Adaletin ölçüsüz ağırlığı
- Merve Duran
- 13 dakika önce
- 8 dakikada okunur
Aslı Özdoyuran’ın Yuvarlak Sayılar isimli kişisel sergisi 21 Kasım - 21 Aralık 2025 tarihleri arasında BüroSarıgedik’te gerçekleşiyor. Sanatçının hukuki düzenin yarattığı ağırlığın mekânsal ve bedensel karşılıklarını görünür kılan pratiği üzerine düşünüyoruz
Yazı: Merve Duran

Aslı Özdoyuran, Mekânların da hayaletleri dadanıyor II, 2025, Kuru boya, 160x90 cm. Sanatçının ve BüroSarıgedik’in izniyle
“Birisi Josef K.’yi karalamış olmalıydı; çünkü hiçbir suç işlememişti ve bir sabah tutuklandı.”
-Franz Kafka, Dava (1925)
BüroSarıgedik’in merdivenlerini çıkarken sergi metnini hızlıca okuyorum: Aslı Özdoyuran’ın Yuvarlak Sayılar isimli sergideki yapıtları için, ağırlık birimlerinden, “mahkeme” ve “muhakeme” kelimelerinin çağrışımlarından, adalet duygusundan ve adliye mimarisinden yola çıktığından bahsediliyor. Metin, mimariyle, kişisel deneyimlerle ve iktidarla ilişki kuran bir pratikten söz ediyor. Tüm bunlar bende zihinsel bir hazırlığı tetikliyor ama yine de merdivenleri tam olarak neyle karşılaşacağımı bilmeden tırmanıyorum. Bu zihinsel hazırlığın ve merakımın kaynağı yalnızca sergi değil serginin çağrıştırdığı mekân olan adliyeler ve hukuk kavramı.
Türkiye’de son 10-15 yılın politik atmosferinde adliye, soyut bir “adalet mekânı” olmaktan çıktı; yerine bekleme sıraları, X-ray cihazları ve turnikeler, basık duruşma salonlarının kasvetli havası gibi somut görüntüler zihnimize kazındı. Adalet, teorik bir ilke olmaktan çok, geceleri uyutmayan kaygıya; sürekli yanımızda taşıdığımız politik yük gibi hissedilen bir meseleye dönüştü. Adliye binalarının soğuk, katı ve insanları hizaya sokan mimarisiyle mekâna sinen sürekli gözetim hissi, adaleti değil cezalandırılma ihtimalini çağrıştırıyor.

Aslı Özdoyuran, Mekânların da hayaletleri dadanıyor I, 2025, Kuru boya, 175x90 cm. Sanatçının ve BüroSarıgedik’in izniyle
Sergi salonuna adım attığımda, Özdoyuran’ın çizim ve heykellerden oluşan işleriyle karşılaşıyorum. İsminin Mekânların da hayaletleri dadanıyor olduğunu öğrendiğim çizim serisinden yayılan parlak, neredeyse oyunbaz renkler, kısa süreli bir yanılgı yaratıyor. Kuru boyanın pembe, turuncu, kırmızı ve yeşil tonları, ilk bakışta çocukluk defterlerini çağrıştıran “tatlı” bir estetik vaat ediyor gibi. Ancak bu illüzyon, çizimlere doğru yaklaştıkça hızla dağılıyor. Perspektifin kırıldığı, tavanların ve duvarların birbirine fazla yaklaştığı bu çizimler, mahkeme mekânının sıkışıklığını ve ağırlığını hissettiriyor. Renklerin sevimliliğinin altında somutlaşan mekânsal şiddeti seziyorum. Bu noktada sergi, benim için yalnızca kavramsal bir çalışma olmaktan çıkıp, hukuki haksızlığın politik somatiğini; yani diğer bir deyişle bedende depolanan adaletsizlik hâlini açığa çıkaran bir alana dönüşüyor.
