Jillian Weise: Siborg şairin politik yolculuğu
- Kübra Aycan Gelekçi
- 55 dakika önce
- 14 dakikada okunur
Yeni serimiz Budala’da toplum beklentilerinin dışında kalan düşünme biçimlerine sahip sanatçı pratiklerini ekonomi politik bir perspektiften inceliyoruz. Serinin ikinci yazısında Jillian Weise’in siborg özne kavramı etrafında şekillenen şiirsel ve politik pratiğini ele alıyoruz
Yazı: Kübra Aycan Gelekçi
“Yeniden doğal ve doğal olmayan’ın anlamlarını kavramaya çalışıyorum. Sakatlık ve kronik ağrının ortaya çıktığı anlarda ve yerlerde, kırılgan, dirençli insan beden-zihinlerimiz dünyayla etkileşim içindeyken onlara doğal diyebilir miyiz? Bir arabadan ya da bir atın üzerinden fırlatılmış bir omurganın kırılması, kurşun, cıva ve tarım ilaçlarına maruz kalmış bir beynin verileri parça parça işlemesi doğal mıdır? Beden-zihin arasındaki bir ilişki türü hem doğal hem de anormal olarak kabul edilebilir mi? Bu soruları soruyorum çünkü anlamıyorum.”
(Eli Clare, Harikulade Kusurluluk: Tedaviyle boğuşmak, 2017. Crip Magazine, 2022¹)
Cyborg: Siborg, biyolojik ve yapay kısımları olan varlıklara verilen isim. Sibernetik organizma teriminin kısaltılması.
Jillian Weise, nam-ı diğer The Cyborg Jillian Weise, Teksas doğumlu bir şair, aktivist ve akademisyen. Kendini tanımlamak için kullanmayı sevdiği kelimeler: “kışkırtıcı, engelli ve ampute; reddettiği kelimeler ise ilham verici, cesur ya da gözü pek.” Neoliberal dünyanın engelli bedene yapıştırdığı etiketler bunlar. Sponsor metinlerinden, TED konuşmalarından, kampanya videolarından aşinayız. Engelliliği bir tür motivasyon hikâyesine çeviren klişeler.
Erken yaşlarda karşılaştığı medikal müdahaleler ve ileri teknolojilerle bütünleşmiş bir bedene sahip olmasının Weise’ın pratiğinin çıkış noktası olduğunu söylemek yanlış olmaz. Engelliliğin, Eva Egermann’ın Crip Magazine projesine dair Çınar Eslek ile yaptığı Argonotlar röportajında² belirttiği gibi “çalışır, zinde, esnek ve mükemmel beden” ideali etrafında gelişen normallik perspektifiyle sürekli çatışma hâlinde olduğunu düşününce Weise’ın kendini siborg olarak adlandırmasını şiirsel buluyorum.
Onun dili ve kimlik yaklaşımı adeta bir oluş hâli içinde ve seyyal. O, çoğunlukla bir “siborg” olmayı seçiyor; protez bacağının sağladığı deneyimden hareketle, “bedeni, teknolojiyi ve edebiyatı birbirine karıştırarak” aktivist, tutkulu, kusurlu ve sarsıcı bir dünya yaratıyor.
Siborg özne, Donna Haraway’in tanımladığı gibi³, saf ve bütün bir insan bedeni fantezisinin sonuna işaret eder. Organik ile inorganik, canlı doku ile devre kartı, duygu ile algoritma arasındaki sınırları muğlaklaştırır. Weise bu muğlaklığı şiirlerinde pekiştirir. Protez bacağını yeni bir duyumsama ve bilme kipinin aracı gibi kullanır. Bacağın takılıp çıkarılabildiği noktayı, öznelliğin takılıp çıkarılabildiği bir menteşe gibi tahayyül eder.
Eva Egermann’ın Crip Magazine projesine dönelim. Egermann, 2011-2022 arasında Crip Magazine’i engelli hakları hareketinin mirasını sanat pratikleri ve gündelik deneyimlerle buluşturan kamusal bir harekete dönüştürdü. 2022 yılındaki son sayısı 17. İstanbul Bienali kapsamında çeşitli ülkelerden sanatçıların katılımıyla yayımlandı. Neoliberal toplumların “işlevsel, esnek, mükemmel” beden ısrarını sorgulayan Cripping Neoliberalism konferansından devraldığı elle engelliliği yönetmelikler, oranlar, kartlar üzerinden konuşmayı reddediyor; norm bedenin teşhirini ve hayal gücünün genişlemesini merkeze alan başka bir tartışma zemini öneriyor. Egermann’ın tersyüz ettiği ableism (normalliği bir beden idealine bağlayan, geri kalan her şeyi sapma, eksiklik, arızâ olarak kodlayan düşünce) Weise’ın şiirlerinde de yaratıcı bir yıkım aracına dönüşüyor.
