top of page

Hücum ve Ricat: Hem karşıt hem yan yana


Orhan Cem Çetin ve Murat Germen'in 22 Kasım - 30 Aralık 2017 tarihleri arasında Evin Sanat Galerisi’nde gerçekleşen sergileri Hücum ve Ricat, iki sanatçının işlerini boyutsuzluk, ölçek ve düzen kavramları üzerinden bir araya getiriyordu. Çetin ve Germen, sergide yer alan Icebound ve Dipsiz serilerini, işlerindeki paralellikleri ve fotoğrafın güncel meselelerini Özge Yılmaz'la konuştular

Murat Germen ve Orhan Cem Çetin, Fotoğraf: Osman Nuri İyem

Evin Sanat Galerisi, 21 yıllık tarihinde ilk kez bir fotoğraf sergisini ağırladı geçtiğimiz günlerde. Çok uzun süredir takip ettiğim, işleriyle olduğu kadar iş yapış şekilleriyle de farklı duruşlarını her zaman muhafaza etmiş olan Orhan Cem Çetin ve Murat Germen, düet sergileri Hücum ve Ricat’ta bireysel pratiklerini ilk kez yan yana sergilediler. Orhan Cem Çetin’in çeşitli nesneleri buz kütlelerinin içine hapsedip organik ve mineral aklın ilişkisini araştırdığı makro çekimlerinden oluşan serisi Icebound ve Murat Germen’in kente farklı açılardan bakan ve kimi zaman üç boyuta göz kırpan çok katmanlı yapıtlarının yer aldığı serisi Dipsiz, yan yana geldiklerinde kendi anlamlarından azade olmadan, adeta yeni anlamlar doğurmuş. Orhan Cem Çetin ve Murat Germen ile bir araya gelip, izleyiciyi aynı anda çok derine ve çok uzağa, çok içe ve çok dışa, çok ufağa ve çok büyüğe odaklayan Hücum ve Ricat’ı konuştuk. Tabii konu sergiyle sınırlı kalmadı, hem yıllar içerisinde pratiklerinde yaşanan değişimler hem de fotoğrafın güncel meseleleri masaya yatırıldı.

Serginin başlığı Hücum ve Ricat. İlk önce bu adı seçmenizin nedenini sormak istiyorum. Fotoğraflarınızla bu başlık arasında nasıl bir paralellik var?

Orhan Cem Çetin: Bu adı seçmemizin birçok nedeni var. Ben bir süredir sıvıların davranışlarıyla ilgileniyorum. Sanırım Fortuna serisinden bu yana. Sıvıların çatışması, barındırdığı antagonizmle güçlü ve öğretici bir metafor. Ayrıca ölçek değiştiğinde -ki bu boyutla ya da zamanla ilgili olabilir- kavramların tersine dönmesi de ilgimi çekiyor. Temizin kirli, kirlinin temiz, düzensiz görünenin düzenli, düzenlinin düzensiz görünmesi gibi. Birbirinin zıddı olarak kullandığımız kavramların esasen tek bir kavramın farklı halleri olduğu söylenebilir. Aşk ve nefretin, kökleri bir olan iki ağaç halinde ortaya çıkması da bir başka örnek. Hücum ve Ricat da öyle. Sergi şekillendiğinde başlığı aramaya başladık ve bir beyin fırtınası sırasında Hücum ve Ricat’ta karar kıldık. Başlık sergiye dair çok şey söylüyor bize göre. Hem iç içe geçen iki seri hakkında hem de serilerin kendi içlerinde temsil ettikleriyle ilgili. Öyle görünüyor ki, tıpkı Murat’la bizi görünürdeki farklılıklarımıza rağmen bir arada tutan bağın temelinde yattığı gibi, aynı meselelere hassasiyet gösteriyor ama farklı yollardan itiraz ediyoruz. Murat’ın hücum, benim ricat halinde olduğumuz da söylendi. Murat’ın uzaklaşarak, benim yaklaşarak çalışmam tam tersini ima ediyor. Ya da buz parçacıklarının içinde hapsolmuş hava kabarcıkları acaba saldırı halinde mi donakalmışlar, yoksa teslim mi olmuşlar? Kesin yanıtı bulmak zor.

