top of page

Jean-Paul Sartre ile Kayıt Dışı Metinler: Gizli Oturum

Yazar Fatih Tan’ın, edebiyatın ve felsefenin kültleşmiş isimlerini güncel ve deneysel bir yaklaşımla ele aldığı Kayıt Dışı Metinler yazı dizisi, ayda bir Cuma günü yer bulduğu yeni mekânı unlimitedrag.com'da on beşinci metniyle devam ediyor. Kayıt Dışı Metinler’in kısmen yapı-sökümcü kısmen de kurmacaya dayalı dünyasının bu haftaki konuğu: Jean-Paul Sartre


Yazı: Fatih Tan


Jean-Paul Sartre, Fotoğraf: Ida Kar, 1961, © National Portrait Gallery, Londra

20. yüzyılın belki de uluslararası anlamda bir rockstar gibi tüm dünyada en bilindik ve bir o kadar da en tartışmalı entelektüellerinden biri olan Jean-Paul Sartre; felsefeye, siyasete, sanata, topluma ve entelektüel dünyaya doğrudan müdahalede bulundu. Sartre’ın etkisi bugün o eski cazibesini yitirmiş olsa da, yine de entelektüel vicdanı, koca bir Batı medeniyetinin neredeyse her dönem katarsisi oldu. Felsefesi çok tartışılmakla birlikte, edebi yönü ise her zaman gerekli saygıyı hakkıyla gördü. Alain Badiou, Fransız çağdaş felsefesinin miladını Sartre’ın 1943 yılında yayımlanan Varlık ve Hiçlik isimli temel yapıtı olarak belirler. Sartre’ın bu yapıtı ile Deleuze’ün 1991 yılında yayımlanan Felsefe Nedir? isimli son kitabı arasındaki zaman, Badiou’ya göre çağdaş Fransız felsefesinin asıl dönemidir. Ama buna rağmen Sartre’ın “egzistansiyalist” ve Marksist fenomenolojik felsefesi hem Althusser gibi Marksistler hem de Heidegger gibi varlık felsefesi ile uğraşan filozoflar tarafından doğru dürüst ciddiye alınmadı. Gadamer, bir anısında Varlık ve Hiçlik kitabını eline alan Heidegger’in 750 sayfadan oluşan kitabın sadece ilk 40 sayfasını okuduktan sonra kitabı bir kenara koyduğunu söyler. Varlık felsefesi Sokratiklerden başlar; Spinoza, Pascal, Kierkegaard, Nietzche gibi filozoflarla devam eder ve günümüze Alain Badiou’ya kadar gelir. Sartre’ın hiç kuşkusuz Karl Marks’tan sonra en fazla etkilendiği Edmund Husserl ve bilhassa Martin Heidegger’dir. Heidegger, çok sonrasında Sartre’a bir mektup yazarak aynı yerde olmadıklarını ve aynı şekilde düşünmediklerini eleştirel bir dille iletir. Althusser, öğrencileriyle birlikte 1965 yılında yazdığı ve kendi dönemi gereği felsefe tarihinin en tartışmalı ve Marksist okumanın en çarpıcı eseri olan Kapitali Okumak isimli kitabında bile, Sartre’ın fenomenolojik Marksist okumasını ve onun meşhur “Marksizm çağımızın aşılamayan felsefesi” söylemini diyakronik bir temelde tersyüz eder. Hatta Althusser çok sonraları bir adım daha ileriye giderek, Sartre’ın kendi felsefesine dair yazdığı kitapları, “felsefik romanlar” diye tanımlar. Gerçek şu ki, Sartre, ne yapısalcı Marksistler gibi Marksizm’i ayrıntılı nesnel bir episteme ile ele aldı ne de Heidegger gibi varlık ve varoluş meselesini derin bir Batı metafiziği temelinde anlatabildi. Sartre’ın, esas yapmak istediği şey, Maurice Merleau-Ponty ile birlikte fenomenolojiden Marksizm’e doğru yönelerek birey temelli yeni bir sentezin eksenini oluşturmaktı. Ama her ne olursa olsun şu da bir gerçek ki, bugün tek çırpıda isimlerini saydığımız bütün Fransız filozoflarına felsefeyi çekici hale getiren, onları felsefeyle tanıştıran ve akademinin dışında müthiş karizmatik entelektüel çehresini çizen kişi hiç kuşkusuz yine odur. Sömürgeciliğe karşı uslanmaz mücadelesi ve tavizsiz sol angajmanı, onun önünde yürüyen ve onu koruyan bir kalkandı. Bu bazen onu bütün bir halkın beğenisine ters düşürür bazen de rejimin en sakıncalı figürüne dönüştürürdü. Ama her ne olursa olsun zor sayılacak böylesine bir tavrı yeğlemesindeki saldırgan kararlılığını ve katılığını ne denli övsek azdır. Sartre'ın felsefesinde genel anlamda seçim yapma düşüncesinin temel olduğunu biliyoruz. İnsanın ancak insanlığının ötesine geçerek var olmasıdır bir anlamda. Bu da onun felsefesinde söz konusu olanın yaşam veya mutluluk olmamasıdır. Fakat ölüm veya ıstırap da değildir söz konusu olan. Yani her halükarda yaşayacak ya da öleceğiz; üstüne üstlük mutluluk ya da mutsuzluğun, ne başkaları ne de kişinin kendisi adına, hiçbir zaman dert edilmemesi gerektiğinin altını çizmiştir.


