Deniz Gül Eylül ayında yoğunlaşan İstanbul sanat ortamını ve kent yaşamını İz Öztat, Bahar Yörükoğlu, Kerem Ozan Bayraktar, Nur Koçak, Sinem Dişli, Banu Cennetoğlu ve Dilek Winchester’ın sergileri üzerinden değerlendirdi
☕️ 10 dakikalık okuma
İz Öztat, Sonra (Yas) 2016 - 2019 İşaretleme bandı, Pi Artworks Istanbul
Türkiye’de inşaat iskeleleri, demirlerin yankıyla pat yerdeki diğer demirlere çarptığı, contasından kopmuş delikli dörtgen ızgaralar yahut içi boş tınlayan et kalınlığı görece ince borularla katlardan yere fırlatılan, bir nevi teneke şekillerle sökülür.
Azımsanmayacak bir çoğunluk için ortak değer, hatta kişinin iştahla kendini bu coğrafyaya ait hissedebildiği belki de tek paydaş olan kentsel dönüşüm sayesinde, kimlik, sınıf, hal, vakit, ırk, milliyet, tarih çalkantılı vatanda insan en iyi ihtimalle her an hali hazırda uyku odasının komşusu olan cepheye kurulu bir tadilat iskelesinin sökümüyle birlikte yaşar.
Yankılanan tın ve yankılanan pat olmak üzere bu, sesli bir karşılaşmadır. Öyledir ki, uykudan uyanmaya çabalamak, sesi ve galvanizi, âdeta fetişleştirmeyle mümkün olur. İnsanın sinir uçlarını velveleye veren bu tahammül edilemez sesin etkisi vücuda saplanan bıçaklar, karına atılan tekmeler, linçe yönelen darbelerle ölçülür. Çok sesli darp, çok sesli laf; çok kuru bir vahşilik, çok sıradan bir şiddet... Ses çağırdığı her şeyle vücudu işaret eder. Böyle bir Türkiye, bağlamımız bu.
Çok sesli darp, çok sesli laf; çok kuru bir vahşilik, çok sıradan bir şiddet... Ses çağırdığı her şeyle vücudu işaret eder. Böyle bir Türkiye, bağlamımız bu.
Vücutla değil, üçgenle başlayacağım. İz’in [Öztat] kırmızı üçgen iskelesine tutunmuş fetiş nesneleriyle (1). Üçgen; torso, çakra, portal veya piramit, çadır, dağ, çatı, muğlak, mutlak, otorite, hiyerarşi, tepe, belki havza, belki ters dönmüş dondurma, belki bir deniz yıldızının kopmuş bacağı, bir uçurtma. Mısır’da kadın, Yunan’da delta. İz’in kendi izleğinde dairesel ve devirle tekrarladığı kırmızı üçgenin ve parşömenin önerdiği kıvrımlara inmek istiyorum.
İz, kendini bağlatıyor; neredeyse unutulmuş bir vücudu sahneye çağıran, vakur nesneleştiren, ağırlığınca bir et yığınına döndüren, kendi derisiyle temsilinin arasına mesafelenmek için parşömen giyinen, sert bir düğümleme, çekme, kapatmayla yükselen arzu salınımının bir diğer kadın özneye tesliminde dişil bir erotizm ve şefkatle bertaraf edildiği bir seans.
