top of page

İnsanlar gizlenemiyor, bari nesneler gizlensin


Evliyagil Dolapdere, 14 Mayıs-14 Temmuz tarihleri arasında Beral Madra küratörlüğünde gerçekleştirilen Nesnelerin Gizli Yaşamı başlıklı sergiyi ağırladı. Yirmi yıl boyunca üretilmiş olan tekinsiz ve itici nesnelere odaklanan ve Türkiye'nin sosyo-kültürel ortamına dair bir görsel araştırma niteliği de taşıyan Nesnelerin Gizli Yaşamı'nı Art Unlimited için Nilüfer Kuyaş değerlendirdi

☕️ 12 dakikalık okuma

Ekin Saçlıoğlu, Kemik ve Kalıntılar-Çene

Epey zaman oldu, İstanbul’da seçim gününü bir sergiyi düşünerek geçirdim. Bir gün öncesinde gezdiğim sergiyi düşünüyordum. Evliyagil Dolapdere’de Nesnelerin Gizli Yaşamı sergisi Beral Madra’nın küratörlüğünde gerçekleşti. Yadırgamak, yabancılaşmak, tedirginlik yolunda epey mesafe kaydetmiş olmalıyım son yıllarda, bu sergideki nesnelerin çok azı bana aykırı gözüktü, çoğu zaten gündelik yaşamımı yansıtıyordu sanki, rüyalarımı bile değil, uyanık saatlerimi kuşatan düşüncelerle, fantezilerle, irkilmelerle neredeyse birebir örtüştüler. Kucaklaştık eski tanıdıklar gibi.

Öncelikle mekânlar ve binalar da gizlenebiliyor diye düşündüm. Evliyagil Dolapdere, yan yana dizilmiş garajların, atölyelerin arasında onlardan biriymiş gibi duruyor. Bembeyaz boyanmış ufacık bir kare küp, bu kadar yeni ve pırıl pırıl boyanmış olmasa göze çarpmayacak, tabelası bile gizlenmek üzere üretilmiş sanki, ben çevredeki esnafa sorarak buldum ancak.

Tam karşı tarafında yükselen dev Koç Müzesi’ne inat, mütevazı bir kutucuk. Dirimart, Pilevneli gibi sanat mekânlarının ardından, yakında açılacak Koç Müzesi ve Evliyagil’in de gelmesiyle Dolapdere ilginç bir dönüşümün ortasında. Göçmenler, sanayi atölyeleri, hurdacılar ve sanatçılar, yıkım ve yapım döngüsü içinde İstanbul’un ve Türkiye’nin şu anki halini tam yakalamış bir fotoğraf karesi gibi. Sanat ve sıradan yaşam dirsek temasında. Dolapdere’yi sevimsiz bulsam da bu geçirgenlik hoşuma gitti.

Beral Madra “tekinsiz” sözcüğüyle açmış sergi yazısını. “Tekinsiz nerede barınır? Sıradışı olanda değil, gündelik olanda barınır.” Freud’un bu sözlerini aktarıyor. Aşina nesneler farklı ve gizli yüzlerini gösterince, adeta “psikosomatik” bir tepki yaratıyorlar bünyemizde Madra’ya göre. Bunu sosyal açıdan mı, politik olarak mı, yoksa tamamen kişisel düzeyde mi algılayacağımız bize bağlı. Belki hepsinin katmanlar halinde içimizde kabardığı bir çağdayız.

SENA, Beden, 2010, MDF üzerine lak kaplama karışık teknik heykelcikler ve pirinç aksesuarlar, 65 x 65 x 150 cm

Alerji nasıl da yaygınlaştı, bir düşünün. Bu sergi belki de bizde ruhsal alerjiler uyandırmak için düzenlenmiş. Ama dedim ya, benim bağışıklık sistemim bayağı direnç geliştirmiş, kendi evimde dolaşır gibi gezdim sergiyi. Yarı kapalı kutu, yarı merak uyandırıcı nesneler vitrini gibi bir eşya karşılıyor sizi girişte. Siyah bir dolap. “Beden” adını vermiş sanatçı SENA. Genellikle insan bedenini bir bina gibi gören, odaları ve kapıları iç organlarımız gibi tasarlayan bir sanatçı. Bu sefer bir büfe/dolap şeklinde tasarlamış. Bu “beden” sözcüğü ve nesnesi hemen bir karşılık buldu bende. Oramda buramda çıkan sivilceleri, kaşıntıları, beni ansızın yakalayan hatıralarımı yahut iç dünyamda istemsiz beliriveren imgeleri yokluyormuşum gibi oldum.

