top of page

Makbul bir hafızanın makul bilançosu: Huzursuz Anıtlar


Zilberman Gallery’de 28 Nisan’a dek süren Huzursuz Anıtlar, Guido Casaretto, Vajiko Chachkhiani, Antonio Cosentino, Lara Ögel, Mykola Ridnyi, Walid Siti ve Christine Würmell’in çalışmalarını Bettina Klein ve Naz Cuguoğlu küratörlüğünde bir araya getiriyor. Merkezine kenti alarak, otoriteler tarafından anıt olarak nitelendirilmeyen fakat bireyler için zaman içerisinde birer anıta dönüşen objelere odaklanan sergiyi Nora Tataryan değerlendirdi

Huzursuz Anıtlar sergi görüntüsü, Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz

Robert Musil, dünyada anıt kadar görünmez bir şeyin olmadığını, ilgi çekme saikiyle tasarlanan bu dikey yapıların, tıpkı suyun yağlı bir yüzeyde duramayışı gibi, dikkati üzerlerinde bir an bile tutamadıklarından bahseder. (Nachlass zu Lebzeiten, 1936) Musil’in görünmezliklerinden bahsettiği bu anıtlar, toplumsal bellekte yer etmesi yeğ sayılan bir ideolojinin, bir iktidar figürünün ya da tarihsel bir anın simgesi haline gelmiş, belli bir hatırlatma formunu dayatan tasarımlardır şüphesiz. Bir de anıt olarak kurgulanmamış ama zaman içinde anıtlaşan yapılar vardır, hatta bazen yokluklarıyla anıtlaşan: Günlük rotamızda yer ettiğinden, belli bir politik hareketin simgesine dönüştüğü için, ya da daha kişisel bir yerden çocukluğumuzu hatırlattığı için heykelleşen objeler, binalar, taşıtlar... Hangisi olursa olsun, anıt dediğimiz şey, cisminden ve formundan ziyade yarattığı / dayattığı hafızayla yakından ilişkilidir. 6 Mart’tan itibaren Bettina Klein ve Naz Cuguoğlu kuratörlüğünde Zilberman Galeri’de izleyiciyle buluşan Huzursuz Anıtlar, bu minvalde bir anıt anlayışını kendine konu edinmiş; onları, şehirdeki değişim ve insanlar üzerindeki etkileri bakımından anlamaya niyet etmiş bir sergi.

Walid Siti, Monument to the Ordinaries II, 2016, Mermer ve tahta, 35 x 35 x 25 cm, Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz

Dünya çapında, büyük anlatıların çözüldüğü, abideler-ötesi olarak niteleyebileceğimiz bu dönemde, iktidarın yeni bir hatırla(t)ma ekonomisine ihtiyaç duyduğunu her gün sokakta yürürken dahi hissedebiliyoruz. İstanbul özelinde konuşacak olursak, bugün yıkılmakta olan AKM’nin bir anıt -veya karşı-anıt- olmadığını kim söyleyebilir, ya da hemen ilerisinde yükselen Taksim Camii’ni salt bir ibadethane olarak görebilenimiz var mı? Kemalist ideolojinin büst kültürüne bir reaksiyon olarak da okunabilecek şekilde; mevcut iktidar, 15 Temmuz Şehitler Anıtı’nı ve Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde kentli okumalara espri konusu haline gelen lokal üretim çağrışımlı heykelleri (karpuz, üzüm, horoz gibi) saymazsak, kamusal alandaki gücünü; köprüler, yollar ve katlettiği bitki örtüsü üzerinden teyit ediyor.

Antonio Cosentino, Banliyö Treni, Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz

Huzursuz Anıtlar da bu bağlamda ve bugünün hissiyle okunması gereken bir sergi. Farklı coğrafyalardan sanatçıları bir araya getirmesine ve konunun evrenselliğine dikkat çekmesine rağmen, galeri mekânı başta olmak üzere işler ister istemez Beyoğlu ve bugünün İstanbul’uyla konuşuyor. Zilberman, kendisi İstiklal Caddesi’nde bir anıta dönüşmüş Mısır Apartmanı’nı terk etmeyen yegane galeri olması itibariyle böylesi bir sergi için en uygun mekânlardan biri. Sergide, bu sürekliliğe yapılan vurguyu iki yerde çok net görebiliyoruz: Bunlardan birincisi Antonio Cosentino’nun İstiklal Caddesi’nden henüz içeri girmiş gibi görünen treni. Uzun zamandır teneke malzemeyle çalışan sanatçı, Banliyö Treni adlı işinde, politik ve ekonomik sebeplerle artık kullanılmayan bu taşıtın anısını sergi mekânına taşımakla kalmıyor, bizlere, geçtiğimiz aylarda yokluğunu hepimize hissettiren Taksim-Tünel hattında işleyen kırmızı tramvayın içinden geçtiğimiz dönemde neye tekabül ettiğini de hatırlatıyor. Serginin Beyoğlu’yla ilişkisine yapılan ikinci vurgu ise, bir iş değil ama küratoryel bir müdahale: Bettina Klein ve Naz Cuguoğlu sergi mekânına küçük bir pencere açarak izleyiciye şehrin değişmekte olan çehresini izleme olanağı sunuyorlar. Peki geçmişle melankolik bir bağ kurmadan, veya ‘eski güzel günler’ nostaljisine düşmeden bu minvalde anıtlardan bahsetmenin, üzerlerinden dökülen iktidarı temizleyip onların altında ne kalmış bakmanın bir yolu var mı?