Murat Germen: Sergi adının mucidi Cem. Cem kelime, kavram, temel davranış biçimlerinden kaynaklanan fikir cambazlıkları konusunda çok iyidir ve ondan böyle bir teklif gelince hiç tereddüt etmeden “Budur!” dedim. Galeri ekibi de aynı tepkiyi verince kısa bir süre içinde hiç zorlanmadan başlığı belirlemiş olduk. Bundan sonrası biraz da izleyiciye kalmış durumdaydı; hangimizin ve/veya hangi eserlerin hangi kavrama denk geldikleri konusunda tahmin, fikir üretebilmek için gerekli zemini sağladığımızı düşünüyorum. Ne fazla didaktik ne de fazla anlaşılmaz olan, yoruma açık bir bütüne vardığımızı umuyor ve sanıyorum. Sergi hakkında daha önce yazılan yazılara baktığımızda; yazarların tahmin yürütme dürtüsünü görmek beni mutlu ediyor. Bu da sergi başlığının, gayet kısa olmasına karşın, zihinleri tetikleyen bir yapısı olduğunu gösteriyor. Kendi seri başlıklarımız, yani Icebound ve Dipsiz, Hücum ve Ricat kadar gündeme gelmedi. Bu olgu, ikimizin ve ürettiklerimizin, olası bir “neden bir arada olmaları gerekiyordu?” sorusuna kısmen cevap oluşturuyor diye düşünüyorum.

Orhan Cem Çetin, Icebound, Mandala, 2017

Şu sıralar ikili sergilerin sayısı arttı. Sizin serginiz birlikte üretilmiş işleri kapsamıyor tabii, bireysel olarak gerçekleştirdiğiniz üretimlerin birlikte sunulması söz konusu ama yine de ortak bir zeminde buluşmadan bu çok mümkün olamaz. Solo sergiden de, karma sergiden de farklı bir nokta. Dolayısıyla size düet bir sergi gerçekleştirmeyle ilgili düşüncelerinizi sormak isterim. Daha önce böyle bir deneyiminiz olmuş muydu ve Hücum ve Ricat'ta bunun pozitif ya da negatif etkilerini hissettiniz mi?

OCÇ: Düet çok güzel bir tanım. Geçmişte birkaç ortak sergi girişimimiz oldu. Başlayıp bitiremediğimiz bir Tavanarası projesi var örneğin. Bir de daha çok ‘sosyo-sanatsal deney’ diyebileceğimiz, hayali bir fotoğrafçının adını kullanarak çöplerimizi sunduğumuz, epey ses getirmiş olan Reddedildi / Orsey Tinger sergimiz var ama güncel sanat pratiğimizi ortaya koyduğumuz ilk hakiki ortak sergimiz bu. İtiraf etmeliyim ki alttan alta korkutucu bir fikirdi bu, zira solodan daha iddialı, daha riskliydi. Tek başınıza olduğunuzda tutarlılık elde etmeniz daha kolay ve aldığınız riskler sadece sizi bağlıyor. Bu defa öyle değildi. İşler arasında denge, adalet ve diyalog olması gerekiyordu. Ancak birlikte yaptığımız diğer işlerde olduğu gibi, süreç zahmetsizce ve su içer gibi yürüdü. Bu yönüyle ikimizi de çok mutlu eden, benim için hayatımda dönüm noktası niteliğinde, unutulmaz bir iş oldu. Evin Sanat Galerisi’nin davetiyle bir araya geldiğimizi ve inanması zor güzellikte bir galeri-sanatçı ilişkisi deneyimlediğimizi de eklemeliyim. Gergin bir galeriyle bu uyum sağlanamazdı sanıyorum.