Mekânların da hayaletleri dadanıyor serisi, hukuki iktidarın mekânsal temsili üzerine bir okuma imkânı sunuyor. Özdoyuran, adliye mimarisini iktidar ilişkilerini yeniden üreten bir alan olarak kullanıyor. Adliye, adaletin bozulmasının bedenlerde hissedildiği bir sahneye dönüşüyor. Çizimlerden birinde parça parça beliren kırmızı sütunlar, bana Çağlayan Adliyesi’ni hatırlatıyor; devasa bir yapı ve giriş boşluğu, tam anlamıyla bir iktidar mimarisi olarak izleyicinin karşısında beliriyor. Özdoyuran, bu mimariyi gerçekçi bakıştan kaçınarak, eğrilmiş perspektiflerle, üst üste binen renklerle ve yalın çizgilerle yeniden kuruyor. Bazı çizimlerde tavan gökyüzünün yerini almış gibi; yukarı bakmak ferahlatmıyor; aksine bir sıkışma hissi yaratıyor. Başka bir çizimdeyse diyagonal çizgiler ve üst üste binen lekeler, bende sonu görünmeyen bir koridor hissi uyandırıyor; sanki yön duygusunun kaybolduğu bir labirentte dolaşıyorum. Bu görsel dil, Franz Kafka’nın Dava’sındaki atmosferi hatırlatıyor: tekrar tekrar açılan dosyalar ve hiç bitmeyen, sıkıntılı bir bekleme hâli.
Çizgiler, kuru boyanın kâğıt üzerinde bıraktığı izler ve katman hâline gelen canlı renkler, adliye deneyiminin sanatçı için yalnızca zihinsel değil fiziksel bir boşalım ihtiyacı olduğunu düşündürüyor. Özdoyuran’ın heykel disiplinine daha yatkın olduğunu biliyor ve çizimin onun için daha az güvenli bir alan olduğunu tahmin ediyorum. O hâlde kuru boya kullanımı, hem teknik hem duygusal anlamda bir açıklık ve risk taşıyor. Özdoyuran’ın kuru boyayla çizimler yapmayı seçmesi, kusursuzluk yerine deneysel bir rahatlama ve duygularını serbestçe görselleştirme çabası hissini veriyor. Sanki adliyelerde ve duruşma salonlarındaki bunaltıcı deneyimini, heykelin kontrollü kütlesi yerine çizimin daha doğrudan, daha kırılgan ve hatta biraz “amatör” görünen yüzeyine taşıyarak dışarı atmayı tercih ediyor. Kuru boya izleri, bedenlere ve mekânlara çöken ağırlığın izlerini de çağrıştırıyor.

Aslı Özdoyuran, Mekânların da hayaletleri dadanıyor III, 2025, Kuru boya, 225x90 cm. Sanatçının ve BüroSarıgedik’in izniyle
Bu ağırlık ve sıkışma duygusu, ister istemez zihnimi son yılların davalarına çekiyor. Sergiyi gezerken Osman Kavala ve yıllardır içeride olan siyasi tutsaklar aklımdan geçiyor. Kavala’nın beraat kararlarına karşın yeniden tutuklanmalarıyla ve AİHM kararlarının görmezden gelinmesiyle, sekiz senedir devam eden tutsaklığı, hukukun keyfi işleyişinin en çarpıcı sembollerinden biri. Üstelik bu vaka bir istisna da değil daha geniş bir örüntünün düğüm noktalarından yalnızca bir tanesi ve hukuk sisteminin siyasileşmesinin, adaletin ölçüsünün iktidarın iradesine göre “yuvarlandığının” açık göstergesi. Bu noktada Özdoyuran’ın sergisi, izleyiciyle hukuksuzluğun ağırlığını taşıyan beden ve mekân üzerine konuşmaya başlıyor. Adalet kavramı, ölçü birimi bilinmeyen, göğse ve mideye oturan bir yük gibi hissediliyor.