Dolabımızın pencerelerinde ve oyuklarında seramik nesneler var. Mesela bir el, Hz. Fatma eli gibi birleştirici bir selam mı, yoksa “Dur! bana yaklaşma,” diyen bir işaret mi, belki ikisi birden; bir figür, belki ana tanrıça; bir kolye -ki muska da olabilir-. Dolabın çevresinde döndükçe, kendi dünyamda, kendi bedenimde dolaşıyormuşum, kendi korkularımla ve özlemlerimle yüzleşiyormuşum gibi hissettim.

Sergi için yazı yazan Sinan Eren Erk’in bir cümlesi bu deneyimle tam örtüştü. “...yaşanan yıkım sonrasında artık bir eşik atlanır, gizli olan, tedirgin eden şey bilindikleşmeye başlar... Yarı açık tanımlamalar -en azından bir süre için- kapalı veya açık hale getirilmiştir” diyor Sinan Erk ve devam ediyor: “Ancak bu noktada tekinsiz, ilk anda olmasa da bir süre sonra -kimi zaman bir boyun eğme şeklinde mecburi- uzlaşı zeminine dönüşür ve öyle ya da böyle yeniden filizlenmeyi bekleyen bir tohumdan farksızlaşır.”

Başta söylediğim gibi, tekinsizlik ve tedirginlik eşiklerini galiba hepimiz çok hızla atlamaya başladık son yıllarda. Bedenimiz de bir tedirginlik nesnesine dönüştü. Dünyayla baş edemezsek kendimizle uğraşıyoruz. En aykırı olan şeylere alıştık, eskiden alıştıklarımız şaşırtıcı hale geldi; tepetaklak olduk.

Devran Mursaloğlu’nun değişken boyutlarda kağıt kullanarak altlı üstlü duvara sıraladığı siyah çizgiler, bana bilinmeyen bir uzay dilinde gelen mesaj gibi gözüktü, ses dalgalarının grafiğine benzettim.

“Gerçeküstü” ve “gerçek” dediğimiz şeyler çoktandır iç içe, birbirine karıştı, en azından benim deneyimim böyle. “Hakikat sonrası” dediğimiz sosyal ve politik karmaşadan söz etmiyorum, daha derinde bir yerde, yakın bir zamanda, gerçekliğin kendisi değişti bana kalırsa. Nesnelerin Gizli Yaşamı sergisi bu değişimin teyiti gibi göründü bana. Kolektif bilinçaltımızda, bilincimizde, bir şeyler altüst oldu sanki.

Üst kata çıktığımda önüme dikilen Memed Erdener çalışması Zebella beni güldürdü. Kendi kendini fırçalamaktan başka işe yaramayan bir süpürge makinesi adeta, Ortaçağ’da hayal edilmiş olsa yeridir. Floransa’da Leonardo’nun garip bilimsel icatlarının sergilendiği müzedeymişim gibi hissettim kendimi.

Ekin Saçlıoğlu, Kemik

Argun Okumuşoğlu ahşaptan yaptığı şnorkelci figürüne Dip adını vermiş. Gözlüklerinde balıkla gemi arası bir şey yansıyor. Tekinsiz olanla alay etmek de güzel bir strateji bence. Bütün sergi bir dibe vurmuşlar kulübünün dekoruna benziyor zaten. Bol miktarda kemik var mesela sergide. Tavandan sarkan, Erdal Duman imzalı Femur, Ekin Saçlıoğlu’nun vitrine koyduğu Kemik ve hemen yanındaki Kalıntılar-Çene işleriyle birlikte hayatımız bir arkeoloji müzesine dönüşüyor aniden. Kendimizi fazla önemsemeyelim mesajı da olabilir.