Sartre, kuşkusuz kendi kuşağına hükmetti ve her ne kadar üstü kapalı bir şekilde kimi çevrelerce Pierre Bourdieu onun yerine işaret edilse de aslında hiçbir zaman tam manasıyla bir halefi olmadı. Raymond Aron gibi katı Marksizm karşıtı kişiler bile onun bu entelektüel tavrına hayranlık duydu ve çok yakın ilişkiler kurdu. Çünkü o; filozof, siyasi bir aktivist, toplumsal bir eylem adamı, eleştirmen, editör, yayıncı, roman ve oyun yazarı olarak her cephede faal olan bir bütüncül entelektüeldi. Onun bu entelektüel rolü Fransız filozofları arasında çok tartışıldı ve hatta iş Foucault ve Deleuze gibi filozofların karşı bir entelektüel profili çizmelerine kadar vardı. Pierre Bourdieu, Sartre’dan çok etkilenmesine rağmen, Émile Zola’dan süre gelen Fransız entelektüel geleneksel tavrını, Sartre özelinde yer yer çok sert eleştirdi. Çünkü Bourdieu’nun entelektüel meydan okuyuşlara, Bernard-Henry Lévy gibi kamusal aydın tipine ve dar anlamdaki kısır politikalara karşı doğal bir düşmanlığı vardı. Keza Jacques Rancière 1987 yılında yayımlanan Filozof ve Yoksulları isimli kitabında Marks ve Bourdieu’nun yanında Sartre’a da büyük bir bölüm açarak, onu derin bir eleştiriye tabi tuttu.


Sartre, kariyeri boyunca ürettiği birçok öz analiz ve özeleştiride, bir birey ve bir entelektüel olarak kendi hakikatine dair kapsamlı bilgi kapasitesini öne sürmekten asla vazgeçmedi. Bunu yaparken, sınırlandırılamaz olanı sınırlamaya, sınıflandırılamaz olanı sınıflandırmaya yönelik her türlü girişimi indirgemeci olarak önceden dışladı. Sartre'ın kendisi, Fransa'nın entelektüel tarihi boyunca icat edilmiş ve kurulmuş bir entelektüel olmanın birçok farklı yolunun kesişme noktası haline getirdiği birikim sürecinin mantığıdır. Özellikle 1961 yılı bir kırılma noktasıdır. Sevgilisi, hayat arkadaşı, yoldaşı ve belki de felsefesine en yaraşır edilgen karakter olan Simone de Beauvoir ile birlikte Cezayir’in özgürlük savaşını destekleyerek, Fransa’yı suçladılar. Bu olayın hemen akabinde yaklaşık 5000 Fransız askeri Champs Elysee’de bir yürüyüş yaptı ve saatlerce "Sartre’a ölüm!" diye bağırdı. Aynı günlerde Sartre’ın evi iki defa bombalandı. Ancak Sartre ve Simone hiçbir suretle geri adım atmadılar. Sartre ve Simone’nun ilişkisi hep tartışıldı. Tabii Sartre denince akla ilk gelen şeylerden bir tanesi de hiç kuşkusuz Simone de Beauvoir’dır. Onların bu ikonik ilişkisi, kimi çevrelerce gayriahlaki olarak görüldü, kimilerine göre de aksine tam da felsefelerinin temelini oluşturan özgürlükçü bir eylemdi. Yine aynı dönemlerde ikilinin Mao, Castro, Guevara, Khrushchev ve Tito’yla el sıkışırken görüldükleri fotoğraflar ortalıkta dolanmaya başladı.1970 yılında ise Mao’cu bir yayın olan La Cause du Peuple’ü dağıtma suçundan iki sevgili tutuklandı ve ikilinin ilişkisi ölünceye kadar hep bu minvalde seyretti.