MG: Ben de bu vesileyle, Evin Sanat Galerisi ve özellikle de Osman Nuri İyem’e teşekkür etmek isterim. Bize beraber bir sergi yapmamız üzere teklif getiren Osman’dı. Uzunca bir süredir işbirliği yapmadığımızdan ikimiz de bu fikre çok olumlu baktık ve bu sergi bizi tekrar bir araya getiren bir platform oldu. İyem ailesi ve Evin Sanat Galerisi ekibi güler yüzlü, motive, insanlara ve icra ettikleri mesleğe saygılı, pek kibar, alçakgönüllü bir takım ve bu sayede iletişim, sergi kurulumu, sanatçı konuşması, sergileme gayet pürüzsüz bir şekilde ilerledi. Bu da Cem’in bahsettiği olası riskleri minimize etti bence ve hiç tökezlemeden bu süreci nihayetine erdirdik Ben de Cem’in cümlesini tekrarlamak istiyorum: “Gergin bir galeriyle bu uyum sağlanamazdı sanıyorum”. Hazırlık yapmadan, belli bir gündem belirlemeden kotardığımız sanatçı konuşması ise, hem çok kalabalık hem de izleyicilerin katkıda bulunmak istedikleri etkileşimli bir etkinlik oldu.

Cem az önce “benim için hayatımda dönüm noktası niteliğinde, unutulmaz bir iş oldu” dedi ya; çok mutlu oldum. Benim için de kesinlikle öyle ve kendisine huzurunuzda dostluğu, kılavuzluğu, sıradışılığındaki kendine has zekâsı için içtenlikle teşekkür etmek ediyorum.

Murat Germen, Dipsiz, Nâmekân, 2017, 80 x 114 x 14 cm

Murat Bey sizin mimarlık altyapınız işlerinizde her daim kendini hissettiriyordu ancak şimdiye dek forma bu denli yansıdığına tanık olmamıştık. Hücum ve Ricat’ta biçimsel olarak da bir inşa söz konusu. Dipsiz / Abysmal serisinde ahşap çıtalar ve bloklarla desteklenmiş katmanlı kolajlar, hatta üç boyuta göz kırpan işler görüyoruz. Pratiğinizdeki bu yeniliklerle ilgili neler söylemek isteriniz?

MG: Gezi’den bu yana belgesel fotoğraf üretimim ciddi bir şekilde arttı. 2013’den beri Türkiye’de olan bitenin olabildiğince detaylı bir şekilde belgelenmesi gerektiği hissi vardı içimde. Bir nevi ‘borç’ olarak gördüm bunu yaşadığım topraklara. Fiziki, kültürel, toplumsal her türlü tahribatı belgelemek şüphesiz ki hasarın oluşmasını engellemiyor; ama en azından daha sonraki nesillere ‘kaybettiklerimiz bunlardı işte!’ diyebilmenin, bir tartışma zemini yaratarak en azından tahribatın devam etmesine engel olabileceği gibi bir umudum var. Aslında bu umut çok da boş değil. 2017 yılı içinde ulusal, uluslararası nitelikte 30 kadar konuşmaya, söyleşiye, sempozyuma, konferansa çağrıldım. Bunların neredeyse hepsinde bu belgesel fotoğraflar aracılığıyla meselemi, derdimi aktardım ve hem çağrı sayısının çok fazla olması hem de sunumlar sonrası aldığım tepkiler dolayısı ile tahmin ediyorum ki genç insanlara umut verebildim, küçük ölçekli farkındalıkların oluşmasına zemin sağlayabildim. İnsanlara ulaşmak anlamında, bu konuşmaların bazı sergilerimden daha önemli olduğunu söyleyebilirim.

