top of page

İttifaklar, ayrışmalar ve kopuşlar

Güncelleme tarihi: 3 gün önce

15 Mayıs - 28 Haziran tarihleri arasında G-art Galeri’de gerçekleşen Herkes Biliyor, siyasi çalkantıların insanî maliyetine ve sanatın bu kırılgan zemindeki rolüne odaklanıyor. Küratörlüğünü Bahar Adan’ın üstlendiği sergide farklı kuşaklardan ve disiplinlerden sanatçılar bir araya gelerek krizdeki demokrasiye dair çok sesli bir düşünsel alan yaratmayı amaçlıyor


Yazı: Hüseyin Gökçe



Andrey Tarkovski’nin Offret (Kurban) filminin açılış sahnesi Bach’ın Erbarme Dich adlı oldukça şiirsel ve hüzünlü müziğiyle başlar. Bu müziğe yakın plan çekimde gösterilen bir resim eşlik eder. Kafası yukarı kalkık duran yaşlı bir adam; ıstırap, hayret ve şaşkınlık içerisinde “yardım” ister bir halde görünür. Kadraj genişledikçe adamın aslında Meryem’in kucağındaki çocuk İsa’ya baktığını görürüz. Tıpkı resimdeki diğer kadın ve erkek figürlerde olduğu gibi. Bu mucizenin bütün kötülüklerin üstesinden geleceğine inanılır. Saf, temiz ve müjdelenmiş olanın inayetiyle kendilerini kurtuluşa erdireceklerini düşünürler. Tam da resmin ortasında uzun yeşil bir ağaç gözümüze ilişir. Belki de bu yeşil ağaç İsa’nın yarattığı ışığın ilk nüvesidir. Sahne ondan taşarak son bulur. Deniz veya gölle çevrili uçsuz bucaksız, çorak bir arazide bir adam kurumuş bir ağacı toprağa saplar. Umutsuzluk, çaresizlik karşısında yeniden bir şeyleri yeşertmenin son hamlesini deneme arzusu taşıyarak. En umutsuzca görünen bir anın tüm gerçekliğinden bir şeylerin filizleneceği hissettirir. İki sahne birlikte düşünüldüğünde sinematik imge açıdan büyük bir sıçrama olduğu söylenebilir. Ama anlam açısından benzerlikler mevcuttur. Zira hayatta mucizeler vardır. Buna inanç beslemek o mucizenin gerçekleşmesini olanaklı kılabilir. Sinematografik açıdan asıl sıçrama ise (gazeteci, oyuncu ve profesör) ki yukarıda bahsettiğim aynı adamla oğlunun küçük bir çayırlıkta olduğu sahnede gerçekleşir. Ne var ki burada, insan tarihi açısından herhangi bir sıçramanın olmadığı bir durum da söz konusudur. İşte orada, o çayırlıkta küçük adamla konuşan profesör, insan ve kültürle ilgili sert eleştiriler getirir. Bir yerde mikroskobu cop olarak kullandığımızdan bahseder. Doğaya karşı korkunç bir uyumsuzluk kazandığımızı söyler. Bu esnada küçük adam ortadan kaybolur. Sonrasında birden arkadan babasının sırtına atlar. Büyük bir refleksle çocuğu iter. Burnundan kan gelen çocuğu görür ve bayılır. Film boyunca dünya bir yıkımın eşiğindedir ve bir adam ıstırap içindedir. Felaketi önleyememenin ıstırabı ile oradan oraya koşup durur. Bakire ve güzel hizmetçiden mucize bekler. Ya da onunla konuştuğu sahnede anne evinin bahçesindeki yabaniliğin mutluluğunu anımsar. Bütün bu yakarışlara, ıstıraba karşı hiçbir olumlu durum gercekleşmez. Bu durum filmin sonlarına doğru gittikçe daha dayanılmaz bir hal alır. Nükleer tehdit kapıdadır. Uçaklar alçak uçuş yapar. Cam şişedeki süt düşüp kırılarak evin ortasına dökülür. En sonunda adam evi yakarak insanlık için kendisini kurban eder. Delirme anının verdiği çığlık bir isyana dönüşür. Ancak hem çayırlıkta çocuğu sırtından atma hem de evi yakma refleksi bunca bilgi, bilme, idrak, kavrayışın bir şeyleri değiştirecek gücünün olmaması ve hâlâ inanılmaz korkular içinde olduğumuzun göstergesi olarak yorumlanabilir. Burada bir nihilizme sürüklenmekten ziyade bu bilmelerin bir kuvvet olarak ortaya çıkması, korkuları yenebilecek bir direnç sağlaması gerekirken hiçbir işe yaramaması acı bir şekilde hissedilir. Bilmenin ıstıraba dönüşmesi pek bir şeye yaramadığı bir gerçek. Kurban olma veya etmenin kendisi problemli bir durumken yaşam kendimizi ya da birilerini kurban ederek düzelmeyecek kadar berbat bir haldedir. Bu türden sonlara dair anlatılar içinde zayıf da olsa bir kurtuluş ışığını barındırsa da son kaçınılmaz bir şekilde kendini hissettirir. Büyük bir aşkınsalığın bu yıkımı durdurabilecek güç olarak kendini sunması beklenir. Radikal yıkım anlarında kurtuluşun gerçekleşeceğine inanılır. Hristiyan teolojisi ile iç içe geçmiş, mistik yönü ağır basan, bol simgelerin kullanıldığı ve uzun sekanslarla varoluşsal krizleri sürekli gündemde tutan Kurban’ı Tarkovski dünyaya karşı umudunu tamamen yitirdiği bir dönemde çeker. İnsanın yitirdiği masumiyetin kendisini yıkıma götürdüğü ancak en masumların ve günahı olmayanların bir şeyleri filizlendirebileceğini vurgulayarak film son bulur.


