top of page

İstanbul’a yamuk bakmak: Suçun farkında


Şair Cihat Duman ve namı diğer Extramücadele, Memed Erdener’in ortak sergileri Birbirimizi Hak Edecek Kadar Kötüyüz, ikilinin İstanbul'un sekiz semtini gezmesinin ardından hafızalarından süzülen imgeleri diyaloğa sokuyor. Studio-X Istanbul'da 24 Mayıs'a dek görülebilecek olan sergi, başka bir ikili üretime de ilham oldu: Yayınladığımız bu yazı-konuşma aynı zamanda KritikKolektif'in ilk ortak yazı denemesi

2562 kelime

Masal, Kağıt, karton, ve pek çok tuhaf malzeme, 22,5 x 31,5 x 45 cm, 2019

1.

Ahmet Ergenç:

Son yıllarda, en azından Gezi’den bu yana, “şehir” (veyahut “kent”) bilinci denilen şey revaçta. Eskiden sadece kent aktivistleri ya da kent bilimciler, şehir tarihçileri şehrin politikasına özel bir ilgi beslerken, şimdi şehirde yapılan her hareketin de ideoloji yüklü bir devlet-hamlesi olduğu bilinci herkese yayılıyor. Bu bilinçle merkez ve periferiye dair birçok okuma yapılıyor, şehrin dönüşümü üzerine sosyolojik-siyasi analizler yapılıyor... Bu şehir-bilinci hareketinin iyi damarlarından biri de periferiye duyulan ilgi olsa gerek. Ama ben birçok sanat işinde ve bilhassa da araştırma kitabında o perifeyi (varoşlara, yoksul semtlere, “marjinal” siyasi mahallelere, artık ne derseniz) duyulan ilginin kendisinde “periferik” olmayan, yani, merkezden geldiğini hiç sakla(ya)mayan bir ikircilikli ve yapay yön görüyorum. Şehrin yoksul mahallelerinde cirit atan “steril” bir çağdaş sanatçı ya da sosyolog bu yüzden pek ilgimi çekmiyor. Bir angajman iddiasıyla periferiye gidenlerin, oraların toz dumanına bulanmayı da bilmesi gerekiyor. Aksi takdirde hem estetik hem de politik düzeyde bir sakillik ortaya çıkıyor. Burada sadece sakillik, bir olmamışlık halinden daha da tehlikeli bir şey var: Periferiye doğru yola çıkan eser ve kitapların (ve sanatçı ve müelliflerin) kendi hallerinde periferik bir şey olmazsa, aslında periferi hali değil, periferi “merakı” öne çıkar, yüzeysel ve aslında siyasi açıdan sakıncalı bir merak: Abartarak söyleyelim, oryantalist bir merak.

Memed Erdener ve Cihat Duman (gayet ilginç ve “radikal” bir ikili olarak), Birbirimizi Hak Edecek Kadar Kötüyüz adlı sergilerinde bu merak tuzağına düşmeden bir periferi manzarası sunuyorlar, kendileri de periferileşerek, toza dumana bulanarak. İstanbul’un sekiz mahallesi (adları zikredilmese de, muhtemelen “kenar” mahalleler bunlar) Cihat Duman metin ve işleriyle Memed Erdener’in kolajları ve çizimleriyle, bütün toz dumanı ve derme çatmalığıyla vücut buluyor. Latife Tekin gecekonduları, metnin kendisini “gecekondulaştırarak” anlattığı Berci Kristin Çöp Masalları’nda olduğu gibi...

Wenda M. Koyuncu:

Mesele “kent” olduğu zaman senin bu söylediklerine sondan ama biraz da balıklama atlayacağım. Çünkü Tekin’in Berci Kristin Çöp Masalları (yakın bir zamanda okuma imkanı buldum) bana direkt olarak kentin Lefebvreci okumasını çağrıştırıyor. Aykırı filozof, Şehir Hakkı adlı eserinde şehir ve kent kavramları arasında radikal bir ayrım buyuruyor. Şehir ve kenti politik olarak karşı kutuplara yerleştiriyor; kenti ürün, şehri ise bir yapıt olarak okuyor Lefebvre. Tabii radikal Marksist bir düşünür olarak Lefebvre bunu, doğal bir refleksle sınıfsal bir temel üzerine konumlandırıyor. Kent denilen mekânın tamamen kurgusal ve değişim değeri üzerinden ilerleyen bir imge olduğunu söylüyor. Şehirse daha çok sanayi öncesi bir döneme ait ve “kullanım değeri” olan bir fenomen. Kent, sermaye eliyle şehrin yıkımı üzerine inşa edilen ve hiç bitmeyen bir oluş hali olarak vucüt buluyor. Deleuzyen bir “oluş”tan bahsetmiyoruz burada elbet. Dolayısıyla kentin bitimsiz bir imgeye veya ürüne indirgenmesi ister istemez akla meta ve yabancılaşma kavramlarını getiriyor. Kentin içinde yaşayanlar kent ile ilişkisini yabancılaşma üzerinden kurmaya başlıyor. Çöp Masalları’nın finalinde Güllü Baba’nın çiçekli bahçesini gezmeye gelen insanların turistik bakışı, bu yabancılaşma ve metalaşma halini kristalize eden bir sahne olarak karşımıza çıkıyor. İşte burada senin de sergiyle ilgili tespitine, yani periferiyi deneyimleme sahasına gelmiş bulunuruz. “Şehir hakkı”ndan vazgeçip kentli olmanın aldatıcılığı ile karşı karşıya kalıyoruz. Gezi’de ortaya çıkan durum da tam olarak bize böyle seslenişle gelmişti. Sermayenin tahakkümündeki kentsel alanın temaşa edenleri mi olacağız yoksa “şehir”de bütün toplumsal grupların eşit düzeyde söz söyleyeceği ve kullanım değerinin öne çıkacağı bir mekâna mı müdahil olacağız? Mesele biraz burada düğümleniyor. Erdener’le Duman’ın bakışı senin “toz ve dumana bulanma hali” olarak nitelendirdiğin durum: Sanatçıların kente dair hoşnutsuz bir okuması olarak güncellenebilir. Burada entelektüel bir talep var çünkü. Harvey kendimizi ve şehrimizi yeniden şekillendirmekten bahsediyor, Erdener ve Duman da kente bireysel bir haktan değil, kolektif haklardan yola çıkarak bize şehrin ideolojik bir savunmasını gösteriyor gibiler. Dolayısıyla kimi sanatçı veya sosyologların kenti nesneleştiren veya salt bir imge olarak sunan mesafeli bakış tuzağına düşmeden yol almaya çalışan bir sergi olarak görüyorum ben de Birbirimizi Hak Edecek Kadar Kötüyüz’ü.

Birbirimizi Hak Edecek Kadar Kötüyüz sergi görüntüsü

2.

Ahmet Ergenç:

Sergiyi gezerken, ilk aklıma gelen cümlelerden biri “suçun farkında” oldu, niyeyse. Bir politik suçun, bir şehir suçunun, devlet suçlarının, insanlık suçlarının vesaire "farkında" olan ve o suçları görmeye davet eden bir bakış. Yaklaştığı malzemeyi "araştırmak" yerine tecrübe etmeye yakın duran ve böylece de o suçları "tecrübe ettiren" bir bakış ve angajman. Hem ekonomik suçlar, "yoksulluk" halleri, hem de siyasi suçlar: devletin "radikal" mahallelere uyguladığı şiddet ve baskı. Mesela, sergideki işlerden birinin adıyla: Devlet Dersinde Milli Öldürülüş. Bu suçu ortaya çıkarma yöntemi olarak, bildik "şehir" turlarının (şehrin parıltılı yüzeyini anlatan burjuvazi turları) ıskaladığı ya da görmediği ya da görmek istemediği katmanları açığa çıkaran bir bakış-aygıtı kullanıyor Erdener ve Duman. “Tarihin tüylerini tersine tarayan” (bkz. Benjamin) bir göz. Aslında tam bu da değil: Tarihe ve şimdiye “yamuk bakan” bir göz (bkz. Žižek). Gündelik groteski, yamulmuş şeyleri gören bir yamuk bakış. Ayrıca, sert ve dikenli bakış.