Gezi davasının yıllara yayılan seyri, uzun tutukluluk pratikleri, yeniden yargı süreçleri ve ifade özgürlüğü davalarında “ölçülülük/öngörülebilirlik” tartışmaları, zihnimde hukukun teknik araçlarının siyasal gerilimlerle iç içe geçtiği geniş bir zemini işaret ediyor. Özdoyuran’ın işleri de yalnızca bir kişi veya tekil bir durumdan değil bu ülkenin adliye koridorlarına sinmiş ortak kaygıdan doğuyor. Dünden bugüne Gezi davasında süren tutukluluklarla bir başka örnek olan İmamoğlu’na yönelik yargı süreçleri, adaletin “yuvarlak sayılar” ve bitmeyen bekleyişlerle idare edildiği bir sistemi görünür kılıyor. Özdoyuran’ın mimari ve ağırlık üzerinden kurduğu görsel dil, siyasi düzenin duygusal ağırlığını ortaya çıkarıyor. Burada dikkat çeken unsur, modern iktidarın ölçü sistemlerinin bedenleri ve mekânları hangi yollarla şekillendirdiği veya şekillendirmeye çabaladığı oluyor. Özdoyuran’ın pratiğinin merkezinde ise, “ölçü”nün hiçbir zaman nötr olmadığı fikri göze çarpıyor. Dolayısıyla, bu ölçülerin bedensel duyumlarda ve mekânsal düzenlemelerdeki karşılığını okumak, hem serginin mekânsal kurgusunu hem de iktidar ilişkilerine dair ima ettiği adalet duygusunu anlamak açısından kritik hale geliyor.
Sergiye hakim olan duygusal ve fiziksel ağırlık mefhumlarını yalnızca sezgisel düzeyde bırakmayıp, bazı kuramsal çerçevelerle de açabiliriz. Sara Ahmed’in Duyguların Kültürel Politikası’nda ifade ettiği gibi, kaygı, korku ve keder yalnızca bireysel psikolojiye ait değil; politik bağlamlarda dolaşarak belirli mekânlara (bu örnekte adliyelere) ve figürlere “yapışan” kolektif duygulanımlardır. Özdoyuran’ın işlerinde de duygular temsil edilmekten çok, devletin duygusal ekonomisinin bedensel tezahürleri olarak karşımıza çıkıyor. Ceza süreleri, dava dosyalarının kalınlıkları, duruşma sayıları ve bekleme süreleri birer ölçü birimine dönüşürken, ölçülen artık suçun “ağırlığı” değil, iktidarın tahammül sınırları oluyor. Cezalar, tutukluluk hâlleri ve “yuvarlanan yıllar” (7 yıl, 14 yıl, ağırlaştırılmış müebbet gibi), suça verilen teknik karşılıklar olmaktan çok, bir gün sona ereceğine dair umut beslediğimiz siyasi iradenin doz ayarları gibi görünmeye başlıyor.
Lauren Berlant’ın “zalim iyimserlik” kavramı ise, bu tabloyu bambaşka bir açıdan düşünmeyi mümkün kılacaktır. Adalet idealine tutunmak, bizi ayakta tuttuğu kadar, her yeni darbede yaşam kapasitemizi kısıtlayan zalim bir iyimserliğe dönüşebiliyor. Hukuka duyulan inancı tümüyle koparmadan ama düzelmesine de alan açmadan sürdüren bu rejim, bekleme hâlini başlı başına bir şiddet biçimi olarak sürdürüyor. Serginin adı olan Yuvarlak Sayılar tam da bu yüzden çarpıcı: Hukukun içindeki bu “yuvarlaklık”, bir insanın ömrünü, ailesinin hayatlarını ve toplumsal adalet duygusunu belirleyen keyfi kararları ima ediyor. Özdoyuran’ın yuvarlak formları olan cevizler, metal yumurtalar ve sarkaçlar, bu yuvarlak sayılarla üst üste biniyor; ağırlık hem rakam hem cisim olarak karşımıza çıkıyor.