Sena Başöz’ün suya ermiş, strafordan yapılma ama alçıya benzeyen kesik ayakları, bu arkeolojik izlenimi büsbütün güçlendirdi. Yürümek, suya girmek, hatta özgürlük, hiç bir şey tanıdığımız gibi değil artık.

Erdal Duman, Femur, 2015, Pirinç döküm

Beral Madra’nın “halkın gündelik yaşamının sürekli bir tehdit altında ezilmesi” dediği şey belki tam da budur. Yaşam Şaşmazer’in isim vermediği üç heykeli, suratlarında mantara benzeyen, püskürtü halinde oluşumlar çıkmış üç insan büstü. Ağrı Eşiği adlı hikayemde, ortak bir kabusun baş ögesi olarak, bir migren ülkesine dönüştüğümüzü ve ağrılarımızın kafalarımızda şekiller olarak belirdiğini hayal etmiştim.

Distopyamızın farklı yansımalarını bu sergide bulmak beni şaşırtmak şöyle dursun, sevindirdi diyebilirim.

Hatta bazıları düş kırıklığına bile uğrattı. Biraz daha ileri gidebilirdiniz çocuklar, diye düşündüm, itiraf etmeliyim. Gene de, Serkan Demir’in sedye kumaşından yaptığı Alışveriş Çantası ve yanına koyduğu kumaşsız, sadece iskeleti kalmış sedye mekanizması, tam biz hatırlamak üzereyken hızla silinen bir rüyanın parçaları gibi, beni epeyce tedirgin etti diyebilirim. Aynı şey, Şakir Gökçebağ’ın alışılmışın dışında tasarlanmış kemer ve kravat yerleştirmesi için de söz konusu. Sado-mazoist ritüel eşyası mı, bir erkeklik sorgulaması mı tam bilemedim ama duvara asılıp terk edilmiş halleri zihnimde ilginç kapılar açtı diyebilirim.

Serkan Demir, Alışveriş Çantası, 2015, Sedye bezi kullanılarak tasarlanan alışveriş çantası, Sedye bezi ve Sedye 2

Beral Madra’ya göre, tekinsiz sanat eserleri bizi “güvensiz ve yabancı olanla yüzleşmeye” çağırıyor gibi, ama bir de çelişki içeriyor “bu yapıtlar sıradan, bildik ve gündelik olanla uğraşır”. Böylece Freud’un düşüncesi tam yerine oturuyor: “Freud geçmişte iyi bilinen bir şeyin git gide garipleşmesini be bu tuhaf dönüşümün korkunçluğunu anlatmaktadır.” Esin Turan’ın bir dikdörtgen çerçeve içine aldığı beyaz entari de tam böyle bir nesne. İşlemeli bir gecelik. Üzerinde altınla işlenmiş figürler ve Almanca’ya benzeyen yazılar var. Yapıtın başlığına bakıyoruz: 23 Eylül 1939 Düşlerin Yorumu. Freud’un ölüm tarihi ve en ünlü kitabının adı. Karşımızdaki entari bir kefen mi, sünnet elbisesi mi, bar mitzvah giysisi mi, düşsel bir hayalet figürü mü? Hepsi birbirine karışıyor.

Onun yanı başında Mehtap Baydu kendi işli süslü gelin ayakkabılarını bir cam kavanozun içine koymuş. Az ötedeki suya eren strafor ayaklarla bir diyalog içinde sanki. Ekin Saçlıoğlu’nun beri tarafta koyun toynaklarından inşa ettiği portmanto askılık ve lateks üzerine saç ile ürettiği garip, çocuksu koyun resimleri, doğayla olan çelişkili ilişkimizi sergiliyor adeta. Beral Madra’nın “evcil ve tehlikede olanı tanımlaması zor biçimde bir araya getirmek” dediği de bu olsa gerek. Sinan Eren Erk de bu serginin temelde ne amaçladığını çözümlediği yazısında ilginç bir yorum öneriyor. Ona göre sergi “Tekinsizliğin temelinde, en gizli kalmış, bastırılmış ama en yakın ve kendinden olan öteki kavramını sorguluyor.” Sergiyi gezerken, ben de aslında ötekileşenin tam da kendimiz olduğunu düşünmeye başladım. Ben artık bir başkasıyım, ötekiyim, ama kimim? Şu anda Türkiye’de ve dünyada yaşadığımız bütün altüst oluşlar bana bu soruyu sorduruyor.