Wenda M. Koyuncu:

Sergi, İstanbul üzerine şekillenmiş olsa da sanırım bu suç ve suçun farkındalığı meselesi biraz daha geniş spektrumla ele alınmayı gerektiriyor. Erdener’le Duman İstanbul’un sekiz mahallesini deneyimlerken ve bu alanlarda devletin ve sermayenin (“Kent”in söz sahipleri) işlediği suçları ironik bir dille görünür kılmaya çalışırken, aklıma girilmesi halen yasak olan mahalleler geliyor. Benjamin, “tarihin tüylerini tersine taramak” derken kastettiği ezilenlerin penceresinden yapılması gereken bir tarih yazımı yorumuydu. Milli kurtuluşların milli suçlarla göbekten bağlarını görünür kılmanın yolu biraz buradan geçiyor. Tatavla’nın Kurtuluş’a dönüşmesi veya bir iktidar vaadi olarak Sur’un Toledo’ya çevrilmesi gibi. Bu durum, bize devlet dersinde öldürülmüşlerin nasıl bir kıyım makinesinden geçirilebildiğinin ve bu makinenin canlı bir şekilde yaşamaya devam ettiğinin açık göstergesi. Benjamin’le Žižek’in örtüştüğü nokta burası. Kanımca Klee’nin Tarih Meleği ilerlemeci rüzgarın kuvvetiyle sürüklenirken dosdoğru Holblein’ın Elçiler tablosuna bakıyordu. Yamuk bir bakış ancak tarihi tersine taramanın bir çıkış noktasını teşkil edebilir bu durumda. Suç ortaklığı böylece her kesimi etkin bir şekilde ele geçirmiş oluyor. Dolayısıyla suç ortaklığı sadece maddi bir yoksulluğu beslemenin ötesine geçip ruhsal, manevi bir azalmayı beraberinde getiriyor. İstanbul’un Gıdası adlı çalışma bu durumu çok iyi örnekliyor sanırım. Sürekli kesilip azaltılan hukukun birçok kesime beslenmesini ya da. Pervasızlık ve kuralsızlığın milli bir duruş olarak açık hale gelmesi biraz da.

Haber, Video, Süre: 52”, Senaryo: Cihat Duman, Yönetmen: Cihat Duman, Oyuncu: Sevgi Sezen Eken, 1/3+1, 2019

3.

Ahmet Ergenç:

Erdener ve Duman’ın da örtüştüğü bir yer var: Hukuk ve felaketleri. Erdener yıllardır Extramücadele ismiyle, resmi semboller, statüko simgeleri ve T.C. Anayasası’nın gariplikleriyle boğuşuyor. Azınlıklara ve periferidekilere uygulanan anayasal ve (gayri)hukuki şiddet Erdener’in söylem savaşında (evet, bu bir politik sanat-pankart savaşı) en belirgin noktalardan biri. Şair (ve yeni romancı) Cihat Duman da hukukun tuhaflıklarını iyi bilir, zira kendisi bir avukkatır aynı zamanda: hak ihlalleri davalarına katılan müdahil bir avukat. Duman’ın hissettiği hukuk şiddeti ve siyasi şiddet şiirlerine de yansır, bazen açıkça bazen de dolaylı olarak. Erdener ve Duman’ın hukukla olan derdi mesela Suç ve Ceza adlı işte kendini gösteriyor. İş şundan ibaret: perdelerle yaratılan bir karanlık odaya giriyorsunuz, elinizde bir fener (ya da telefon ışığıyla) siyah perde duvarları arasında ilerledikçe, karşınızda bir hukuk dosyası, bir iddianame buluyorsunuz. dokuzyüz küsur sayfalık “Gezi İddianamesi.” Boş sayfalardan ibaret. O boş sayfaların beyazlığı ve tuhaflığı ile perdelerle yaratılan karanlık oda hali birleşince, mevcut hukuki durum hissediliyor: belirsiz bir suçla yaratılan bir karanlık durum. Yerleştirmenin bir diğer kuvvetli tarafı da, arşiv-belge işlerinde olduğu gibi sizi enformatif bir tanıklığa değil, bir efekte, bir his odasına davet edip, bu durumu bir kez daha tecrübe ettirmesi. Bilgi değil, deneyim alanı.