Aslı Özdoyuran, Tereddütü marifet bilirim, 2025, Filtre kâğıdı, ahşap, zincir, bronz, 67x101x20 cm. Sanatçının ve BüroSarıgedik’in izniyle
Sergideki heykel işleri, bu siyasal ve duygusal yükü ağırlık, denge ve ölçü kavramları üzerinden üç boyutlu bir düzleme taşıyor. Tereddüdü marifet bilirim isimli işi, dengeyi sabit bir kararlılık hâli değil ince ayarlı bir sallantı olarak sunuyor; her an yerinden oynayacakmış hissi veren bu kırılgan denge, bedensel bir risk duygusu yaratıyor. Klasik adalet alegorilerinde terazinin yerini burada oynak bir askı sistemi alıyor; adaletin sembolü Justitia’nın somut, granit terazisine karşı Özdoyuran, kırılgan ahşap ve kâğıdı kullanıyor. Aşağı sarkan sarı filtre kâğıdı, kanunun kağıt üzerinden kuruluşu fikrinin yanında, hakikati süzmesi beklenen, fakat hangi tanıklıkların dışarıda bırakıldığını sorgulatan bir detay olarak öne çıkıyor. Özdoyuran, heykelin ahşap gövdesini, sallanan sandalye ya da salıncak hissi veren hafifçe oynak bir iskelet üzerine yerleştirmiş; iş fiilen devrilme noktasında değil, ama izleyicinin zihninde “azıcık dokunsam yerinden oynayacak” duygusunu sürekli canlı tutuyor. Adının da ima ettiği gibi iş, bu sallantılı hâli olumsuz bir kararsızlık olarak değil, otomatikleşmiş yargılara mesafe koymayı mümkün kılan, dikkatli ve etik bir tereddüt biçimi olarak ele alıyor.
Aslı Özdoyuran, Endişelerine dikkat et, mide yakıyorlar, 2025, Metal raf, ahşap, demir, metal yumurtalar, filtre kâğıdı, 70x41x20 cm. Sanatçının ve BüroSarıgedik’in izniyle
Endişelerine dikkat et, mide yakıyorlar işinde ise metal bir rafın üzerindeki yoğun ve opak metal yumurtalar, fiziksel, gözle görülür bir ağırlık hissi yaratıyor. Başlıktaki ifade, hukuksuzluğun psikosomatik etkisini doğrudan tarif ediyor: kaygı ve sürekli alarm hâli. Özdoyuran’ın metal yumurtaları, bastırılmış ama süreğen bu kaygıyı yoğunlaşmış, yerinden oynatılması güç bir ağırlık gibi görselleştiriyor. Yuvarlak Sayılar, bu iş üzerinden okunduğunda yalnızca ağırlık ölçülerine değil, hangi bedenlerin ve mekânların ağırlığının hatırda tutulduğunu belirleyen bir düzene de işaret ediyor.
Bu somutlaşan ağırlık hissi, ölçünün tarih boyunca nasıl bir iktidar tekniği olarak işlediğine dönüp bakmayı gerektiriyor. Ağırlık ve ölçü birimleri ilk bakışta teknik araçlar gibi görünse de yüzyıllar boyunca otoritenin, mülkiyetin, verginin, borcun ve cezanın yönetilmesinde kilit bir rol oynadı. Hangi malın ne kadar değer taşıdığı, hangi bedene ne kadar ceza düşeceği; hepsi sayılar üzerinden belirlenir. Michel Foucault’nun işaret ettiği gibi modern iktidar, yalnızca bedenleri disipline etmekle kalmaz; aynı zamanda onları ölçülebilir, sayılabilir, sınıflandırılabilir hale getirir. Metrik sistem, istatistikler, demografik kayıtlar, kriminal dosyalar: hepsi bu rejimin parçaları sayılabilir. Bu rejim içinde adalet mekânı da, bedenlerin ve hayatların farklı “ağırlık”lara ayrıldığı düzenleyici bir alan hâline gelmiştir.
Sergiyi yeniden düşünürken aklım, bir yandan da Pera Müzesi’ndeki Anadolu Ağırlık ve Ölçüleri Koleksiyonu’ndaki “ağırlık ve ölçü” objelerine gidiyor. Anadolu’nun eski ölçü sistemlerini sergileyen o vitrinde, bir zamanlar ticareti, vergiyi, mülkiyeti ve borcu düzenleyen nesnelerle karşılaşmıştım. Aslı Özdoyuran’ın bu koleksiyon sergisinden ilham aldığını biliyorum; ancak burada, o tarihsel nesnelerin törensel ve korunaklı sakinliği yok. Ağırlık kavramı, sanatçının imge dünyasında cam, metal, kâğıt ve kuru boya formlarına dönüşerek yeniden, türlü denemeler eşliğinde, adeta oyun oynarcasına vücut buluyor. Fiziksel ağırlık, bu sergide hukuki ve duygusal ağırlığa tercüman oluyor.