Azınlıktayım, ama çoğunluk kim? Her birimiz çoğunluğun kim olduğunu anlamaya çalıştığımız bir azınlıkta hissetmiyor muyuz kendimizi? Öte yandan, rahat bir çoğunluğun bağrındaymış gibi kendini kozada hissedenler, aslında hiç güvenmedikleri bu çoğunluğun her an dağılabileceği korkusuyla yaşamıyorlar mı? Ya da bu çoğunluğun nasıl inşa edildiğine dair şüpheler içinde tedirginlikle nefes almıyorlar mı?

Ya iklim gerçekten değişiyorsa? Ya demokrasi düzelemez ölçüde zarar gördüyse? Ya adaletsiz yaşamak bizleri o koyun toynakları gibi portmanto askılara diziyorsa? Ya bedenlerimiz ve ruhlarımız anlamını yitirmiş hatıraların sergilendiği vitrinlere dönüştüyse? Ya arasak bile birbirimizi bulamayacak hale geldiysek? Düşlerin yorumunda hangi aşamadayız acaba?

Bihrat Mavitan, heykeli üç boyutlu düş görmeye benzetir ya, sergiyi gezerken karşıma çıkan yarı kitap, yarı saman ya da keçe dolu kitap rafı yerleştirmeye Bihrat Mavitan Arşivi adının verilmesi de beni gülümsetti. Eda Aslan, Şimdi Burada başlığını koymuş bu işine. Hemen yanı başına, Viron Erol Vert, Salon adını verdiği çeşitli renklerde üç tane seramik sırlı şantiye tipi kask dizmiş. Arşivimiz eksik dolu, salonumuz sürekli inşa halinde, tasavvurlarımız yahut düşlerimiz de alerji gibi yüzümüzde püskürmüş, yani her şey çok güzel olacak dedirtti bana. Daha kapıdan girince Erim Bayrı’nın demirle kaynakladığı saksı içinde selvi de buna eklenince, dayalı döşeli yeni varoluşumuz tam bir yerine oturdu sanki.

Umut mesajını da unutmayalım. En azından ben öyle yorumladım. Özge Enginöz’ün Ateş Taşıyıcıları isimli alçı ve bronz sprey boyayla ürettiği volkanik püskürtüler, yeni bir aydınlanmanın mümkün olduğunu fısıldadı bana. Fakat tam tersi, Prometeus gibi, aydınlanacağız derken tam cezaya kalmış bir umut da olabilir bu. Mahmut Aydın’ın yakılmış yahut derisi yüzülmüş gibi, yerde, bir işkence tahtasında yatan, kağıt hamuru ve ahşaptan yapılmış insan figürü burada devreye giriyor.

Mahmut Aydın, İsimsiz II, 2013, Kağıt hamuru, ahşap, 80 x 45 x 120 cm

Çağdaş sanatın yoruma ilişkin ucu açıklığı, bana en çok ferahlık veren yanı galiba. Mana çok açık seçik olursa, işin zevki kaçıyor. Bu sergideki nesnelerin bazıları bence iyi gizleniyor, gizli yaşamlarını güzel giyinmişler. Hepsi değil ama, bazı sanatçılar için, keşke daha da ileri gitseymiş dediğimi tekrar edeyim.

Serginin adı ise bence mükemmel seçilmiş. Biz insanlar gizlenemiyoruz artık, ne gizlenecek yer kaldı, ne de gizleyecek herhangi bir şey. Her şey apaçık ortada, hepimiz her şeyi biliyoruz, bilmiyormuş gibi yapsak da, bal gibi biliyoruz. Bari nesneler gizlenmeyi sürdürsün, dedim içimden, hayatın biraz efsunu, gizi, sürprizi kalsın. Biz insanlar birbirimizi -iyi manada- şaşırtmayalı epey oldu sanki.

bottom of page