Türkiye denilen garip ülkedeki hukuki kilitlenmeyi gösteren diğer bir iş de bir duvar yazısı: “Öncelikle bu davanın açılmasına sebebiyet verdiğim ve zamanınızı çaldığım için özür dilerim başkanım.” Duvar yazısının fotoğrafı değil, kendisi sergi alanında. Erdener’in Milli İrade serisini de absürde varan bu hukuki-kilitlenmenin ifadesi olarak okuyabilirsiniz. Duvar yazısı ve hukuk demişken, Cihat Duman’ın süper-ironik duvar-yazısı-silme-karalama videosundan da bahsetmek isterim: Bilge Karasu’nun gece işçilerini andıran kolluk kuvvetleri “radikal” bir mahalledeki duvar yazılarına karşı seferber olmuştur, bu haberi sunan spiker bir yazı-söküm operasyonundan (yapı-sökümün bir başka versiyonu) bahsetmektedir: “Devlet Tashih Müdürlüğü memurları dün gece saat 02:00 sularında Meydan’da yaptıkları tashih operasyonunda bin ikiyüz duvar yazısını hayata döndürdüler. Yapısöküm esnasında oldukça heyecanlı oldukları gözlenen ekip sabaha kadar zevkle çalıştı… operasyon bitiminde toplu fotoğraf çekinen genç alfabebilimciler, göstergebilim müşavirleri, pratisyen semiologlar, atanamamış hermenötikçiler, stajyer paleograflar ve epigrafistler mutluluklarını şu sözlerle dile getirdiler: Hatıralar ve iştihalar tekrar birbirine kavuşuyor.” Yüksek-teori ile reel hayatın bu birleşimi müthiş bir etki yaratıyor. Duman’a not: bu karışımdan, daha uzun süreli Burroughsvari bir politik-absürd hikaye (bkz. Vahşi Oğlanlar) ya da film bile çıkabilir. Radikal görüntülere ve tuhaf örüntülere hakkını verecek bir hikaye.

Wenda M. Koyuncu:

Pozitivist hukukun adaletle örtüşme iddiası olmadığı bilinen bir gerçek. Esasında Aydınlanmacı, anamalcı öznenin (kim bu özne, günümüzdeki karşılığı ne?) koltuk değneği olarak işlev gören bu düzenek, bir meta anlatı olarak kuvvetini koruyor. Kafka’dan da bildiğimiz gibi hukuk düzeneği girişi serbest veya açık ama çıkışı belirsiz olan bir tür leviathan. Gücünü de bu belirsizlikten devşirmektedir. Dikenli, dolambaçlı bir yol. Dolambaçlar Foucault’nun deyimiyle söylemlerden oluşur. "Suç"u üretenle suçu tanımlayanın konumu burada kritik olandır. “Suç ve Ceza kimin lügatine göre hüküm buluyor?” sorusu burada ayırt edici sorudur. Sergideki karanlık oda yerleştirmesi sanırım kimsenin kaçamayacağı, şaşmaz bir şekilde güçten yana işleyen hukuksal bir halin varlığını işaret ediyor. Adaletin mumla aranışının parodisi de diyebiliriz. Ancak, bu aynı zamanda distopik bir tasavvurdur. Duvarlar dolusu dosyanın hiçbir şey anlatmadığı kocaman bir boşluk ve keyfilikten daha korkunç bir hukuksal vaziyet olabilir mi? Karanlık odalarda hazırlanmış hukuksal düzeneklerin keyfiliğini ve kuşatıcılığını anlatan gösterensiz bir metaphor olarak da görülebilir bu. Burroughs’u hiç okumasam da Karasu’nun Gece romanını kötümser bir karanlığın, kapitalist modernleşmenin ürettiği hegemonik yapının distopik bir okuması olarak hatırlıyorum. Gece, korku ve kaygı üreterek insanlık üzerine çöken kapitalist devletin otoriter varlığının alegorisi olarak işliyor romanda. Suç ve Ceza yerleştirmesi adalet adına içine dahil edildiğimiz karanlık bir boşluktan ibaret: ve aslında içine girmeden anlamakta zorlanacağımız bir yok-yer aslında. Karanlığını ve boşluğunu duvarlarını dolduran dava dosyalarının hacminden almakta. Her insanın bir toplu iğne hafifliği ile iliştirilebileceği ve yıllarca asılı kalacağı koyu bir karanlık. Ama bu hafiflik ve basitlik aslında mahkeme denilen “hukuk” mekânının kırılganlığını da ifade eder.

Birbirimizi Hak Edecek Kadar Kötüyüz sergi görüntüsü

4.