“Normal beden, istatistiksel ortalama ile ahlaki ideali birbirine ekleyen modern bir kurgudur” der Davis⁴. Altın oranlar, en iyi bedenler, en güzel yüzler ve bunların matematiğiyle müthiş bir ticaret döngüsü oluştu. Yani temelde “normallik” dediğimiz bu çerçeve ilerleme, sanayileşme, modernite, estetik gibi kavramlarla aynı sepette pazarlandı. Dolayısıyla normal olmayan “canavar”laştırıldı. Canavar iç mekâna hapsedilen, sakatlığını, engelini ya da normal şemsiyesi altın alınmayan neyi varsa saklamak zorunda bırakıldı. Seda Niğbolu, özellikle güncel sanat alanında bu konuyu etraflıca ele aldığı bir makale⁵ yayımladı. Niğbolu, bu makalede güncel sanatta sağlamcılığa karşı yeni bir ihtimam etiği geliştirilmesi gerektiğini savunur ve bu bağlamda, kimi engelli sanatçıların, üretim kalitesi ve hızı konusunda güvenilmezlik uyandıracakları korkusuyla sakatlıklarını küratörlerinden ve galeri sahiplerinden dahi saklamak zorunda kaldığını belirtir. Weise’ın pratiği sanatçıların mahkum edildiği bu saklanma biçimine karşı geliştirdiği bir kahkaha gibidir.
Sema Kaygusuz⁶, 2015 yılında yayımlanan Barbarın Kahkahası’nda kahkahayı bilgi üreten bir arıza biçimi olarak tanımlar. Bu tür bir arıza, terbiye edici “normal ol” buyruğuna karşı bedenden çıkan bir karşı-ses olarak; normun üzerine çöker, onu sakatlar, yerinden eder. Tıpkı crip bir isyan gibi.
Weise’ın siborg öznesi de burada konumlanır. O da normallik buyruğuna içeriden bir “glitch” (hata) düşürür. Yarım kalan, fazla gelen, takılan, geciken, hız kesen, ritmini kendisi belirleyen, tereddütlü, kimi zaman serkeş, kimi zaman da küstahane bir beden. Barbarın kahkahası. Bir tür nekahat hâlinin (normdan sapmanın ardından gelen kırılgan bir iyileşme eşiğinin) içinden yükselir gibi.
Hadi yapalım o filmi,
hani önerdiğin
kaldığımızda bir operayla bir son arasında.
Tüm planları sağdan çek,
verdiğim poz gibi yatakta.
Çünkü demiştin
“nasıl da sığıyorsun baştan çeneye tam şuraya,”
sol kol boynumun altında —
peki ya kayıp bacak?
Saklamıştım.
Uzanıyorum harabede
o demir top kalça üstünde.
Ki artık gerek bile yok;
kemikler uzun zamandır kendi yerinde.
Annem, her birkaç yılda bir,
doktorların yerine sorar:
“Şu vida seni rahatsız ediyor mu?”
Hatırlıyorum —
evet, doğru,
işte oradao vida.
Yan yatmış uykudayken,
metal içeri dışarı keser,
kurşun gibi,
yatağın altındaki nohut gibi.
Kaybolan demirin
fizikî kemirişi,
küçük bir kefaret,
seni bulmanın bedeli,
ama yine de bir kefaret.
Acı, ki
yakut gibi pürüzlü görünmeli;
bir mahkûmun,
sarmal merdivenlerden
zindana indirilmeden önce
cebine attığı türden.