Elimde son zamanlarda çok sayıda belge fotoğrafı birikince, sergi teklifleri geldiğinde ister istemez elimdeki yeni malzeme ile eserler üretmek kaçınılmaz oldu. Güncel sanat alanında belgesel fotoğraf baskı serileri üzerinden meselenizi aktarmak şüphesiz ki olası, ama bunun biraz ötesine geçmek ihtiyacı duydum. Uzunca bir süredir de, baskı merkezinde üretilen değil de kendi ellerimle ürettiğim eserler ortaya çıkarmak konusunda bir heyecanım vardı. Hâl böyle olunca, iki farklı cenap birleşiverdi ve kendimi fotoğraflara katmanlar, üç boyut katarken buldum. İlk olarak, Yapı Kredi Kültür Sanat’ın yeni tadil edilen mekânında Necmi Sönmez küratörlüğünde açılan Sarmal adlı koleksiyon sergisi için özel sipariş edilen Kırılma adlı, 150 x 300 cm ebadındaki eserde denedim boyutlandırmayı. Sonuçtan hem ben hem de YKKS memnun kaldığından; Orhan Cem Çetin ile açacağımız ve bizim için ‘tarihi’ bir sergi olan Hücum ve Ricat için benzer yaklaşımda işler üretmek istedim. Üretim süreci unutulmaz derecede keyif verdi bana, umarım aldığım bu hazzın bir kısmını yansıtabilmişimdir.

Murat Germen, Abysmal / Dipsiz, Ardarda, 2017

Sergide drone’la çekilmiş fotoğraflarınız da yer alıyor. Drone’un, sizin gibi ağırlıkla kentle çalışan bir sanatçının pratiğine ne gibi katkıları oluyor?

MG: Kenti bina ölçeğinden daha çok, metropoliten büyük ölçekte çalışmayı önemsediğim, tercih ettiğim için havadan fotoğraf çekmeyi hiçbir zaman ihmal etmedim. Drone olasılığının olmadığı dönemlerde gökdelen çatıları, uçakların pencere koltukları ve bazen de helikopterler, hava fotoğrafları çekmek için kullandığım ortamlardı. Drone’lar ortaya çıktıktan sonra ise iş farklı bir boyut aldı, daha çok video çekmek için tercih edilen İHA’ları neredeyse sadece fotoğraf çekmek için kullanıyorum. İHA ile fotoğraf çekmek helikopter, paramotor veya uçaktan fotoğraf çekmeye benzemiyor; her ne kadar daha yükseğe yollayabiliyorsanız da, yaklaşık 50-150 metre arasında yer alan ve şahsen ‘dronosfer’ olarak adlandırdığım gök katmanından, acele etmek zorunda kalmadan fotoğraflar çekebilmek kent fotoğrafı pratiğime yeni bir boyut kattı. Artık gözümü yukarıya istediğim bir yüksekliğe rahatlıkla gönderebiliyor ve kanatlandırabiliyor olmanın getirdiği bir avantaj söz konusu; çünkü her yerde gökdelen çatısı bulunamıyor veya uçakların rotaları her zaman istediğiniz yerlerden geçmiyor. Kente ne gökdelen tepesinden, ne helikopterden, ne de uçaktan göremediğim açılardan bakabiliyorum. Göz seviyesinde fotoğraf üretirken sıklıkla kullandığım panoramik görüntülemeyi ise hem alışageldik yatay yönde hem de dikey doğrultuda kullanabiliyorum. Yapıların kent ile olan bağlamsal, konumsal ilişkilerini daha önce yapamadığım bir şekilde gözleyebilmeye başladım. ‘Atmosferik kent / mimarlık fotoğrafı’ olarak adlandırabiliriz belki bu yeni fotoğraf eylemini.

Drone ile kent fotoğrafı üretmek aklımı hayli meşgul eden bir eylem olduğu için, bu konuda Alternative Cityscape Visualisation: Drone shooting as a new dimension in urban photography başlıklı akademik bir makale yazıp Londra’daki EVA London bir konferansta sundum.