Hayatlarımızı kuşatmış dörtgen iskeleyi, bilinçdışının o iç içe ve aşağı yukarı geçişken ikliminde, kırmızı portallı, çakralı, kadınsı bir artçı uzamlar silsilesine dönüştüren İz, adını Haz/Cızz koyduğu nesnelerle, boyunduruk, araba lastiği, kanca, endüstriyel sünger, plastik boru, iğne, süpürge otu, tüysü bitki, parşömen, masaj aleti, pompa, yün, siyah tüylerle: “Gelin fetişleşelim,” diyor. Fetişleşelim çünkü başka türlü tahammül edemeyeceğimiz siyah elektrik bantlarının işlevsizce kapattığı her daim beyaza boyanan badanalı duvarlar olmaktan kurtulamayacağız. Demir de var. İşte içi sökülmüş bir güvenlik barikatı olarak bir çeper belirliyor. İçinden geçip Şadi Çalık’ın 50. Yıl Anıtı’nı andıran boruların gölgesinde bir iple bağlanma ve asılma seansındayız. İz, kendini bağlatıyor; neredeyse unutulmuş bir vücudu sahneye çağıran, vakur nesneleştiren, ağırlığınca bir et yığınına döndüren, kendi derisiyle temsilinin arasına mesafelenmek için parşömen giyinen, sert bir düğümleme, çekme, kapatmayla yükselen arzu salınımının bir diğer kadın özneye tesliminde dişil bir erotizm ve şefkatle bertaraf edildiği bir seans. (Tarihin derisi olsaydı parşömen olurdu.) Bu kapatılma, özne olarak tabi tutulduğumuz iktidar ilişkileri ağında içinde bulunduğumuz disiplin toplumunun son kerterizi: Kişinin kendini askıya alması; bakınız, hukukun kendini askıya alması.
Dora Budor, 16. İstanbul Bienali, Yedinci Kıta, Küratör: Nicolas Bourriaud, İKSV'nin izniyle
Dışarısı toz, duman. İnşaat devam ediyor, dev vinçlerin ışıklarının boğazın sularında ay ışığını mimik ettiği sanal menevişler var geceleri. Gündüzler daha az alacalı-bulacalı değil. Tarihin come back (2) yaptığı ve yapacağı MSGSÜ Resim Heykel Müzesi’nin içinde (cephesini kaplayan grid seramikleri ve soğuk, sessiz, beton dikdörtgenle buluşmak, köklenmek için yaşadığımız ağzı su sızdırmayan bebek bezleriyle bağlanmış zemin idrak etme arzumuzun vücudumuzu sarsan çığlığı: İstanbul’un yapı tarihinin modern evresine ait bir hacme -Antrepo no: 5- girince yaşadığımız bu hissin 1950’lerde yaşayacağımız kurulukta olması, bu zamansal kayma güzel bir tokat bana kalırsa) sergileyen İstanbul Bienali sanatçılarından Dora Budor’un tam da konuya vakıf Köken adlı serisi: Çevreden derlenmiş inşaat tozu apokaliptik bir akvaryumu andıran denetimli ortam içerisinde etrafta yenilenen antrepo binalarından gelen ses frekanslarıyla havalanıyor. İşi izlerken akvaryumun içinde bulunduğumuz ancak çeperinden dışarı taştığımız/fırlatıldığımız bir gezegeni uzaktan gözlemliyor gibiyiz.
Dora Budor, 16. İstanbul Bienali, Yedinci Kıta, Küratör: Nicolas Bourriaud, İKSV'nin izniyle
2019 yılındayız. İnsandan insan sonrasına geçen bir dönemin çeperinin en hassas yerinde, en şeffaf yerinde bu dünyaya yeniden doğmayı öğreniyoruz. Bir aciliyet içindeyiz. Her yerdeyiz. Hiç olmadığımız kadar birbirimizdeyiz. İnsan olmayı öğreniyoruz. Hızlandık. Zamanın küllerine bulandık. Farklı çeperlerden eksik, kesik, yamuk kırılan ışıklar, renklerin alacalığında bulanık olmayan ekstatik, bir o kadar yüzeyde ve süprem pusların içindeyiz. Dağılmış vücutlarca plastik temsilleriz. (3) Hatta Kerem’in [Ozan Bayraktar] önerdiği biçimde, izi sürülemeyen ve sürülmek istenen (farklı giydirilmiş çeperlerde salınan orijinleri takiben) üç boyutlu tercümeleriz (4). Bakan gözün fotoğraf sandığı ve yanıldığı, imgenin kendi dilini ve dinamiklerini giyindiği, imgenin vücutlardan daha acil post apokaliptik bir sancıyı -sanrıyı- kutladığı, yalnız kendi için varlığa geldiği artırılmış gerçeklikteyiz. Bir tarihe öncelenmek istemenin yersiz hatta geçersiz olduğu, plastik bir amingo simidinin ya da badminton topunun nostaljisini bilgisayarca üretilmiş bir sanallığı kutlayarak yaşadığımız ve yaş aldığımız bir iklimin çocuklarıyız. Çocuk da değiliz artık. Çocuk olduğumuz yıllarda üç jenerasyon sanatçıyı -galeriler, kurumlar, müzeler, pop-up etkinlikler gibi dahil- birlikte, bir arada, ardı ardına, iç içe, çeper çepere görme, okuma, yaşama gibi bir bağlamımız yoktu. Artık var.