G-art Galeri’de Bahar Adan küratörlüğünde gerçekleşen Nazan Azeri, Eda Çekil, Rafet Arslan, Cem Sonel, Kamil Fırat, Ramazan Can, Sidar Baki, Berat Işık, Balca Ergener, Çınar Eslek, İrfan Önürmen, Osman Bozkurt, Renkar Burcu Günay, Büşra Çeğil, Şener Özmen, Nil Yalter’in eserlerinin bir araya geldiği Herkes Biliyor... (Everybody Knows…) sergisi isminden de anlaşılacağı üzere bir ortaklıklığı ve bunun paylaşılma biçimini varsayıyor. “Herkesin bildiği ne?” sorusu bir belirsizlik taşıyor. Herkesin bildiği tüyler ürpertici gerçekler mi? Yoksa olağan hale gelmiş ve böylece kanıksanmış bir sürü olay mı? Ya da hiyerarşik bir ilişkiyle kurulmuş bir ağda edilgen öznelerin tabii olduğu bunlara hükmedenlenlerin onları belli bir duyulurun ve görünürün bilincinde tutma isteğiyle gerçekleştirdiği bir bilgi rejimi mi? Birilerinin muhakkak bir şeyleri bildirmesindeki amaç bu bilgiyle oluşturmak istedikleri gerçeklere bedenlerin uygun hale gelme arzusu olabilir mi? Adalet, eşitlik, özgürlük ve hak gibi evrensel değerlerin günümüzde hayata geçirilmesinde, uygulanmasında yaşanan zorluklar mı? Sergi bu türden soru ve sorunları ele alırken her her türlü krizin vuku bulduğu dünyada kritiğin önemini bir kez daha ortaya koyma amacı taşıyor. Kritik bu anlamda böylesi bir dünyadan ayrışabilmenin sanatsal ve politik peyzajını çiziyor. Böyle bir ayrılığın kendini ortaya koyma biçimi farklı form, tarz ve malzemeyle yoğruluyor. Mevcuttan kopmanın altüst oluşlarıyla ondan ayrışmanın dereceleri arasında mekik dokuyor.