“There is there that screw” (Weise, 2007)
Frankenstein, bakış ve bakımın reddi
Mary Shelley’nin (1818) Frankenstein’ı bir male gaze (erkek bakışı) ifşası olduğu kadar aynı zamanda engellilik çalışmalarında kurucu bir metin olarak kabul edilir. "Canavar", farklılık ile tehdit, görünürlük ile korku arasında sıkışmış, tarihsel olarak yanlış anlaşılan ve dışlanan bir figürdür. Günümüzde Guillermo del Toro tarafından çekilen bir Frankenstein (2025) uyarlaması mevcut. Her ne kadar bu film, aşırı estetize sahneleriyle çağın yapaylık tüketimini besleyen bir yapıya bürünmüş olsa da, Frankenstein metni, özünde normalliği, görünürlüğü, ötekiliği ve bedeni politik-ekonomik bir çerçevede okumaya imkân sağlar. Victor Frankenstein’ın kendi elleriyle bir araya getirdiği bedene baktığı anda kaçtığı sahne Eva Egermann’ın pandemi bağlamında sözünü ettiği Sosyal Darwinist nefretin bir varyasyonu aynı zamanda. “Zayıf” olanı, norm dışı bedenleri gözden çıkarma, etiketleme, terk etme hakkını kendinde gören bakış.
Weise’ın şiirleri bu kurguyu tersten okur. Victor’un kaçışı, yani bakımın reddi, şiirselleşir. Tobin Siebers’ın “yapısal şiddet” adını verdiği⁷, bakımın, erişimin ve dayanışmanın kurumsal olarak örgütlenmeyişi, Weise’ın evreninde engelli öznenin kendi bakımını tek başına, yeniden ve yeniden örgütlemek zorunda bırakıldığı bitmeyen bir mücadele alanı olarak karşımıza çıkar. Kimin bakıma layık olduğuna, kimin “çok masraflı” ya da “çok karmaşık” bulunduğu için sistem dışına itileceğine dair kararlar gündelik ve sıradanlaşmış bir haldedir.
Rosemarie Garland-Thomson’ın staring kavramı⁸ (dik dik bakma, merak ile tedirginlik arasında gidip gelen yoğunlaştırılmış görme biçimi) Frankenstein’ın yaratığını ve Weise’ın şiirlerinde dolaşan engelli bedene yöneltilen bakışın nasıl tezahür ettiğini anlamak için iyi bir kavram. İlk bakışta yalnızca “farklı” bir beden gibi görünen yaratık, ona yönelen bakışın patolojikleştirici şiddetiyle canavar hâle gelir. Weise’ın dizeleri, benzer bir bakışı gösterir: Engelli beden çoğu zaman merak, hayranlık, fetişleştirme, tıbbi nesneleştirme ve “ilham” retoriği arasında gidip gelen bir bakışın nesnesidir. Weise, bu bakışı aşikar ederken aynı zamanda staring back (geriye bakma) stratejisinden söz eder. O, engelli olmayanların (nondisabled) bakışını bir iktidar biçimi olarak okur. Siborg öznenin kendi “yabancı” bedeniyle bu bakışı iade edebileceğini, hatta boşa düşürebileceğini gösterir. Pasif, bakılan, kaçılan figürden, bakanı huzursuz eden, bakışı geri gönderen aktif bir öznelliğe intikali ifade eder.

Daughters of the Dust. Cohen Film Collection'ın izniyle
Staring back stratejisi, bell hooks’un male gaze’e karşı geliştirdiği oppositional gaze⁹ kavramıyla birlikte düşünülebilir. İkisi de görsel iktidarı tersine çevirir, meraklı bakışı alaşağı eder, “bakılan beden”i özne konumuna geri yerleştirir. En güçlü örneklerinden biri Julie Dash’in Daughters of the Dust isimli filmidir. Dash'in filmi, siyah kadınları anlatısının merkezine yerleştirir. Böylece beyaz üstünlüğü ve fallosentrik sinema tarafından dayatılan görsel kuralları ve stereotipik temsilleri yıkmayı amaçlayan eleştirel ve yapısökücü bir sinema pratiği uygular. Sinemanın politik bir mecmua görevi görebileceğini gösterir. Weise’ın şiirde yaptığını Dash sinemada yapar. Normalliği bir beden idealine bağlayan sistemlere ve mevcut anlatı yapılarına bir yanıt olarak dışlanmış kimlikler için yeni temsiller sunar.