Nur Koçak, Farouche (Yabanıl) ya da Fetiş Nesne 2, 1975, Sanatçının izniyle
Nur Hanım’ın (5) [Koçak] siyah filelere girmiş kadın bedenleriyle İz’i, foto gerçekçi resmedilmiş parfüm şişeleriyle Kerem’i birlikte okuyabiliyoruz. Resimden üç boyutlu tercümelere, bu bir iklim. Çünkü gündoğumu esnasında -yani gezegenimiz dönerken- havanın nemiyle hemhal olup gökyüzüne salınan ışığın aldığı renk gibi, zamanın üretimleri başka zamanların yahut bir zamanların üretimleriyle birlikte eş zamanlılık içinde okunabilir olduğunda gölgeler, renkler, hacimler başka hissedilir. Olan bu. Bence çeper patladı. Bu çeper bir formsa, rengi şeffaflıktan opaklaşan bir bej olurdu. İnşaat tozunun kalkere ya da bazalta karıştığı, her pigmentin kendi dağılım hızına göre ayrıştığı kağıt üzerindeki bir izlekte yıllar içinde katmanlaşıp ele gelseydi, yani vücut isteseydi şayet, birbirine sürtüne sürtüne aşınan taşların ortaya çıkardığı gülle toplar olurdu (6).
(Solda) Dişli, Oyuklar ve Höyükler: Göbeklitepe'ye Bir Bakış adlı sergisinden, Arşivsel Pigment Baskı, Sanatçının izniyle
(Sağda) Kerem Ozan Bayraktar, Ball, Tenler adlı seriden, SANATORIUM'un izniyle
Bu sefer “gerçek” bir fotoğraftan söz ediyorum: Sinem’in [Dişli] yıllarını geçirdiği Göbeklitepe’ye ve Urfa’ya dair sunduğu uzun bakışından... Göbeklitepe’nin höyüklerinde yetişen dut ağacından yapılan kağıtlar üzerine taşları ezip toz haline getiren zamandan, güneşte pozlanmasından, doğanın biçim alma arzusundan... Kerem’in bilgisayar ortamında yuvarlak hacimli yüzeylere giydirdiği dokularla oluşturduğu topların “olmayan” izleklerine ne derece dokunuyorsak -en azından gözlerimizle-, bu coğrafyada oluşmaya devam eden volkanik lavların yahut Akdeniz’de ölen canların kalsiyumunun vurduğu kalkerin tabakalaşmış toplara yontulduğu güllelere de o derece dokunuyoruz bu fotoğraflarda. Zamanın kaydını nasıl tutuyoruz? Zamanı nasıl kurguluyoruz? Bu bağlama iki çok önemli sanatçıyı daha yerleştireceğim. İlki, Dilek (7) [Winchester]. Bu yazıya vesile olan da kendisidir, vücut bulan işi karşısında yaşadığım ürperiştir. Depo İstanbul’da kurduğu sergi mekânında öyle bir kayıp, öyle bir izlek -son derece fiziksel, yani nesnenin tüm halleriyle halleşen kullanılmışlığıyla, yerleşmesiyle, yer değiştirmesiyle, savrulmasıyla, mezar taşlarını andıran yuvalaşması, kümeleşmesi, abideleşmesi, kaideleşmesiyle- öyle bir geçicilik doğuruyor, hatta doğuruyor ki Dilek... Zamansallık, kamusallık, kişisellik, görünürlük, nesnelik üzerine -ve cisimleşmiş haliyle kaidelere akıtılan yıllar; sanat yapmak, sanatın faili olmak, mekânı tutmak, geçindirmek, sürdürmek, emeklemek, ısrar etmek, ultra/dev/mega emek, kan, ter, gözyaşı- ve