Murat Germen, Simulacrum, 2017

Dipsiz-Simulakrum çalışmanız, drone’la çekilen farklı fotoğraflardan oluşan bir kolaj. Ancak bu fotoğrafların bir araya geldiği düzleme ilk baktığımızda sadece kente dair ögeler görmüyoruz. Örneğin otopark kısmına uzaktan ilk baktığımda İznik çinilerini çağrıştırdı bana. Başka bölümlerin de yine geleneksel desenleri andırdığını düşünüyorum. Ve eser, pattern’ler ve kimi tekrar kullanımlarla grafik bir anlatıya dönüşüyor, ki ben burada kolaj tanımının da yeterli olduğundan emin değilim. Bu ve benzeri çalışmalarda nasıl bir düşünceyle hareket ettiniz?

MG: Eserin çinileri çağrıştırması beni çok sevindirdi. Burada amaç, ‘fake’ / ‘çakma’ ve betonlaşmış / çölleşmiş içeriklerle bir geleneksel yapı yaratarak, içi son zamanlarda iyice boşaltılan muhafazakârlık kavramına bir gönderme yapmaktı. İlk kertede çini, halı deseni gibi duran bir betimleme yaratma sürecinde; uzaktan nispeten masum sayılabilecek bir görsel tasvirin yanına gelince, ananevî gibi duran bir motifin tümüyle araba otoparkı veya beton zemin modülasyonundan ibaret olduğunu görerek oluşması beklenen bir hayal kırıklığı yaratmak içgüdüsü hakimdi. Bu yöntemi sadece bu eserde kullandım, eserin ismindeki simülasyon kelimesi ise hem üçboyutlu olmayıp ‘üçboyutluymuş gibi yapma’ hem de geleneksellikle uzaktan yakından alakası olmayıp ‘gelenekselmiş gibi yapma’ hallerine gönderme yapıyor. Çağın en önemli düşünürlerinden olan Baudrillard’ın dikkat çektiği ve temsilin temsil ettiği şeyin yerine geçmesi olgusunu hatırlatarak yazarın önünde saygıyla eğiliyorum.

Orhan Cem Çetin, Icebound, 2017

Cem Bey sizin çalışmalarınızda deneyselliğin ön planda olduğunu biliyoruz. Sergide yer alan Icebound serinizde de farklı nesneleri dondurarak, buz kütlelerinin içinde makro ölçeklerde fotoğrafladınız. Buzun sizin için kavramsal bir anlamı var mıydı, yoksa salt estetik amaçlarla mı yola çıkmıştınız?

OCÇ: Teknik ve estetik benim hizmetkârımdır. Mesleki uygulamalarda daha önde dururken, sanat işlerinde önermenin bir parçası haline gelirler ve çoğu kez de geride dururlar. Son dönem işlerimin bazılarında olduğu gibi bu seride de ayrıntılar ve yaklaştıkça belirginleşen var oluş stratejileri bana göre belli bir görsel yaklaşım gerektiriyordu ve siz de bundan söz ediyorsunuz. Aslında deneysellik tanımını uzun süre önce terk ettim. Deney yaptığımı düşünmüyorum. Daha doğrusu deneyler yapıyorum ama siz onları görmüyorsunuz. Siz sonucu görüyorsunuz. Buz ayrıntıları, içlerinde seçilen kimi tanıdık kimi soyut detaylar birer metafor olarak oradalar ve şu anda yoklar.

Icebound serisi üzerine çalışırken sonuçların öngörülebilirliği ya da hesaplanabilirliği neydi sizin için? Rastlantısallığın sizin için önemli bir kavram olduğunu biliyorum ama Icebound serisinin rastlantısallık - hesaplanabilirlik ikileminin neresinde durduğunu merak ediyorum.