Enaktif epistemoloji, otopoiesis, kuir-crip düşünce ve reparasyon
Günümüzün neoliberal sistemlerinin engelli bireye yaşattıkları, Victor’un laboratuvarındaki terk edişten farklı değildir. Weise bu yapısal problematiğe şiirlerinde “kadın”, “kuir”, “engelli” ve “siborg” kimliklerini birbirine bağlayarak karşı çıkar. Bedensel, toplumsal ve teknolojik boyutlarda yeni bir politik estetik yaratır. Romanın yarattığı tarihsel imge, onda çağdaş bir kuir-crip duyarlılıkla yeniden yazılır. Dolayısıyla “engellilik” esasen başlı başına bir bilgi üretim biçimi gibidir. Bu şekilde düşündüğümde kuir-crip teori ile enaktif epistemolojinin kesiştiği bir noktaya varıyorum. Bu noktadan hareketle dört ayaklı bir kavramsal çerçeve çizmeye çalışacağım: (1) Enaktivite, (2) Otopoiesis, (3) Kuir-Crip Teori, (4) Reparasyon.
Enaktivite yaklaşımı, bilginin dışarıda, temsil edilmek üzere bekleyen bir nesne değil; organizmanın çevresiyle kurduğu kesintisiz, eylemsel ilişkiler içinde beliren bir süreç olduğunu vurgular¹⁰. Otopoiesis (kendi kendini üretme) kavramı ise canlı sistemlerin sınırlarını ve bileşenlerini durmaksızın yeniden kurmasını tanımlar; kalıcı olan bu sürekli yeniden teşekkül hâlidir.
Bu kavramlar analoji olarak kullanıldıklarında normatif toplumsal yapıları, kurumları ve bakım ilişkilerini yeniden düşünmek için güçlü metaforlar sunuyor. Enaktivite bize bilginin her zaman bedensel, duygulanımsal ve ilişkisel bir hâli olduğunu hatırlatır. Kuir-crip teori ise bu halin kapitalist zamansallıklar ve “normal vatandaşlık” rejimleri tarafından nasıl daraltıldığını görünür kılar¹¹. Buradan uzayan düşüncede engellilik kusurlu ya da eksik olmanın tam zıddı alternatif bir bilgi ve deneyim biçimi haline gelir.
Crip beden, enaktif epistemolojiyle birlikte düşünüldüğünde, kronik ağrı, yavaşlayan ritimler, bakım ağlarına duyulan ihtiyaç ya da protezlerle kurulan yeni bedensel-çevresel ilişkiler, bilginin farklı boyutlarına işaret eder. Nitekim Weise okura enaktif okuma için verimli bir zemin sağlar çünkü okuru temsil edilen bedene dışarıdan bakan bir konuma değil bedensel ilişkilerin ve deneyim akışlarının içine yerleştirir.
Bu kavramsal çerçevenin dördüncü ayağı reparasyon. Geleceğe ilişkin bakım altyapılarının sürekli üretimi. Zararların telafisi, bakım ve destek mekanizmalarının kurulması, toplumsal eşitsizliklerin giderilmesi. Aynı zamanda halihazırdaki ilişkilerin, kurumların ve değer üretim biçimlerinin yeniden düzenlenmesi.
Mikro düzeyde reparasyon, bedenle kurulan ilişkiyi, kronik ağrının yönetimini, gündelik bakım pratiklerinin sürdürülebilirliğini içerir.
Mezo düzeyde (kurumlar ve topluluklar) erişilebilirlik düzenlemeleri, dayanışma ve bakım ağlarının örgütlenmesi, kültür-sanat alanında katılımcı ve kapsayıcı modellerin kurulması anlamına gelir.
Makro düzeyde ise emek piyasasının üretkenlik biçimlerinin, sosyal politikaların ve refah rejimlerinin engelliliğe bakışını kökten değiştirmeyi gerektirir.
Egermann’ın pandemi sırasında görünürleşen insan hakları ihlallerine yaptığı vurgu “koruma” adına kimlerin gözden çıkarıldığını, hangi bedenlerin “fazlalık” olarak konumlandığını sorması) burada incelenebilir.
Bu dört ayaklı çerçevenin sonuçlarından biri, crip deneyimlerin bilgi üretiminin alternatif yollarını sunduğunun kabul edilmesidir. Engellilik bilgi üretiminin yöntemini, ritmini ve duyusal altyapısını dönüştüren epistemik bir konumdur. İkinci olarak, reparasyon toplumsal adaletin bir tür zarar telafisi olarak okunmamalıdır. ilişkisel sürekliliği, bakım ağlarının kalıcılığını ve bedenlerin dünya ile kurduğu karşılıklı etkileşimlerin sürdürülebilirliğini savunan bir süreçtir. Üçüncü olarak, sanat pratikleri (özellikle Weise gibi şairlerin üretimi) bu süreçlerin hem analitik hem dönüştürücü araçları olarak işlev görebilir.