Aslı Özdoyuran, Yan yanalık ve ilişkilenme üzerine, 2025, Renkli cam, 12 adet, Çeşitli ölçülerde. Sanatçının ve BüroSarıgedik’in izniyle
Bu noktada, 2018’de diğer bir sanatçı Aslı Uludağ’ın Pera Müzesi’ndeki Bir Avuç Hak performansına izleyici olarak katılmış olmam da belleğime geri dönüyor. Uludağ, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ndeki kelimeleri Türkçeden silip (diliyle) buğday tanesi karşılığına çevirerek, soyut hak kavramını tartılabilir bir ağırlığa dönüştürmüştü. Performansta, hakların “766 kilo” gibi bir sayıya indirgenmesini hem rahatsız edici hem de çarpıcı bulmuştum. Özdoyuran’ın Yuvarlak Sayılar isimli sergisi ise bu hattı sanki tersine çeviriyor: Burada bu kez ölçülebilir olan (kilolar, birimler, cezalar, süreler) ölçülemez olana; kaygıya, kedere, bıkkınlığa dönüşüyor. İki iş, Pera’daki tarihsel ağırlık nesneleriyle birlikte düşünüldüğünde, ölçünün ve adaletin nasıl iki tarafı keskin bir araç hâline geldiğini gösteriyor. Bu tarihsel hat, ölçünün “tarafsızlık” taşımak yerine; bir iktidar tekniği olduğunu işaret ediyor.
Aslı Özdoyuran’ın Yuvarlak Sayılar isimli sergisini ve fiziksel ağırlık birimlerinden yola çıkışını, Türkiye’deki haksız yargı düzeninin ölçülemeyen bedelini somutlaştırılması olarak okuyorum. Sergi, “adalet”in sindirim sistemimize, kaslarımıza ve nefes alışlarımızın ritmine yansıyabilen bir mesele olduğunu hatırlatıyor. Özdoyuran’ın çizim ve heykelleri, mimari baskı ve dava süresi gibi soyut unsurların fiziksel deneyimlerini görünür kılıyor. Böylece hukuksuzluğun somatik ağırlığı, yalnızca tutukluların değil bu ülkede yaşayan herkesin paylaştığı bir yük olarak beliriyor.
Bu somatik yük, sergiyi yalnızca hukuksuzluğun bir yansıması olmaktan çıkarıp, izleyenin kendi konumunu düşünmeye çağırdığı bir noktaya ilerliyor. Sergiyi gezerken benim için düşünce de yavaşça başka bir yöne evriliyor: Bu yuvarlak sayılarla çizilmiş haksızlığa bir son verilmesi gerektiğini söylemek, yalnızca hukuki bir talep değil; aynı zamanda politik bir var kalma ısrarıdır. Adaletin ölçüsünü yeniden düşünmek, bireylerin taşıdığı bu ağırlığı hafife almaktan vazgeçmek ve bu ortak yükü birlikte taşımayı, birlikte hafifletmeyi öğrenmek mecburiyetindeyiz. Adalet ne metalin soğukluğuyla ölçülebiliyor ne de koridorlarında yalnızca “adaletin hayaleti”nin dolaştığı adliye saraylarıyla sağlanabiliyor; gerçek hak, hukukun bir kaygı karabasanı değil nefes alınabilen bir alan hâline geldiği yerde başlıyor. Bu alana yaklaşmanın yolu, o mide ve yürek yakan ağırlığa karşı ses çıkarmaktan, yazmaktan, tanıklık etmekten geçiyor; çünkü Audre Lorde’un söylediği gibi: “Sessizliğin seni korumayacak.”