Sartre, edebiyat felsefesi ile felsefi edebiyat arasındaki sınırı ortadan kaldırdı. Fenomenolojik analizin teşvik ettiği edebi etkiler ve bir tür metafizik romanların varoluşsal yönlerine eğildi. Yazınsal mikrokozmosu olduğu gibi ele alarak, açımlanabilen açıklayıcı ilkeleri, yazarın tekil yaşamının özelliklerinde araştırmaya çalıştı. Bu araştırma, birçok düşünüre yeni bir düşünce olanağı sağladı. Bilhassa Bourdieu’nun estetik üzerine oluşturduğu özerk ve tekil ayrım metodu, Sartre’a çok şey borçludur. Keza Sartre’ın, azımsanmayacak bir şekilde sinema üzerine de doğrudan çok fazla totolojik bir etkisi oldu. Yani onun bu dil oyunları, felsefi argümanları dramatize ediyor ve popülerleştiriyordu. Böylece onları hem burjuva oturma odasına hem de felsefe sınıfına girmeye uygun hale getiriyordu.


Sartre'ın varoluşçuluk teorisi meşhur “varoluş özden önce gelir” mottosuyla bilinir, yani ancak varolarak ve belirli bir şekilde hareket ederek hayatımıza anlam veririz. Varoluşçuluk, ilahi fikirleri ve emirleri bir kenara iter. İnsana hareket alanı bırakır. Ona tam “özgürce” bir seçim özgürlüğü verir ve benimsenen hiçbir konum veya tutum kınanmaz. Sartre, varoluşçuluğu insan hayatına daha az katlanabilir kılan bir doktrin olarak tanımlar. Ona göre insanın nasıl olması gerektiğine dair sabit bir tasarım ve bize bir amaç verecek bir Tanrı fikri yoktur. Bu nedenle, kendimizi ve dolayısıyla insanlığı tanıma ve tanımlama sorumluluğu tamamen bizim omuzlarımıza düşer. Bu önceden tanımlanmış bir amaç eksikliği ile birlikte bize sonsuz seçenekler sunan “saçma” bir varoluştur. Bu durum, esasında Sartre'ın “özgürlük ıstırabına” atfettiği şeydir. Yani bizi kısıtlayacak hiçbir şey olmadan, olmak istediğimiz kişi olmak için harekete geçme seçeneğine sahibiz. Yaşamak istediğimiz hayatı yaşamak Sartre'a göre yaptığımız bir seçimdir ve her seçim bizi tanımlarken aynı zamanda bir insanın ne olması gerektiğini düşündüğümüzü bize açıklar. Özgür insanın taşımak zorunda olduğu bu inanılmaz sorumluluk yükü, onu sürekli ıstırap içinde bırakan şeydir.


Sartre'a göre, doğru ve yanlışın doğasını sabitleyen nesnel bir değerler alanı da yoktur. Onun varoluşçuluğunun diğer laik hümanizm versiyonlarından farkı budur. Her şey bize bağlı ve her birey için olduğu kadar, insanlık için de varoluş özden önce gelir. Nesnel değerler, özgürlükten kaçmanın yollarından yalnızca biridir. Bu da onu Descartes’ın kartezyen düşüncesiyle doğrudan bir polemik içine çeker. Her ne olursa olsun şu bir gerçek ki, varoluşçuluk, Sartre ve Camus gibi düşünürlerin edebiyata doğrudan uygulamaları nedeniyle geniş okur kitlelerine ulaşarak popüler bir hal aldı. Kaldı ki Sartre, aynı zamanda siyasete de uygulamaya çalışarak yeni bir politik jargonu ortaya çıkarmayı başardı.


Kısacası Sartre, her ne kadar bugün önemini yitirmiş ve felsefesi kabul görmese de, yine de kendine has bir varoluşçuluk düşüncesi geliştirdi ve bundan dolayı da onun toplumsal ve siyasal entelektüel kişiliği her zaman müthiş bir saygıyı hak ediyor. Edebiyata yaptığı katkılarını ise hiçbir zaman göz ardı edemeyiz. Kaygı, saçma, korku, bunalım, inkâr gibi ontolojik ve teolojik kavramları, yarattığı karakterler üzerinden nihilist bir entropi temelinde işlemesi, modern çağın bütün metafizik kimyasının özeti gibidir. Bu karakterlere haiz eserlerinden bir tanesi de Gizli Oturum piyesidir.