Sonuç olarak enaktivite, otopoiesis, kuir-crip teori ve reparasyon kavramlarının birlikte okunması, bedenin epistemik gücünü, bakımın politik ağırlığını ve onarımın geleceği örgütleyen bir pratik olduğunu gösterir. Bu yaklaşım kültür politikaları, engellilik çalışmaları, sanat pratikleri ve bakım ekonomisi arasında etkili köprüler kurabilir. Böylece hem teorik hem uygulamalı düzeyde yeni araştırma alanları, estetik pratikler ve politika modelleri için kavramsal bir zemin sunar.
Weise’ın şiirlerini ve performansını bu kuramsal çerçeveden okuyorum. Örneğin ilk kitabı The Amputee’s Guide to Sex¹², arzunun kültürel olarak nasıl inşa edildiğini göz önüne sererken engelli bedenin aseksüelleştirilmesine ya da yalnızca fetiş nesnesi olarak temsil edilmesine karşı da yazılmış gibidir. Teknoloji pürüzsüzlük, kusursuzluk, yüksek performans vaadiyle parlamaz. Hata, glitch, kesinti hakkını savunan bir alan açar. Weise, protez bacağını hem erotik bir nesne hem de bakış geleneğini bozan bir nesne olarak kurgular. Bacağı çıkarma, takma, bekletme hareketleri bedenin anlatısında yeni bir boyut kazanır.
Bana benimle uyumayı sevdiğini söylüyor.
Benimle uyurken, metal çubuklarla da uyuyor
ve onların insan olduğuna inanıyor.
Önden gidip merdivenlerden yukarı, yatak odasına çıkıyor.
Benim adım-atlamam, onun bükülerek attığı adımlara karşılık yankılanıyor.
Hiç bu kadar şanslı olamazdım…
Mükemmellik, bir merdiveni metalin şakırtısı olmadan
nasıl çıkacağını bilmek olurdu.
Yedinci yılım: ovma ispirtosu ve tentürdiyot;
gaz maskesi üzümsü kokusu, sakız aroması.
Çok fazla düşündüğümü söylüyor.
Tek istediği benim yanımda çırılçıplak uzanmak.
Kıyafetlerini çıkardığında
karşımdaki Davut heykelini görüyorum.
“Notes on the Body (1)” (Weise, 2007)
Weise’ın anlatısı Tobin Siebers’ın disability aesthetics¹³ tartışmasını düşündürür.
Engelliliğin romantikleştirilmeden, duygusal şantaja teslim edilmeden ama tüm kudretiyle bir estetik kaynak olabilmesi mümkün müdür?
Engelli kadın öznenin arzusu, tıbbi rapor dilinden ve ilham anlatısından sıyrılarak konuşur. Bu şiirlerde arzunun geleceği vardır. Fakat bu gelecek, heteronormatif romantik anlatıyı tekrarlayan, sağlam ve düzgün bedenleri merkeze alan bir geleceğe benzemez. Daha çok melez, kırık, çelişkili bir yapıdadır. Kuirleşmiştir.
Herkes bilir ki bir şiirin varsayılan modu
on parmak, on ayak parmağı,
görme, işitme ve dengeye sahip olmaktır.
Bu doğru olmadığında
bunu açıkça söylemek
senin sorumluluğundur.
Şöyle yapalım.
Seni kürsüye bağlayıp soralım:
Neyin var?
Nedir o?
Nondisabled Demands (Weise, 2018)
İkinci kitabı The Book of Goodbyes¹⁴, Buenos Aires’teki finch’ler (ispinoz kuşları) ve hayal ettiği “Barış Salonları”, dışlanmışlık ve ait olma isteğini aynı anda taşıyan imgelerle dolup taşar. Bu dışlanmışlığın temsili Ottobock C-Leg protezidir. Protez “doğal” bir uzuv gibi hissedilir; fakat mülkiyet hakkı ve yazılım kontrolü küresel bir medikal teknoloji şirketinin elindedir. Weise, söyleşilerinde protezinin Bluetooth bağlantısından ve uzaktan kumandayla yönetilen küçük bir bilgisayar olduğundan söz eder. Her adım, her duraksama, her hızlanma kaydedilir ve veri setine dönüşür¹⁵. Shoshana Zuboff’un¹⁶ “gözetim kapitalizmi” kavramını analım: İnsan deneyiminin “ücretsiz ham madde” olarak alınması ve davranışsal verinin metalaştırılması.