OCÇ: İki sürecin birlikte yürümesini seviyorum ve anlamlı buluyorum. Dediğiniz gibi, Gümüş Gezegen serisinden bu yana fotoğrafların biraz da kendilerini inşa etmelerine izin veriyorum. İrade ya da sizin deyiminizle hesaplanabilirlik, elde etmeyi umduğum sahneyi oluşturmam demek oluyor. Ancak sonuç, beklentimden mutlaka bir miktar farklı oluyor. Gerçi bunu da bekliyor ve umuyorum ve herkesle birlikte keşfediyorum. Bir yandan da, şöyle bir düşünürsek, tüm fotoğraflar, hatta hayatın kendisi böyle oluşmuyor mu?

Orhan Cem Çetin, Icebound, 2017

Fotoğrafın yanı sıra performans alanında da üretimlerde bulunuyorsunuz. Hatta foto - performans ve ses performansı olarak tanımadığınız süreç odaklı işleriniz var. Bu çalışmalarınız pratiğinizde nerede duruyor?

OCÇ: Evet zaman zaman performanslar da gerçekleştirdim ve umarım yine gerçekleştireceğim. Tüm bedenimle, tüm varlığımla, tüm samimiyetimle bir sanat nesnesi haline gelmem ve bunu izleyici karşısında, gerçek zamanlı paylaşıyor olmam beni çok heyecanlandırıyor. Fotoğraf üretiminde olmayan bir karşılaşma biçimi bu. Fotoğrafta sanatınızı çoktan icra etmiş, hatta ondan bir miktar soğumuş olduğunuz bir noktada, eyleminizin tortusuyla izleyicinin karşısına çıkıyorsunuz. Her disiplinin kendi sınırları var. Fotoğrafın bir sorunu bu bence ve günümüzde sanatçıların kendilerini bir disiplinin içine hapsetmekten kaçınmaları da cesaret verici. Tabii performans sanatlarının da başka sorunları var, geriye kalanla ilgili.

Cem Bey’in işlerinde makro çekimlerle buz kütlelerinin içinde gezinirken, Murat Bey’in çalışmalarında çok büyük ölçeklerle kente bakıyoruz. Çok içe ve çok dışa, çok ufağa ve çok büyüğe odaklanan bu iki serinin birbirleriyle nasıl bir iletişim içinde olduğunu düşünüyorsunuz?

MG: Bu ekstrem ölçek farklılığının yarattığı ikilem, hücum ve ricat kavramlarının hem karşıt hem de yan yana durabilme potansiyeli taşımalarına dikkat çekiyor bence. Kent üzerinize hücum edince minimum zarar görebilmek için daha küçük ölçekli bir dünyaya doğru ricat edebilir; veya, ricat sonrasında topladığınız enerji ve güç ile karşı saldırıya geçebilirsiniz. Hapsolmuşluk başkaları tarafından tam oluşturulamadan kendi başınıza kalkan oluşturabilir ve kendinizi hapsedebilir, tehdit geçince de kalkanı indirebilirsiniz. Bizim bu iki serimizi yin-yang ilişkisi gibi görüyorum ben, aynı hücum ve ricat kavramlarını da öyle gördüğüm gibi. Cem’in bizim beraber yaptığımız konuşmalarda dikkat çektiği bir konu vardır, onun ağzından alıntılıyayım: “Biz birbirimizle birlikte daha akıllı oluyoruz!” Ben bunu bu sergi için de söylemek istiyorum, Cem’in müsaadesi olursa: Bu iki çalışma yan yana sergilendiklerinde, tek başına sergileneceklerine göre daha fazla anlam içeriyor olabilirler.

OCÇ: Hemfikirim!

Yıl sonunda düzenlenen BASE etkinliğinde Metehan Özcan, Kerem Ozan Bayraktar ve Selim Süme ile birlikte katıldığınız konuşmada her ikiniz de glitch’in önemine değindiniz. Fotoğrafta hata ve tesadüf hakkındaki görüşlerinizi sormak isterim. Sanat medyumunun dışında da, glitch’in günümüzün yükselen estetik değeri olarak öne çıkması, Instagram’da git gide daha fazla glitch’li fotoğraf görmemiz ve glitch efektli fotoğraf editleme uygulamları hakkındaki görüşlerinizi de ayrıca merak ediyorum.