Şener Özmen, Sözüm Haritadan Dışarı, Video, 4’14’, 2025


Tarkovski’nin Kurban filmindeki entelektüel karakter gibi dünyanın geçmişine ve gidişatına dair huzursuz bir derinlikte çok kötücül ve ıstırap dolu bir kavrayışa sahip olmasa da bu kötücüllüğü ve huzursuzluğu paylaşıyor. Bu durum Şener Özmen’in Sözüm Haritadan Dışarı adlı video eserinde kendini yakıcı bir şekilde hissettiriyor. Amerikalı siyahi George Floyd’un bir polis memuru tarafından 9 dakika boyunca boğazına basılarak nefessiz kalıp bir hastanede ölümüyle sonuçlanan olayı bir görgü tanığının kameraya almasıyla öğrendik. Olay esnasında Floyd’un nefes alamıyorum yakarışı siyahilere süregelen şiddetin, ayrımcılığın ve eşitsizliğin yansımasıdır. Özmen bu ilişkiyi saten kumaştan oluşan rengârenk dünya siyasi haritasını yüzüne örterek görünür hale getiriyor. Ondan kurtulmak için verdiği mücadele her bir devlette öteki olarak doğanların orada yaşamak zorunda olanların veya başka bir ülkeye gidip de aradığı huzuru bulamayanların maruz kaldığı tahakkümün boyutlarını gösteriyor. Göçmen olarak yaşayan sanatçının maruz kaldığı sıkışmışlığa ve varoluşunu sürdürmesinin zorluğuna işaret ediyor. Her ne kadar bu haritayı üzerinden atıp başka topoğrafyalara açılmak zor olsa da buna teslim olmama adına mücadeleyi sürdürüyor.


Berat Işık, Adalet, Video, 6’28”, 2020


Berat Işık, bir varoluşu onurlu kılan ve onun uğradığı haksızlığı önlemenin vazgeçilmez bir öğesi olan adaletin totaliter rejimler ve kişilerce yaşamda gittikçe karşılığı olmayan bir kavrama dönüşmesini ele alıyor. Bir daktiloya A-D-A-LE-T kelimesini aynı yere tekrar tekrar yazarak artık onun karararak okunmaz bir hale gelmesi üzerinden bir şeyleri söyleyip dinlendirmenin ve bir şeyin yokluğa dair duyulan hoşnutsuzluğun bir şeyleri değiştirme konusunda yetersizliği ile bunlarla beraber bunu talep etme ve bunu isteme hakkının politik mücadelesi arasındaki farka dikkat çekiyor. Bu anlamda “adalet” herkesin istediği ve bildiği ama bunun gerçekleşmesi konusunda yeterli cesareti ve direnişi gösteremediği, üstümüze çöken haksızlıklarla baş başa kaldığımız kara buluta dönüşüyor. Adaletin kara bir buluta dönüşme sorunsalını Thomas Bernhard’la birlikte düşündüğümüzde ona daha farklı bir açıdan yaklaşabiliriz. Bernhard, Kireç Ocağı romanında adaletten korunmanın bir birey için ne kadar hayati bir önemi olduğuna dikkat çeker. Adaletin bir bireyi lekelediğini belirtir. Adaletin büyük ölçüde masumların, en masumların peşinde olduğunu vurgular. Buradan hareketle, bir ömür boyu kendimizi korumamız ve tetikte olmamız gereken en önemli kâbuslardan biri de adalettir diyebiliriz. Bunun için de bir ömür boyu adaletten nasıl korunacağımızın; yöntem, teknik, stratejileri üzerine kafa yormalı onun gazabından sağ salim çıkmak için kılı kırk yararak vardığımız düşüncelerle hareket etmeliyiz. Ve hâlâ ondan korunmak için şansımız varsa ve kaldıysa. Bu çaresizlik karşısında masum olmak büyük ve önemli bir seçenek olarak kendini gösterebilir. Asıl yanılgıya düştüğümüz yer burasıdır. Masum olmanın, böyle kalarak veya böyle olduğumuzu varsayarak hareket etmenin bir işe yaramayacağı gibi kendimizi böyle görürsek adaletin asıl hedefi haline geldiğimizden bile haberimiz olmayabilir. Zira o, en masumları seçer. Berat Işık’ın tekrar tekrar yazarak okunamaz ve kara bir şeye dönüştürdüğü adalet kavramını daha iyi anlayabiliriz. Berak Işık’ın da vurguladığı gibi bu kasırgayı deşmenin zaruri bir hal alması gerektiği her tekrarda kendini göstermektedir.