Weise’ın sorusu basit: “Şirket benim yürüyüşümü satabilir mi?” Marx’ın yabancılaşma kavramı yine sahnede. Sanatçı, bedenini üretimin asli aracı hâline getirmişken, bacağındaki mikroişlemcinin ürettiği artı-değer üzerinde hiçbir söz hakkı yoktur. Engelli özne hem tıbbi aygıt endüstrisi hem kültür endüstrisi tarafından çifte sömürüye maruz kalır. İktidar, bedeni bir de bu yönden tahakküm altına alır.

Banu Cennetoğlu, BEINGSAFEISSCARY, 2017, Çeşitli materyaller, Friedrichsplatz, Kassel, documenta 14. Fotoğraf: Roman März
Bu noktada Banu Cennetoğlu’nun BEINGSAFEISSCARY¹⁷ yerleştirmesini düşünüyorum. “Güvenlik” kavramının protez bedenle kurduğu bir ittifak görüyorum burada. Engelli öznenin hareketleri, bir yandan beden bütünlüğünü ve gündelik yaşamını “güvence altına almak” üzere izlenirken, diğer yandan onu sayısallaştırıp sermayeleştiren bir gözetim iktidarına teslim eder. Güvence vaadi, bedeni korumaktan çok içini görünür kılmayı, onu saydamlaştırmayı talep eder. Mikro ölçekte protezde işleyen bu izleme mantığı, makroda devletin ve kültür kurumlarının güvenlik söylemiyle kesişir. Bu mantığın mekânsal ve kurumsal tezahürünü başka bir bağlamda BEINGSAFEISSCARY yerleştirmesinde izlemek mümkün.
Cennetoğlu bu eserini Gurbetelli Ersözlü’nün¹⁸ günlüklerine çalıştığı sırada documenta 14 kapsamında üretiyor. Çıkış noktası Atina Ulusal Teknik Üniversitesi'ndeki bir duvar yazısı. Tıpkı Weise’ın şiirlerinin yaptığı gibi, bu iş de “güvenlik” söyleminin dışladığı bedenleri düşündürüyor. Almanya'nın en eski müzelerinden biri olan Kassel Fridericianum’un tepesindeki bu cümle, güvenlik kavramının politik ve estetik boyutlarını sorgulatıyor. Devasa boyutlarda, ihtişamlı, aydınlanma düşüncesinin kültür politikası vizyonunu taşıyan, 1940’larda kelimenin gerçek anlamıyla küllerinden yeniden doğan bu yapı Almanya’nın faşist geçmişini hafızalardan silmeye yetmiyor; üzerindeki yerleştirmeyle hem kurumu hem de kamuyu bir yüzleşmeye davet ediyor. Devlet ve kurumların, güvenliği ne şekilde bir araç olarak işlettiğine kurumun en yüksek yerinden işaret ediyor Cennetoğlu. Güvenliğin kim için, ne pahasına mümkün olduğu sorusu kamusal bir yüzeyden herkesi izliyor.
Güvenlik kavramını, Giorgio Agamben’in¹⁹ “istisna hali” ve Michel Foucault’nun²⁰ biyopolitika fikri ile birlikte düşünüyorum. Devlet, koruma adı altında bedenler üzerinde tasarruf hakkını genişletirken, engelli, çocuk veya mülteci bedenlerini ancak kırılganlık, eksiklik veya potansiyel tehdit kategorileri üzerinden bu çerçeveye dahil eder. Judith Butler²¹ ve Siebers’ın²² işaret ettiği üzere, hak temelli yaşam modelleri yerini idari izin sistemlerine bıraktığında güvenlik bir tahsis etme biçimi haline gelir. Bu bağlamda kamusal alanda görünür olmak yerine “güvenliği sağlanarak” içeri hapsedilen engelli beden, “güvenli bölgelere” sıkıştırılan mülteci, mesleki eğitim merkezinde ölüme mahkum edilen çocuk işçi (bkz. Mesem) aynı yönetim mantığının farklı yüzlerini temsil eder. Egermann’ın pandemi sırasında görünürleşen insan hakları ihlallerine yaptığı vurgu burada yine kendini hatırlatır. Her an toplumdaki bazı kesimlere karşı sistematik insan hakkı ihlalleri ile karşılaşıyoruz. Weise ve Cennetoğlu’nun işleri “koruma ve güvenlik” adı altında organize edilen bu ihlallerin bedene biçtiği rol ve toplumsal sınırlamalarla yüzleşme sağlar.