Gizli Oturum eseri beş sahnelik bir tiyatro oyunudur. Oyun, birbirini tanımayan üç ana karakterin; INES, GARCIN, ESTELLE ve onlara zaman zaman refakat eden dördüncü bir yan karakter olan GARSON’un da içine düştüğü bir cehennemde geçer. Her bir karakter diğer iki karakterin celladı olarak konumlanır. Karakterlerin birbirlerini tanıma ve sorgulama süreçleri olay örgüsü ile birlikte iç içe geçer. Diyalogların birinde geçen “cehennem başkalarıdır” cümlesi ileriki dönemlerde yazı dünyasında ikonik bir hal aldı ve hiç kuşkusuz bütün oyunun önüne geçti. Sartre’ın kendisi ise bu cümleyi şöyle açıklıyor, “Cehennem başkalarıdır” hep yanlış anlaşıldı. Başkalarıyla olan ilişkilerimizin her zaman zehirli olduğunu, onların her zaman cehennemi ilişkiler olduğunu kastettiğim zannedildi. Oysa demek istediğim bambaşka bir şey. Demek istediğim, eğer başkalarıyla olan ilişkiler çarpık ve kirli ise o halde başkası ancak cehennem olabilir. Neden mi? Çünkü temelde diğer insanlar, kendi hakkımızdaki fikrimizin oluşum sürecinde en önemli yeri işgal ederler. Kendimizi düşünürken kendimizi tanımaya çalışırken temelde başkalarının bizimle ilgili hâlihazırda sahip olduğu bilgileri kullanırız. Kendimizi, başkalarının sahip olduğu, kendimizi yargılamamız için bize verdikleri araçlarla yargılarız. Kendimle ilgili ne söylersem söyleyeyim, her zaman başkalarının yargısı buna dâhildir. Bu da demek oluyor ki eğer ilişkilerim kötüyse kendimi tamamen başkalarına bağımlı kılarım. Ve böylece gerçekten de cehennemde olurum. Ve dünyada başkalarının yargılarına fazlasıyla bağımlı oldukları için cehennemde olan çok fazla insan var. Ancak bu hiçbir şekilde başkalarıyla ilişki kuramayacağımız anlamına gelmez. Bu sadece diğer herkesin her birimiz için ne kadar önemli olduğunu gösterir.”

Sartre’ın bu popüler oyununu Kayıt Dışı Metinler kapsamında yeniden ele aldım ve “cehennem başkalarıdır” ikonik cümlesinin geçtiği 5. sahnedeki orjinal metnin akışına PEAFOWL isimli bir karakterle araya girerek, cehennem başkalarıdır söylemini yeniden yorumladım. Yaptığım bu yeni yorumla, -Sartre’ın da altını çizdiği gibi- aslında cehennem başkalarıdır söylemine dair “yanlış anlaşılmalardan” bir tanesini kişisel olarak bende gerçekleştirmiş bulunuyorum. Çünkü paradoks şu ki, bu noktada yapılan her farklı okuma esasında bir yanlış okumadır Sartre'a göre!


GİZLİ OTURUM

V. SAHNE


INES, GARCIN, ESTELLE, [PEAFOWL]

GARCİN. Bronz heykel... (Heykeli okşar.) İşte vakit geldi çattı. Heykel önümde, ona bakıyor ve anlıyorum ki cehennemdeyim. Her şey önceden hesaplanmış diyorum size. Bu şöminenin önüne geleceğimi, elimi heykelin üzerine koyacağımı, hem de bunu bütün bu bakışlar altında yapacağımı önceden hesaplamışlardı. Beni yiyen bu bakışlar altında... (Birden geri döner.) Hah! yalnız iki kişisiniz öyle mi? Sizi daha kalabalık sanıyordum... (Güler.) Demek cehennem bu. Hiç aklıma getirmezdim böyle olacağını... Acı, ateş, kızgın ızgara, hepsi sizsiniz demek... Ay! Ne gülünç şey... Kızgın ızgaranın ne gereği var: Cehennem başkalarıdır. (1)