Herkes Biliyor… bilginin, imgenin ve müşterek yaşamın, hayvan ve bitki ile kurulacak ittifakların, doğayla barışık içkin bir varoluşun bir kuvvet oluşturabilecek bir potansiyelde olmasına dikkat ediyor. Dünyanın hali hazırdaki işleyişindeki problemlerin kendini yeniden üreten bir mekanizmaya dönüşmesinin herkes tarafından bilindiği varsayılması üzerinden hareketle tam da bu bilmelerin hiçbir şeyi değiştirmeye yetecek gücünün olmadığıyla bir şeyleri değiştirmenin olabileceğine yönelik sınırları ayrımsızlaştırarak hep tanıdık gelen hikâyeye kimi eserlerde yer verirken kimisinde ise bu hikâyeyi kesintiye uğratabilecek kimi güçleri yardıma çağırıyor.



Rafet Arslan, İkaz, Levha, Profil demir, saç levha, fırın boya ve vinil folyo sıvama, 145x39 cm, 2018

Sidar Baki, İsimsiz, 150x180 cm, Tuval üzerine akrilik, 2025


Zaten hikâye hep tanıdık diyerek bir kaderciliğe sürüklendiğimizde üstelik bu işleyiş hep böyleydi gibi kolay bir şekilde kanıya vardığımızda tam da inandırmak istedikleri ve onun her bedende böyle bir söyleme dönüşme arzusunun işlerliğini yeniden üretmekten öteye geçemez bir sıkışmışlığa hapsoluruz. Ya da Tarkovsky gibi her şeyi gören, ancak radikal yıkım ve kıyamet senaryoları içinde, bir kurtuluş aradığımızda veya ürettiğimizde de aynı kapıya çıkarız. Nitekim Walter Benjamin Paul Klee’nin Angelus Novus adlı eserinden yola çıkarak Tarih Üzerine Tezler’de yer verdiği üzere hep geride yıkıntılar bırakan tarih anlayışı da bu yaklaşımla benzerlikler taşısa da filozof, Mesih’in tarihin belli bir anında dar kapıdan geçeceği inancını da korur. Ancak bu Mesih artık metafizik yükü ağır basan bir figür olmaktan çıkarak her bir işçinin vereceği sınıf savaşıyla gerçekleştireceği bir devrimde kendini tarihin öznesi olarak sunmasıyla ete ve kemiğe bürüneceğini şart koşar. Herkes Biliyor… bu noktada Benjamin’in tarih kavramıyla yakınlıklar kurarken bu dar kapıdan geçme konusunda ise hafıza, hayvan oluşla insanca olmayan ilişkiler kurma ve farklı direnme pratikleriyle bu peyzajı bozmaya ve aşmaya yönelik bir çabayı kurguluyor. Rafet Arslan İkaz lll eserinde last exit to utopia adlı bir yazıya yer veriyor. İçinde bir uyarı ve arzuyu taşıyan yazı herhangi bir yer ve zamanda bunun gerçekleşme potansiyeline göz kırpıyor. Bunun gerçekleşmesine dair herhangi bir mümkün bir şeyin oluşmasını beklemek bir yanılgıdır. Adorno’ya göre ütopyanın önündeki en büyük en engel gerçeklerden çok mümkün olandır. Bu anlamda Rafet Arslan koşulların oluşmasını beklemektense şu veya bu sokakta şu veya bu zamanda bunun hayata geçmesine işaret eder. Geleceğe yönelik