MG: Glitch gerçekten hata olarak ortaya çıktığı zaman mantıkî ve ‘güzel’ olma şansına sahip; çünkü, işi aslen heyecanlı kılan hiç beklemediğiniz bir sonucun ortaya çıkması. Glitch estetiğini çeşitli efektlerle bilinçli olarak simüle ederseniz çok da anlamı kalmıyor, bir ‘pastiş’ten öteye geçemiyor görsellik. Glitch kastî bir süreçle edit edilerek değil, edit edilirken oluşan beklenmedik bir arıza sonunda sürpriz olarak ortaya çıkabilmeli. Burada bir şerh koymak lazım: Her hatalı sonuç ‘iyi’ değildir. Glitch, son zamanlarda fotoğrafta sıklıkla rastlanan ve biraz kabak tadı veren ‘kusurluluğa övgü’ sürecinde gözlemlenebileceği gibi, istisnasız bir şekilde meşruiyet ve muafiyet kazanamamalı.

OCÇ: Ben bunun ve analog fotoğrafa geri dönüşün, sayısal fotoğraf üretme süreçlerinin fazlasıyla determinist olmasına, deyim yerindeyse, Murat’ın da ima ettiği gibi sürprize yer bırakmıyor olmasına da bağlıyorum. Aynı fotoğrafı filmle 10 kere çektiğinizde, yakından bakarsanız aslında grenlerin farklı noktalarda oluştuğunu, 10 fotoğrafın sadece uzaktan bakıldığında farksız zannedildiğini görürsünüz. Oysa sayısal çekimde, çekim koşulları değişmedikçe bu 10 kare tümüyle özdeş olacaktır. Bayat film veya oyuncak fotoğraf makineleri kullanılması, kontrolsüz banyo işlemleri vb. fotoğrafın üretim sürecini ‘insanileştiriyor’. Ama yine Murat’ın dediği gibi bu defa da kusurun fetişleşmesi sorunu ortaya çıkabiliyor. En az kusursuzluğun fetişleşmesi kadar sıkıcı.

Orhan Cem Çetin, Icebound, 2016

Her ikinizin de ‘fotoğraf sanatçısı’ tabirinden uzak durduğunuzu biliyorum. Bununla birlikte fotoğraf sergisi, fotoğraf galerisi gibi tanımlamaların da doğru olmadığını söylüyorsunuz. Neden bu tür kullanımlara ihtiyaç duyuluyor olabilir? Sizin de altını çizdiğiniz gibi, ‘resim sanatçısı’ veya ‘resim sergisi’ gibi kalıplar kullanılmıyor çünkü.

MG: Fotoğraf herkes tarafından erişime açık bir alan olduğu için ayrı bir yerde tutulmak isteniyor olabilir; diğer deyişle, fazla harcıalem ya da teknik konuların fazla ön plana çıktığı bir plâtform gibi geliyor olabilir bazılarına. Benim bakış açım bunun zıttı yönde: Fotoğraf ille de ayrı tutulacaksa şayet; daha banal ya da teknoloji odaklı bir yaratı süreci olduğu için değil, birçok sanatsal ifade formuna göre çok daha güçlü bir iletişim aracı olduğu için ayrı tutulmalı. Sanat üretimi yaparken benim amacım anlaşılmayan şeyler üretip kendimi “elit” bir konuma yerleştirmek değil; ne kadar yoğun bir biçimde insanlara dokunabilirsem, ulaşabilirsem o derece kendimi iyi hissediyorum. Fotoğraf ise, sanatla uğraşsın ya da uğraşmasın, birçok insanın kendini rahat hissettiği, yorum yapmak istediği ve hatta üretime geçmeye çok daha rahat ve çabuk bir şekilde yeltenebildiği bir kürsü. Bu yüzden, fotoğrafla daha rahat iletişim kurmak olası ve dolayısıyla kendini fotoğraf sanatçısı yerine salt fotoğrafçı olarak beyan etmek daha doğru.

