz bienalleri süreklilik ve potansiyel anlamında nasıl görüyorsunuz? Fazla popüler bir çevrenin sürekli bir dolaşım halinde olmasını mı sağlıyor yoksa bulundukları yere gerçekten entegre olabiliyor mı?

Ekonomi, bir bütün olarak etkinlikler ve deneyimlere doğru bir ağırlık kazanıyor. Bienal sisteminin temel noktası, her zaman ancak bulunduğu yere gidilerek görülebilecek, medya üzerinden ya da uzaktan takip edilemeyecek, benzersiz bir deneyimin sahnesi olmaları. Bir yanda dünya sanat fuarları ve özel müzelerle diğer yanda bienallerin örtüştüğü yer ise genel anlamda ‘etkinlik’ mantığı; burada bahsettiğimiz, sosyalleşmeye vesile olan ‘özel’, seçkin kişiler için düzenlenen etkinlik mantığı. Bienaller aslında bunu yapmak zorunda değildir ve bazıları da yapmaz. Yine de eğitimdeki eşitsizlikler, boş vakit, para ve seyahat edebilme fırsatı gibi sebeplerden ötürü ‘özel’ olma durumunu tamamen terk etmek mümkün değil. Gezdiğim bienaller arasında bu dengeyi sağlayan ve çoğunlukla yerel ve bölgesel izleyiciye yönelen Kochi Bienali bana kalırsa en iyi örnek. Bölgenin uzun yıllar komünistler tarafından yönetilmiş olması gerçeği, bu başarıyı oluşturan eşitlikçiliğin ısrarla sürdürülmesinde etkili oluyor.

Londra’da veya başka şehirlerde sergilere, bienallere katılıyor musunuz? Fotoğraf pratiğinizle ilgili gelecek planlarınız var mı ya da yakın zamanda sizi bir küratöryel projede görebilecek miyiz?

Aslında sanat ortamında çok sık gözükmüyorum. Bir yayıncı bulabilirsem Brexit işimi kitap haline getirip Birleşik Krallık’ta göstermek isterim. Üzerine çalıştığım bazı uzun-dönem fotoğraf projelerim var: Actually Existing Sculpture popüler heykellerle ve kamusal heykelin kötüye kullanımıyla ilgili. Anatomy of Photography, görsellerle metinleri kurgusal bir günlük formatında buluşturan, bir keşifle fotoğraf üretme güdüsünü anlatmak için ve bu fotoğrafların kapitalist kültürdeki yerlerini anlamak için yaptığım bir proje.

Yakın zamanda gerçekleşen Brexit referandumu ve onun geniş etkileri Londra’daki ve diğer şehirlerdeki sanat ortamını etkiledi mi? Türkiye’de sanat üretimi son dönemlerde hep sosyal ve politik anlamda an’ı yakalamaya, günceli ifade etmeye yönelik. Mardin’deki çalışmanızdan sizin de kendi ülkenizdeki güncel politik yansımaları hedef aldığınızı görüyoruz...

Çok sayıda iyi tanınan sanatçı, Brexit’e karşı açık bir duruş sergiledi; Tacita Dean, Bob & Roberta Smith ve Wolfgang Tillmans gibi örnekleri sayabiliriz. Bu şaşırtıcı değil çünkü neticede Brexit (en azından bugün bize ulaşan haliyle) sağ kanat muhafazakar partinin bir icadı ve sanat dünyası her zaman küreselleşmeye daha sıcak bakıyor. Benim çalışmam bu açıdan çok direkt bakmıyor. Ayrılmak için oy kullananların sebeplerinden bazılarını anlayabiliyorum; özellikle de AB içindeki demokrasi eksikliği, ayrılmayı oylamanın altında yatan sosyal hoşnutsuzluğu güdüyor. AB’nin Yunanistan’a karşı olan tutumu bir felaketti! Aynı zamanda bazı Brexit taraftarları, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı gibi kavramlarla hareket etti. Muhafazakarlar tarafından yapılan Brexit, manifesto olarak oldukça eksik, sosyal anlamda geriletici ki buna sadece karşı çıkmak mümkündü. Benim fotoğrafik dizilimim bu anlamda yıkıma karşı bir tepkiydi; bu yeni, radikal politik durumdaki tahrip, tehdit ve şaşkınlığa yönelik bir şeyler ifade etme girişimiydi.

Sanat A.Ş Çağdaş Sanat ve Bienaller, İstanbul: İletişim Yayınları, 2009

Yakın zamanda çıkacak kitaplarınız ya da editöryal çalışmalarınız var mı? Sanat A.Ş., günümüzün küresel sanat ortamına dair çok ufuk açıcı bir yayındı. Sanat uzmanları ve sanat tarihi öğrencileri açısından farklı bir yeri olduğunu düşünüyorum. Diğer çalışmalarınızın da Türkçe’ye çevrilmesini umuyoruz.

Ben de umuyorum! Önümüzdeki sene iki yeni kitabımın çıkması gündemde; Radical Realities: Essays on the Lens, fotoğrafçılık üzerine denemelerden oluşan bir kitap. İçinde Salgado, Burtynsky, Mosse ve Haegue Yang’ın da olduğu konular var. İkincisi de daha büyük bir kitap; Killing for Show: Photography, War and the Media in Vietnam and Iraq. Fotoğraf ve savaş üzerine olan bu kitap üzerine yaklaşık on yıldır çalışıyorum ve Verso tarafından ilkbaharda yayınlanacak. Sanat A.Ş. kitabımın üzerinde de güncellemeler yapıyorum; her şeyin hızla değiştiği bir dönemde ve özellikle ekonomik kriz ışığında yeni eklemeler yapmak lazım.

Son olarak, Mardin’e dair bizimle paylaşmak istediğiniz herhangi bir anekdot var mı?

Gökyüzünde kalabalık bir şekilde gezinen çok sayıda kırlangıç karşısında hayran kaldım! Birleşik Krallık’ta çiftçiler akıl almaz ve tehlikeli bir ekolojik suç olarak böceklerin büyük kısmını öldürüp yok ettiler. Bu yüzden günümüzde eskiye göre çok seyrek kuş görüyoruz. Dolayısıyla bu gördüklerim, beni çocukluğuma götürdü ve eskiden sahip olup sonradan kaybettiğimiz zenginliklerimizi düşündürdü. Bienalin açılış akşamında da, performans sanatçısı Sara Kostić’in açılış kalabalığının arasında adeta bir kırlangıç gibi kilisenin bir ucundan diğerine koşuşunu izlemek çok şiirsel bir deneyimdi.

Comments


bottom of page