aşağı yukarı son on beş yılda palazlanan benim de çağdaşlarımla bir parçası olduğum contemporary (8) sanat ekosisteminin sanatçısıyla, küratörüyle, galericisiyle, koleksiyoncusuyla var oluş çabasına, kapatılan galerilere, yer değiştiren/başkalaşan/dönüşen sanat alanlarına, yıldız gibi kayan döneminin sanatçılarına, uzun soluklu olamayan sanat sevicilerine, hobicilerine, osuna, busuna bir duruş. Bir duruş sergiliyor Dilek. Nesne sergilerken nesne sergilemiyor, kalıntı sergilerken kalıntı sergilemiyor. Belki bir fetişe, belki kutsala, belki gelecek olana, olmayana ya da olamayana dair birçok şeyi bir arada söylüyor ve bunu Türkiye’nin son on yılda kendini bir koleksiyon yahut belirli bir zümre etrafında örgütlenmeden, mümkün olduğu kadar bu coğrafyaya her türlü rengiyle, sesiyle, çabasıyla bakan bir kurum olarak kendini konumlayan Depo İstanbul (9)’da yapıyor.
Dilek Winchester, Boşluk ve Kaide, Sergi görüntüleri, Fotoğraflar: Ali Taptık, Depo İstanbul'un izniyle
Yaptığı şey şu: Aralarında müzeler, sergi ve araştırma merkezleri, galeriler, sanatçı inisiyatifleri, sabit mekânı olmayan sanat girişimleri, öğrenci sergileri düzenleyen oluşumların da bulunduğu bir ağdan derlenen -İstanbul, Ankara, Diyarbakır ve İzmir- seksen bir kaideyi göstermek. Bu mekânlar Dilek’in 2002’den beri ilişki kurduğu izleğin tamamı: Bu bir tuval. Sadece Dilek’in belleği çerçevesinde ilişkilinen bir hacim değil, o kaidelerden geçen, kendine sanatı iş edinen çeperin tamamı. Bir soyutlamayla, Türkiye’nin son on yedi yılı. Son olarak, Banu (10)... Biz Türkiye’nin, İstanbul’un, sanat ekosisteminin, keza politikanın, gündeliğin, sosyolojinin, psikolojinin bu parantez içinde nereden nereye, nasıl ve nereye, nasıl ama nasıl, ne, ne, ne oluşumunu, tozunu, katmanını, izleğini, tüm bastırılmışların geri dönüşünü düşüneduralım, Banu ölçeği ve telaşı, onu ve bunu, şunu ve şunu, tozu ve dumanı, lafı ve lafı, varı ve yoku, spekülasyonu ve gözden kaçanı yan yana ve bir arada taradığı bir günü derliyor. Bir gün: 14 Mayıs 2019. Sıradan bir gün. Sıradan bir yörünge. Sıradanlığından dolayı olağan. Dağa dağ, taşa taş, şehre şehir, taşraya taşra, habere haber bakan, neye ne deneceğini araştırırken bir kaymayla, bir geç kalışla, bir söze düşüşle, bir aykırılıkla açılan yarık içinde: Bir dakika ya, o da neydi öyle? Aynı sözcüğün kim bilir kaç dizilimde yeniden kurgulandığı bir günün yazımı... Hepsi “gerçek”, hepsi zamanına ve mekânına referans veren bir belge, dahası bilgi niteliğinde. Yine de bir sayfadan bir sayfaya dönen kıvrımlarda kavramların yer değiştirmesi, bağlam değiştirmesi, bakış değiştirmesi, hele ki bahsi geçen Türkiye olunca...