arzuyu değil, şimdi ve burada meydana gelecek bir kavrayış ve tutku ve heyecanı seferber etmek gerektiği ikazında bulunur. Bu anlamda Sidar Baki’nin harabeye dönmüş bir yerde çocukların oyun oynama tutkularını sürdürmelerinde yer verdiği eserinde olduğu gibi. Henüz yetişkin, toplumsal ve iktidar ilişkileriyle tam olarak yoğrulmamış ve bu gibi kurumların işleyişine ayak uyduramamış çocukların kendi biricik dünyalarıyla doğal kuvvetler yoluyla bozularak iç ve dışın birbirine karışarak kullanım işlevini yitiren böylece kendini başkaca bir şekilde sunan bir harabeyle çocuk oluşların kurduğu ilişki birbirini tamamlar niteliktedir. Böyle bir mekân çocuklar için muazzam fırsatlar sunar. Yetişkinler için tekinsiz görünen bu yapılar her fırsatta bulunduğu yeri bir oyun alanına döndürme arzusu taşıyan çocuklar için işlevini yitirdiğinden her şeye ve herkese açık bir alan haline gelerek bir oyun bahçesine dönüşmesi işten değildir. Ütopyanın bir ayağı da her fırsatta bulunduğun yeri bir oyuna çevirmek değil midir? Buradan bakınca herkesin bildiği şey çocukluğun her şeyi ve bulunduğu yeri bir oyun alanına çevirmesi olabilir mi? Ramazan Can’ın Yörük toplumunun maddi üretimlerinden biri olan dokumalarla kurduğu ilişki gelenek, nostalji ve melankoli havası barındırmadan göçebe bir toplumun doğayla kurduğu yakınlıklarına tanık oluyoruz. Osmanlı döneminde göçebelikten yerleşikliğe zorlanan Yörüklerin hafızalarındaki tanıklıklar, ilişkiler, görgüler, kültür ve estetiğin bir karşı kültür ürünü olan halıda kalaşnikof marka bir silaha yer vererek bu belleği ve maddi ürünü isyan ve direnişin bir unsuru haline getiriyor. Herkesin bildiği, tahakküme rağmen buna direnme konusunda hafızanın uçsuz bucaksız zenginliği olabilir mi?


Ramazan Can, Bayrak, Halı, 235x157 cm, 2021

Osman Bozkurt, Direnişin Ardından, #PR0119 - #PR0380 - #PR1960 - #PR2053 Kromojenik baskı, kompozit panel üzerine, 50x75cm, 2013


Osman Bozkurt, imge- karşı imgeye, tahakküm ve buna karşı direnişle “mekânların ve zamanların yeniden düzenlendiği” bir olayla bakıyor. Sanatçının Direnişin Ardından fotoğraf serisi Rancierci anlamda meselenin tahakkümün bilincinde olmak olmadığı buna uygun düşmeyen tutkuları ve heyecanları hayata geçirerek Gezi Parkı gibi bir direnişi ve komün yaşamı örgütleyenlerin oluşturduğu atmosferi ele alıyor. Oradaki karnaval havasından çok duvarlarda ve camlarda yazılan sloganların gri renkle silinmesine ve yerine yenilerinin yazılarak bir mücadelenin sürekliliği vurgulanıyor. Her türlü karartma ve silmeye rağmen bazı izler ve kırıntıların kendini var edebildiği görünüyor.