Ahmet Ergenç:

Serginin bir damarı da Duman’ın şairane olmayan şiirsel metinleri ve Erdener’in bunlar için yaptığı kolajlardan ibaret. Bu metinlerin konusu mutluluk vaadinin karanlıkta kalanları / mutluluk projesinin artık maddeleri. Sert loser hikayeleri bunlar. Ya da periferik tutunamayan hikayeleri. Oğuz Atay’ınkinden farklı tutunamayanlar bunlar: merkezle bağını zamanla yitirip, merkez dışına düşmüş değil, zaten merkezin dışına doğmuş tutunamayanlar. Hikayeleri bir burjuvazi eleştirisinin dışına çıkarıp, bir periferi kaydına dönüştüren şey de bu. İnsanı ağlatabilecek ama o gözyaşlarından da utandırabilecek sertlikte hikayeler. Mesela "Haliç’in şimdi olmayan bir kolu üzerinde suya atladı. Cesedini bulup yıkamadan gömdüler," diye biten hikaye, öyle acımasız ve çıkışsız bir atmosfer hali gösteriyor ki, ağlamak ve hüzünlenmek bile "ayıp" kaçıyor. Aklıma yine Latife Tekin geliyor, bu sefer son kitabı Manves City. O kitapta anlatılan çıkışsız hal için şöyle demiştim: “Ve taşrada, bir endüstri kasabasındaki delilik hâli, şehirdeki burjuva delilik hâline hiç benzemiyor. Burada delilikten çıkabilecek “başka türlü” ya da filozofça bir anlam yok. Dağın taşın delirmesi gibi bir şey. Sessiz bir delilik… Burada, bu acımasız zone’da, doğa bir kurtuluş umudu değil, deliler başka türlü bir hakikatin taşıyıcısı olan poetik deliler değil, göçebeler, romantik nomadlar değil, kelimenin gerçek anlamıyla "yersiz yurtsuz" ve "yuvasız insanlar." Bu söylediklerimi kasaba yerine, periferi diyerek Duman’ın hikayeleri için de söyleyebilirim.

Wenda M. Koyuncu:

Aslına bakarsan orta-üst sınıfın tutunamama, modernleşmenin kültürel ve siyasal halleri ile başedememe halleri 12 Eylül darbesi ile nihayetine ermişti. Kentli orta sınıfın kültürel bir kimlik inşa edememesi, ki inşa etmesi ideolojik kaynaktan (Kemalizm) dolayı imkansızdı; sürekli ufka bakmayı, durmamayı ve önüne bakmamayı telkin eden o kaynak reel sosyal kütlenin ayağına takılacağını hesap edememişti. Dönemsel olarak, resmi hafızanın tek gerçeklik olarak dayatılması, kolektif bir hafızanın gelişmesine izin vermedi. Gerçeklikten kopuk bu kimlik inşası, ana akım kültürel dayatmalarla özdeşlememe halleri çok farklı hafızaların gerilimli ilişkisini doğurdu. Bugün yaşanan hikayelerin çıkışsızlığa işaret etmesi biraz bundan kaynaklanıyor sanırım. Dolayısıyla delirmenin “bohemce” bir karşılığı yok. Erdener’le Duman da zaten öyle bir yerden bakmıyorlar neyse ki. Farkında olunan şeylerden biri de bu, ki bunu İstanbulkart çalışması çok iyi anlatıyor bize, ona da ayrıca değinmek gerek. Periferiye bakarken, oradaki boğulmalara bakarken kültürel arka planın, eşit bir kamusal alanın yaratılamamasının bunda çok büyük kusurunu görmek gerekir. Çünkü Kemalist burjuva kamusal alanı dıştalayıcı ve küçümseyici bir dille inşa edilmiştir. Tanpınar’ın kulakları çınlasın, bu toplumun iki kuşağı arasında beş tane ortak eser saymak zordur. Bu da çok parçalı ve gerilimli bir hafıza ile karşı karşıya kaldığımızı ortaya koyar. Çünkü kamusal alandan birçok kesim dışanmıştır modernleşme adına ve bugün bu dışlananların sınırsız ve kontrolsüz hıncına tanık oluyoruz. Yani bu coğrafyada kültürel yaşam her zaman çok politik olmuştur. Çünkü hiçbir zaman gerçek bir yüzleşme yaşamadı bu toplum, adına toplum diyebilirsek tabi. Bu çıkışsızlık halini bohemlikle değil rindlik ile aşma eğilimi Duman ve Erdener için makul bir yol olarak görünüyor. Periferiye yol alıp kaleme alınmış metinler bunlar. İnsanın gönlüne sığınmasından başka nasıl bir çıkış yolu bulunabilir ki? Alimlik yetmiyor çünkü bugünkü dünya hallerini anlamaya, şairanelik ve sanatkarane yaşamak belki bir deva olabilir. İnsanın hafizasını kendine doğru bükmesi, toplumsallıktan koparması biraz da.