Biz Türkiye’nin, İstanbul’un, sanat ekosisteminin, keza politikanın, gündeliğin, sosyolojinin, psikolojinin bu parantez içinde nereden nereye, nasıl ve nereye, nasıl ama nasıl, ne, ne, ne oluşumunu, tozunu, katmanını, izleğini, tüm bastırılmışların geri dönüşünü düşüneduralım, Banu ölçeği ve telaşı, onu ve bunu, şunu ve şunu, tozu ve dumanı, lafı ve lafı, varı ve yoku, spekülasyonu ve gözden kaçanı yan yana ve bir arada taradığı bir günü derliyor.
Banu Cennetoğlu, Şimdi Tarih Olduğunda sergisinden, DEPO'nun izniyle
İstanbul’dayız. Dar bir boğazın iki yakasında, sanki dünyanın göbeğindeki bir yırtıktayız. Hiç yazılmayan bir tarihin ve bağlamın bir süredir inşası içerisinde olan kurumların, küratörlerin, sanatçıların, yazarların üretimlerinin daha görünür olduğu günlerde yüzyıl ve Türkiye dönüşürken, kabuk kırılınca ve ölenlerle, tutulanlarla, gidenlerle, gitmek zorunda kalanlarla hayalet uzuvlar geliştirdiğimiz, yaşamak için bize şifa veren sanatla iştigaliz. Bir zamanın genç sanatçılarının artık pek de genç olmadığı ve yepyeni bir jenerasyonun işleriyle buluştuğumuz bu günlerde beraber bu ekosistemi az buçuk soluklu ve cesaretle uzun soluklu kılmanın derdi ve önceliğinde bir arada duruyoruz. 2019 Eylül’ü sanki yıllarca yerleşmekte olanın görünür olmak istediği bir ay. Yüzlerce sergi, sanatçı, iş ve kitaptan sadece bazılarına değinebildiğim bu yazıyı zaman zaman soluksuz kalsa da sanata tutunan gönüllere teşekkürlerle kapatma arzusundayım. Tüm programları oluşturan, yapan, düşünen, yayınlayan ekiplere ve izleyen, dahil olan, katılımcı olan kamuya da sanatçılara olduğu kadar, sonsuz teşekkürler.
İz Öztat, Askıda, 2019, Yerleştirme görüntüsü, Pi Artworks Istanbul, Fotoğraf: Nazlı Erdemirel
(1) İz Öztat’ın Askıda isimli sergisi Pi Artworks’te 6 Eylül-2 Kasım 2019 tarihleri arasında gerçekleşti. Bu metin, Eşik, Askıda, Haz/Cızz isimli işlerine referansla oluşturulmuştur.
(2) 1937 yılında Dolmabahçe Sarayı’nın Veliaht Dairesi’nde kurulan Resim ve Heykel Müzesi, Türkiye’nin ilk Güzel Sanatlar Müzesidir. İkinci Dünya Savaşı nedeniyle 1939’da kapanıp 1951’e dek kapalı kalmıştır. Müze, 1951 sonrasında yine açılır ancak bu defa 1976’da kapanır. 1999 depreminden beri de neredeyse her yıl açılacağı söylenen müze 2012 yılında Dolmabahçe Sarayı Veliaht Dairesi’nden çıkarılmıştır. Müzenin yeni adresi restorasyonu Emre Arolat ve ekibi tarafından tamamlanan İstanbul Antrepo no: 5’tir. Antrepo no: 5, Galataport projesi ekseninde yenilemiş ve kamuya ilk kez 16. İstanbul Bienali’ne ev sahipliği yaparak açılmıştır. Resim ve Heykel Müzesi’nin binaya yerleşmesi ve kamuya açılması ise 2020 yılı için planlanmaktadır.