Kanona karşı Attack List
Cyborg Detective (2019), hardboiled dedektiflik geleneğini engelli bedenin edebiyat ve popüler kültür tarihindeki silinişi, yanlış temsili ve öldürülme biçimleri üzerinden bir izleğe dönüştürür. “Siborg dedektif” batı kanonuna karşı açılan bir davanın protagonisti gibidir. Siborg kahramanın sonsuz yolculuğu…
Şiir pratiğinde Weise, insanın tekelinde olduğu varsayılan yaratıcılık fikrine saldırır. Turing Testi’ni şiire uyarlar. Özellikle Cyborg Detective’de bulunan Attack List (2019) şiiri, bu yaklaşıma bir örnektir. Weise, gerçek zamanlı X (eski adıyla Twitter) verilerini ve güncel haber başlıklarını kullanarak şiiri yaşayan bir veri akışına dönüştürür. Şiir toplumsal olayları, riskleri ve bilgi ağlarını takip eden bir “siborg veri ağı” gibidir:
Bu sabah iki kapı arasında sıkışan kadın
Zihinsel engelli bir kadına üç gün boyunca toplu tecavüz eden üç erkek tutuklandı
Sapık, hipodromda engelli kadına saldırdı
“Arızalı merdiven asansörü beni neredeyse on yıldır evimde tutuklu bıraktı”
Doktor hakkında: hastaya cinsel saldırı suçlaması
“korkunç bir yanlış anlama olabilir”
Kısa: Engelli kadın hikâyesini anlatacak
Cuddalore’da engelli kadına toplu tecavüz
İşkenceci Melvin Knight cezasına yeniden itiraz etti
Engellilerin önündeki engeller
Engelli kadın korkudan gardıroba saklandı
Devlet yurdu, bir hastanın ölümü nedeniyle dava edildi
“Aldatıldık” diyen çift, yatak odası vergisiyle yeni bir kavgaya giriyor
Engelli kadın bütün gece süren bir cinsel saldırıdan sağ çıktı
Engelli kadının arabası iki kez ateşe verildi
Anne, engelli kızının ölümünde suçunu kabul etti
Kadının engelli aracı, cenazeye katıldığı sırada çalındı
“Beni bir ormanda yaşamaya bırakmış gibiler!”
Mahkeme, sadomazoşistik seks davasında yeniden yargılama kararı verdi
Eski şoför, engelli kadına taciz suçlamasıyla tutuklandı
New Yorklu müteahhit engelli erişim davasında suçlandıAttack List çağdaş şiirde listeler aracılığıyla eleştirel bir strateji geliştirme olanağı sunar. Weise, X ve güncel haber başlıklarını bir araya getirerek, hem medyanın hem de kurumların engelli bedene yönelik ideolojik işleyişini görünür kılar²³. Chomsky’nin medya eleştirisine paralel²⁴ olarak liste, haberlerin seçilmesi ve sunulması yoluyla oluşturulan bilgi hiyerarşilerini gösterir. Hangi olayların görünür kılındığı, hangi toplumsal grupların sesinin bastırıldığı üzerinde düşünmeye teşvik eder.
Susan Sontag’ın listeler üzerine görüşleri, Weise’ın çalışmasını kavramsal olarak destekler. Sontag’a göre listeler, kaotik veya travmatik gerçeklikleri hem düzenler hem de izleyiciye eleştirel bir mesafe verir²⁵. Weise, haber başlıklarını veri-şiir biçiminde sıralayarak, Sontag’ın tarif ettiği gibi hem bilgi sunar hem de etik ve estetik bir mesafe yaratarak ideolojik şemaları görünür kılar. Attack List engelliliğin medyatik temsilinin arşividir.