[PEAFOWL.] Demek cehennem başkalarıdır ha! Bu başkaları yoksa başkalarının seçimi mi? Ben, başkalarının seçiminin özgürlük deneyimine dâhil olmasından yana değilim! Bundan çok çektim! Başkalarının seçimi benim özgürlüğümü güya savunurken, beri yandan yavaş yavaş nasıl yok olduğumu her defasında izledim! Rengimin ve parlaklığımın bir özgürlük meselesi olmadığını anlattım. Aksine ontik bir mesele olduğunu. Eğer bir şey özgürlük meselesine dönüştürülüyorsa, bilin ki orada bir şeyler ebediyen kaybolacaktır veya kaybolmanın seçimine çoktan bilinçli bir şekilde geçmiştir. Her zaman suni bir yitiriliş açığa çıkar! Kaybolacak o şeyi kurtarmak adına da kumpanyalar düzenlenir ve asıl kurtarılan artık senin ontolojik varlığın değildir, özgürlüğün kurtarmak istediği mitolojik varlığındır. Özgürlük, varlığı değil, varlığın yerine ikame eden mitolojiyi önce üretir ve sonra onu oradan kurtarmak için can atar! Başkaları olarak ben veya ben olarak başkaları... Benim dışımda olan her şey! Benim de başkası için dâhil olduğum bir başka durum. Bu özgürlük değil, kozmik bir bağlılık!


Mesela önündeki o heykel Garcin, tam da şuan önünde durduğun o bronz heykel! Onu yapan heykeltıraşı tanıyorum, şuan burada değil! Gerçi pek bir önemi de yok zaten! Trablusşam’dan buraya gönderilmişti vakti zamanında... (uzun hikâye...) Birlikte olduğu bir erkek tarafından -ki muhtemelen sevgilisiydi- sol kulağı ve elinin her iki başparmağı tamamıyla kesilmiş, sakalları kızıl, sıska uzun boylu biriydi. Onun şuan burada olmayışı, bizi onun burada bulunmamasına dâhil etmiyor mu? Bence ediyor! Önünde durduğun heykel onun eseri, zaman ve uzamdan bağımsız. Onun bulunmamasına bizi dâhil ediyor! Peki ya hiç birimizin olmadığı bir zamanda heykelin varlığı neye dâhil oluyor? Koskoca bir kütlenin içinde havayla temas eden bir boşlukta öylece asılı duruyor. Ama biz yokuz! Başkası da yok! Sol kulakta yok! Başparmaklar da! Zamanı dâhil ediyor ve karanlığı... Sanat edimi yine öylece devam ediyor. Saat 09.00’da açılan ve 18.00’de kapanan bir müzeyi düşün. Ziyaretçilerin saatleri belirlenmiş, programlar, rotalar, kurallar, mesafeler vs. çizilmiş. Saat 18.00’den sonra, kapıların kapandığı zamandan sonra ki ertesi günün yeni açılış saati olan 09.00’a kadar sanat bitiyor mu sence? Bu uzun zaman boşluğunda ne oluyor? Yani 18.00 ile 09.00 arası zamana ve uzama kim dâhil oluyor? İnsan yok, seçim yok, bilinç de yok, özgürlük nosyonu da... Orada olmayanın olmayışı var sadece... Ama aslında bir eylemlilik devam ediyor. Sanat, başkasının olduğu yeri değil, başkasının varolmadığı yeri imler Garcin! Özgürlük de öyle Garcin! Başka olanın seçimleri ile değil, seçimleri olan başkanın ontolojik varlığı ile Garcin. Çünkü başka olanın varlığı bir metafora dönüştüğü andan itibaren, ne yazık ki Garcin, seçimleri bir özgürlük eyleminden çıkar ve üzülerek belirtmeliyim ki popüler bir mitosa dönüşür. Keza başkasının zamanı da şimdiki zaman mefhumu değil Garcin! Hep ileriyi işaret eden bir geçmiş zaman, daha doğrusu geçmişte kalan bir şimdiki zaman mefhumu Garcin. Şunu asla unutma sevgili Garcin, zaman, başka olana ait bir edim değildir ve onun kavrayışı dışında gelişir!

Cehennem başkalarıdır. Doğru! Başkasının dâhil olmadığı, olmayarak hep vurgulandığı, vurgulanarak bir özgürlük ihtimalinin imlendiği bir yer olarak Garcin!


Evet, Garcin! Cehennem ebediyen başkalarıdır! Orası bütün sevdiğim insanların içine düştüğü bir çukur! Başkası olarak, öteki olarak ve bir diyalektik olarak cehennem Garcin!

ESTELLE. Sevgilim! (2)


GARCİN. (Onu iterek.) Bırak beni. Aramızda o var. O bizi görürken sevemem seni. (3)

 

Not:

1, 2, 3: Jean-Paul Sartre, Gizli Oturum, s.50, Çev. Bertan Onaran, de yayınevi


bottom of page