(3) Bahar Yörükoğlu’nun Organ Panic isimli sergisi artSümer’de 5 Eylül-12 Ekim 2019 tarihleri arasında gerçekleşti.
(4) Kerem Ozan Bayraktar’ın Kayalar ve Rüzgârlar, Mikroplar ve Kelimeler isimli sergisi Sanatorium’da 05 Eylül-20 Ekim 2019 tarihleri arasında gerçekleşti.
(5) Nur Koçak’ın 1960’lar ile 2010’lar arasında ürettiği fotogerçekçi desenleri ve resimleri, Mutluluk Resimlerimiz başlıklı sergide, Salt Beyoğlu ve Salt Galata’da 3 Eylül-29 Aralık 2019 tarihleri arasında izlenebilir.
(6) Sinem Dişli’nin Oyuklar ve Höyükler: Göbekli Tepe'ye Bir Bakış isimli sergisi Ara Güler Müzesi ve Leica Galeri’de 17 Eylül 2019-15 Ocak 2020 tarihleri arasında izlenebilir.
(7) Dilek Winchester’ın Boşluk ve Kaide isimli sergisi 12 Eylül-3 Kasım 2019 tarihleri arasında Depo İstanbul'da gerçekleşti.
(8) Contemporary sözcüğü İngilizce’den Türkçe’ye sanat bağlamında “çağdaş” ve “güncel” karşılıklarıyla çevrilmiş ve her iki karşılığın da kullanımına dair açıklanma ihtiyacı duyulmuştur. Türkiye’nin İstanbul’da her yıl gerçekleşen sanat fuarının marka ismi de olan ve birçoklarının karşılığını “fuar” zannettiği contemporary sözcüğünü bu metinde Türkçeleştirmeden kullanmaktaki arzum Zeynep Sayın’ın Akbank Sanat'ta yer alan Felsefe Seminerleri Dizisi’inde 25 Nisan 2019’da yaptığı konuşmaya temellenir. Sayın, contempus üzerinden açtığı tartışma ve bağlamda contemporary kavramını Aby Warburg ve Walter Benjamin referanslarıyla “bütün zamanların bir aradalığından” ve “farklı bilinç ve bilinçaltı katmanlardan” okur.
(9) 2009 yılından bugüne yüzlerce etkinlik ve sergiye ev sahipliği yapmış olan Depo İstanbul, kâr amacı gütmeyen bir kültürel kurum olan Anadolu Kültür’ün bir girişimidir. Gerçekleştirdiği projelerle yerel inisiyati eri desteklemeyi, kültürel çeşitliliği ve kültürel hakları vurgulamayı, bölgeler arası ve uluslararası işbirliklerini güçlendirmeyi hedefleyen projenin kurucusu Osman Kavala 18 Ekim 2017 yılında “hükümeti ortadan kaldırmaya ve anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüs” ile tutuklanmış ve tutukluluk hali hâlâ devam etmektedir.
(10) Banu Cennetoğlu’nun 14 Mayıs 2019 isimli işi Türkiye’de bu tarihte yayınlanan 720 ulusal, bölgesel, yerel gazetenin alfabetik olarak 26 ciltte tasnifinden oluşur. Cennetoğlu, 2010 yılından bugüne bu tasnifi çeşitli coğrafyalarda ve belirlediği bambaşka günlerde üretmeye devam etmektedir. Eser Depo İstanbul’da, küratörlüğünü Daphne Vitali’nin yaptığı Şimdi Tarih Olduğunda adlı grup sergisinde, 12 Eylül-10 Kasım 2019 tarihleri arasında gerçekleşti.
Comments