Tipsy Tullivan: Heteronim, hiciv ve dijital crip
Weise’ın pratiği yazılı metinle sınırlı değil. YouTube’da karşımıza çıkan heteronimi Tipsy Tullivan, sarı peruğu, pembe gardırobu ve “sarhoş neşesiyle” edebiyat dünyasının engellilere yönelik ikiyüzlü tavırlarını hicveder. 2016 AWP konferansında engelli yazarların panellerden reddedilmesine karşı sahneye çıkan Weise, “onlara zaten bildikleri bir yasayı tekrar anlatmak” yerine, engelli olmayan bakış açısını karikatürize eden Tipsy’yi sahneye sürer. Böylece engelliliğin anlatıldığı değil, engelli olmayan bakışın zuhrettiği bir performans üretir.
YouTube ve sosyal medya crip kamusallığının inşa edildiği önemli altyapılar. Düşük çözünürlüklü videolar, kesik montajlar, amatör görünen kadrajlar. Engelli bedenin “profesyonel” temsillerden dışlandığı bir alanda düşük eşikli, erişilebilir bir üretim zemini.
Tipsy’nin “I don’t want to inspire you” mottosu, Alison Kafer’in ve pek çok engellilik kuramcısının eleştirdiği “inspiration porn”a yönelik net bir reddir. Engelli bedenin kolektif sorumluluk ve yapısal dönüşüm tartışmalarından koparılarak bireye indirgenmesi eleştirilir.
Weise, Tipsy ile engelliliği kültür endüstrisinin tam ortasına yerleştirir. Enaktif bir epistemolojinin işaret ettiği gibi bilginin sahne ile seyirci, beden ile kamera, şaka ile öfke arasındaki canlı ilişkilerde üretildiği bir alan açar. Tipsy’nin düşük çözünürlüklü videoları, beklenmedik kahkahaları, utanma ve öfkeyi aynı anda taşıyantepkileri, crip kamusallığının kendi kendini yeniden üretme biçimi, küçük bir otopoietik ağ gibi çalışır. Her performans, yeni bakım ilişkileri, yeni dayanışma imkânları, yeni kırılganlık itirafları doğurur. Kuir-crip düşüncenin altını çizdiği melez, kırık, zamansal olarak “gecikmiş” özne, Weise’ın hem şiirlerinde hem performanslarında belirir. Makul vatandaşlık ve üretkenlik ideallerine uymayan bu siborg beden, başka türden bir bilgi, başka türden bir gelecek tahayyülü üretir. Reparasyon ise bu geleceği birlikte kurma pratiği olarak çıkar karşımıza. Tipsy’nin hicvi, kurumlara yönelttiği taşlamalar, engelliliğin dünyayı yeniden düzenleme çağrısına dönüştürür. Weise’ın yaşamı ve üretimi, böylece feminist teori, Marksist ekonomi-politik, engellilik çalışmaları ve post-hümanist felsefenin kesişiminde ilerler. Bir yandan sistemin araçlarını (teknoloji, akademi, yayınevleri, ödül mekanizmaları) kullanırken, diğer yandan onları içeriden bozan, kuir-crip ve enaktif bir reparasyon siyasetiyle biçimlenir. Kitap yayımlamak, ödüller almak, üniversitelerde ders vermek; bir yandan görünürlüğünü güvence altına alırken, diğer yandan eleştirisini tam da bu kurumların içine yerleştirir.
Weise çağdaş kapitalist kültürde hem görünürlük hem direniş olanaklarını kurcalayan; topluma uyum sağlarken onu reddeden bir sanatçı olabilir mi? Tıpkı bir siborg gibi.
Kim bilir?
Belki de.
...Ama bugün yaz başındaki konuşmamızı düşündüm. Bitkin bir hâlde, başını mutfak masasına koyup şöyle demiştin:
“Peki ama bir canavarla bir siborg arasındaki fark ne? Bir şey yemem gerek. Çikolatan var mı?” Buzdolabını açarken, sana etki etmek istercesine sessiz ve belki de fazla ciddi bir sesle söylemiştim:
“Canavar, içinde bulunduğu koşullara uyum sağlamayı reddeden varlıktır.”Kaderine. Bedenine. Büyük Britanya’ya.
Sen demiştin ki: “O zaman Laloo İngiliz mi yoksa Britanyalı mı?”
Ben de: “O Londralı.”
Ama Londra ne kadar çok telaffuz edilirse, o kadar bir şakaya dönüşüyordu.
LondraLondraLondra.
“Notes on Monsters: Section 2 (Wish)”, Bhanu Kapil