İstanbul’un 8 semtine ulaşım sağlayan 8 İETT otobüsünün numaraları, Eski vesikalık fotoğraflar üzerine akrilik, Her biri yaklaşık 4,5 x 6,5cm, 2019

Masal, Kağıt, karton, ve pek çok tuhaf malzeme, 22,5 x 31,5 x 45 cm, 2019

5.

Ahmet Ergenç:

Erdener ve Duman’ın arasında ağırlaştırılmış bir muhabbet var. Hava ağır ve tanıklık yüklü. Bu ağır muhabbet bir adalet çağrısını hissetiriyor ama burada ılık bir hümanizmden değil, soğuk rüzgarların estiği bir mizantropiden de beslenen bir adalet çağrısı var. Çağrıda bulunurken bir duygudaşlık değil, bir çatışmayı içeren, çağrıda bulunanların kendisinini de “suçsuz ve muaf” illan etmeyip, toza dumana bulayan bir çatışma. Bu çatışma olmasa, gerilimsiz politik çağrılardan biri olarak kalırdı bu sergi. Ama sanatçıların kendi muhtemel “kötülüğünü” ya da suç ortaklığını ve mizantropilerini de hissettirdiği için mühim bir sanatsal-politik hamle olarak görüyorum bu sergiyi. Serginin adı belki de buradan geliyordur: Birbirimizi Hak Edecek Kadar Kötüyüz. Dünyayı değiştirme ve adalet çağrısı için opitimist bir insan-sever olmak gerekmiyor illa da, sahih bir mizantropi de iyi bir başlangıç olabilir. Hatta oy şansım varsa, ben oyumu ikincisinden yana kullanırım.

Wenda M. Koyuncu:

Bu ağırlaştırılmış muhabbet tabiri sanırım mizantropik açıdan kritik bir eşiğe işaret ediyor. Sergiye baktığımız zaman, bu yazının başında da ifade edildiği gibi, ortada kentin taşına toprağına sinmiş ağır bir yaşamsal/varoluşsal yük ve hatta bunun üzerine inşa olunmuş büyük bir suç ortalığı söz konusu. Parçalı, çoklu bir kent algısının bağrında gizlenemeyecek kadar irileşmiş bir tümöre dönüşen, sömürü ve rantın katman katman işlediği bir çatışma alanı kent. İstanbulkart esprisi bu parçalılığın zahiri arayüzü gibi işlemekteyse de aslında burada tam tersi bir durum söz konusu: uçuruma doğru sürüklenmekte olan bir araca/kente yetişme telaşında olanların ortak kimliği. İstanbulkart ezilenlerin tek gerçek ve ortak kimliğidir denilebilir. Ancak çeşitlilikmiş veya çoklukmuş gibi görünen hal, bir ortak kaderi de imliyor. Kent’in (sermaye & devlet) suç ortaklığına davet eden cüretkar hali, her kesimi günahkar kılacak derinlere yayılmış. Bir tür sincity hali. Her kesimin taşladığı ama vazgeçemediği büyük bir şeytani simge olarak kent. Yani bu ağırlaştırılmış muhabbet aslında derinlerde değil yüzeyde oluşan semptomların yaygınlığıyla ilgili. Bu yüzden mizantropik bir kabulü meşru kılan Birbirimizi Hak Edecek Kadar Kötüyüz tabiri sosyal ve psikolojik bir zemine oturuyor. Sanatçıların kente dair bakışı bu yüzden hoşnutsuz ve gerilimli.

Bu sincity veya mizantropi halleri bana Benjamin’in mesiyanizmini hatırlatıyor aslında. Benjamin işçi sınıfı veya genel olarak ezilenlerde mesihin kurtarıcı misyonunu görmüştü. Anonimleşmiş bir mesiyanik dokunuştan bahsediyordu Tarih Tezleri’nde. Sanırım serginin duygusu bu mesiyanizmin ters çevrilmiş halini bize gösteriyor biraz. Kente dair suç ortaklığının büyüklüğü ve yaygınlığı. Yıkımın sermaye eliyle herkesle paylaştırılan bir arzuya dönüşmesi. Sergideki hoşnutsuz bakış sanatçıların bunu görüyor olmasıyla alakalı sanırım.

Birbirimizi Hak Edecek Kadar Kötüyüz sergi görüntüsü

bottom of page