Lara Ögel, baba!, 2018, Pirinç, 6.5 x 2 x 1 cm, Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz

Huzursuz Anıtlar bu sorulara cevap arayan bir sergi: Lara Ögel’in her gün kaldırım kenarında görmeye alıştığımız turuncu trafik konisinden ilhamla ürettiği altın rengi eğilmiş ‘baba’ rozeti hem –adı itibariyle- günümüzde erkekliğin içinden geçtiği krize, hem de iktidarın eğilip bükülebilirliğine gönderme yapıyor. Sergide iktidar-anıt ilişkisini sorgulayan başka bir iş, Mykola Ridnyi’nin Dima adlı videosu. Video, emniyet kuvvetlerindeki görevinden ayrılıp taş ustası olarak çalışan Dima’nın Ukrayna’daki yolsuzluk nedeniyle adalete olan inancının nasıl kaybettiğini Sovyet çizgi filmlerinden görüntüler eşliğinde anlatıyor. Dima’nın videoda yontmakta olduğu bir çift postalsa sergi mekânında ekranın hemen yanına konumlanmış. Walid Siti’nin heykel çalışmasıysa bir karşı anıt niteliğinde. Sanatçının, Irak’a özel bir mermerden ürettiği parçalı yapının üzerine yazdığı Kürt kadın isimleri, ölümsüzleştirilen erkek figürlerinin karşısına kadınları koymakla kalmıyor, anıtlaştırmanın cinsiyetini de sorguluyor.

Mykola Ridyni, Dima, 2013 (detay), SD video, 7’57’’ ve granit botlar, Sergi görüntüsü, Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz

Christine Würmell’in Berlin’deki Friedrichshain Parkı’nda yer alan kamusal heykellerin hikayesini boş kaideler üzerinden süren fotoğraf dizisiyse anıt ve vandalizm ilişkisinin evrenselliğini bir kez daha hatırlatıyor. Türkiye’de kamusal alanda sergilenen heykellerin de benzer hikayeleri vardır: Güzel İstanbul Heykeli, İşçi Heykeli, Gezi Direnişi esnasında replikasına dahi tahammül edilemeyen 24 Nisan Anıtı, Kars’ta ‘ucube’ addedilen İnsanlık Anıtı, gibi örnekler Würmell’in önermesini daha da güçlendiriyor.

Sergideki en güçlü eserlerden biri, Vajiko Chachkhiani’nin Orada Olmayan Kış adlı video enstalasyonu. Bir pikabın arkasına takılan insan formundaki bir heykelin yol boyunca parçalanarak kaybolması konu eden video, sadece nesnenin kırılganlığına işaret etmiyor insan elinden çıkma bu anıtlara bir türlü bahşedilmeyen huzurun da kaydını tutuyor. Guido Casaretto’nun anneannesinin eskiden yaşadığı Tarlabaşı’ndaki evinin tavanından aldığı parça ise, Türkiye tarihindeki gasp ve el değiştirme kültürü içinden Levantenlere dair bir hafızayı ayıklamayı mümkün kılıyor.

Vajiko Chachkhiani, Winter which was not there, 2017, Tek kanallı HD video, 10’30’’, Sanatçı ve Daniel Marzona, Berlin izniyle

Tüm bu işler ve birbirleriyle girdikleri diyalog düşünüldüğünde Huzursuz Anıtlar, belleğimizde anıtlaşan yapıları belli bir siyasal bağlam içinden okumayı önermesi bakımından oldukça kıymetli ve günümüz halet-i ruhiyesini yakalayan bir sergi. Ancak yazının başında bahsettiğim iktidar-anıt ilişkisini sergiyi gezdikten sonra bir kez daha düşündüğümde aklıma şu soru geliyor: Doğası itibariyle kamusal alan için üretilmiş anıtlar, karşı-anıtlar veya anıtlaşmış yapılar bir galeri mekânına konduğunda nasıl ihtimaller kapanıyor ve nasıl yeni tartışma alanları açılıyor? Başka bir deyişle bu anıtlarla ‘sanat eseri’ formunda yeniden buluştuğumuz bu noktada, şimdi bu hafızayla ne yapacağız, şayet Vajiko Chachkhiani gibi onları parçalamayacaksak?

bottom of page