Nazan Azeri, Kutsal Aile 

Hem tek tanrılı dinlerde hem de modernleşme sürecinde insanmerkezci düşünme doğayı insana sunulmuş bir mülk olarak görmekten geri durmaz. Bu yaklaşım doğayla içkin bir yaşamdan çıkılarak sürekli bir şeyleri aşkınsal ve hiyerarşik konuma sokan ve ilişkileri bu şekilde tayin eden bir epistemolojinin işlerlik kazanmasını sağlayan bir kurgunun oluşmasını neden olur. Bu kurgu ötekinin varlığını dışlayıp farklar üzerinden bir iktidar pratiği geliştirir. Eril özne kendi konumunu pekiştirir. Bu ayrım öteki olarak adlandırılanlar arasında bir ittifaka ve birleşmeye yol açarak bu hiyerarşik ilişkiyi askıya alır. Nazan Azeri’nin Kutsal Aile adlı işi kırmızı ve mavinin tonlarıyla kadın bedeni, hayvanlar ve bitkiler arasındaki ittifakı bedenlerin birbirine karıştığı şiirsel imgeyle yoğurur. Özgürleşmenin sonsuz bir akışta içkin bir varoluşa sahip her canlının birbiriyle kuracağı temas, birbirine değme, dokunma ve birbirine göstereceği ihtimamla gerçekleşeceği her bir bedenin bakışında, duruşunda ve zarafetinde kendini açığa vuruyor.


Eda Çekil, Bende Biten Çizgi, 4 adet 40 x 60 cm (Her biri) Hahnemühle Matt Fibre Fotoğraf, 2025


Bir iplik ve iğne ile bir kumaşı teğelleyen bir kadının elleri veya asma yapraklarını açarken kadraja giren eller ve yapraklar kadınların ev içi olağan hayatlarının ve iş bölümünden dolayı üzerine düşen görevi yerine getirdiği uğraşlar olarak görülebilir. Ama belki de bu maddi üretim süreci kendine bakabilmenin, hayatını teğellemenin, ilişkileri ve kurduğu yakınlıkları, kararsızlıkları, sorunlara bulduğu çözümleri yeniden gözden geçirmesine zaman tanıyan bir ana dönüşebilir. Eda Çekil’in Bende Biten Çizgi adlı fotoğraf çalışması, hayatın sıradan görünen anlarında kadınların kendi yaşamlarına ve birbiriyle kurdukları duyusal bağa bir ilmek atıyor.


Çınar Eslek, Ve, Tekstil üzeri karışık teknik, 77x228 cm


Yüzey sayısız oluşla bir araya gelen karmakarışık bir ağlar bütünüdür. Kendi ekosistemini kuran bir geçirgenliğe ve işleyişe sahiptir. Sayısız tekillikler ve çokluklar birbirini etkileme ve birbirinden etkilenme dereceleriyle sürekli birleşip ayrışarak hareket eder. Ötekiyle karşılaşma ve bunun yarattığı titreşimler bir yüzeyi başkalaştırır. Çınar Eslek Ve adlı yapıtında bir yüzeyde meydana gelen karşılaşmaların her bedende farklı bir şekilde cereyan eden bir süreci tetikleyerek dalgalanmaya yol açan bir manzaraya yer veriyor. Dalga boyları ve titreşimler kurulacak ittifakların habercisi olduğu gibi tenler arasında süreğen mücadelenin de mekânını yeniden kuruyor. Çınar Eslek, bilmenin insana ait bir özellik olmadığı canlı ve cansız oluşların her yüzeyde ve karşılaşma anında gerçekleştiğini çiziyor.


Herkes Biliyor… “popülist liderler, alt-right, siber savaşlar ve otakratik yönetimlerle yeni faşizmlerin gelişip yayıldığı bir dünyada” bu durumu politik ve sanatsal olarak kritik ederek buna teslim olmamanın ve bundan ayrışmanın ve kopmanın işaret fişeklerini yakarak müttefiklerle ortak bir yaşamın olabileceğine dair bir manzaranın her durumda meydana gelebileceği konusunda ısrar ediyor.


Herkes Biliyor..., Sergiden görünüm. Fotoğraf: Bahar Adan


Comments


Commenting on this post isn't available anymore. Contact the site owner for more info.

All rights reserved. Unlimited Publications.

Meşrutiyet Caddesi No: 67 Kat: 1 Beyoğlu İstanbul Turkey

Follow us

  • Black Instagram Icon
bottom of page