OCÇ: Ben de BASE’deki konuşmamda vurguladığım bir noktayı tekrarlayacağım. İzleyicinin, karşısındaki yapıtın hangi yöntemle üretildiğine dair -doğru ya da yanlış- fikri, onu nasıl algıladığını belirliyor. Yani yapıtın fotoğraf mı, pentür mü, bilgisayarda üretilmiş bir modelleme mi ya da başka bir şey mi olduğuna dair bilgi izleyici deneyimini kökten değiştiriyor. Bu nedenle, ürettiğim yapıtın bir fotoğraf olduğu bilinsin istiyorum. Zira bu bilgi, aynı zamanda, bir zamanlar bir yerlerde böyle bir sahne gerçekleşti ve ben buna tanığım demek oluyor. Üstelik Murat’ın altını çizdiği gibi, fotoğrafın gündelik yaşamdaki ultra yaygın kullanımı nedeniyle izleyici fotografik görüntüyle daha hızlı ve daha güçlü bir bağ kuruyor, ima edilen gerçekliğe -eğer varsa- daha kolay ulaşıyor. Bunun olumlu ya da olumsuz olması ayrı bir konu tabii.

Fotoğrafın oldum olası sanatın genelinden ayrıştırılmasının nedenlerine gelince, ek olarak belki şunu söyleyebilirim: Fotoğraf şimdilik benzersiz biçimde çok işlevli bir disiplin. Şantaj için de, kimlik belgesi için de, laf olsun diye de üretilebiliyor. Aksi gibi bunların hepsi de birbirine benziyor. Muhtemelen bu nedenle çoğunluk tarafından hala banal bulunuyor. Bu nedenle kimileri “fotoğraf sanatçısı” kimliğini giymek istiyor.

Murat Germen, Dipsiz, Kopuk, 2017, 71.5 x 125 x 4 cm

Son olarak, fotoğrafın ekonomisinden bahsetmek istiyorum. Yurtdışıyla karşılaştırdığımızda fotoğraf koleksiyonlarının ve fotoğraf fiyatlarının seyri Türkiye'de ne durumda?

MG: İdeal şartlarda sanatın ekonomisinden ayrı tutulacak bir fotoğraf ekonomisinden bahsetmiyor olmamız gerekiyorsa da, fotoğrafın ısrarla istisnai tutulması nedeniyle ayrı olarak değerlendirmek gerekebiliyor. Gursky gibilerin fotoğraflarının bir edisyonunun bile milyonlarca dolara satılması ile fotoğrafın ekonomisi daha sıklıkla konuşulur, merak edilir hale geldi. Yurtdışında, özellikle de Batılı memleketlerde; sanat üretim, yönetim ve tüketimi devletle sermayenin el ele vererek doğru stratejilerle bütünleşik bir şekilde geliştirdiği, sürdürdüğü bir konumda. Bu sayede, devlet ve sermaye ekonomik kriz zamanlarında bile sanatı boşlamıyor. Türkiye’de ise, ya “Türkiye Sanatı’ndan çıktım artık, yabancı eser alıyorum şekerim!” tarzı sığ yaklaşımlara ya da resmi yapılanmaların sanatçılara destek olmak yerine köstek olması gibi durumlara sıklıkla şahit olabiliyoruz. Sen sanatçıdan eşantiyon niteliğinde 2-3 eser alıp bir daha kapısını çalmazsan; ekonomik şartlar bozulduğunda ise, aynı işler sarpa sarınca yurtdışına göç edenler gibi, yurtiçi üretime olan desteğini kesersen şikâyet etme hakkın doğmuyor! Bir yere gelinecekse uzun vadede el ele yürünmesi gerekiyor; kendi çabaları ile bir değer oluşturmaya çalışanlara geçici olarak eklemlenip sonra onları terk etmekle bir yere varılması imkânsız! Keza, devletin de sanatçıları bir tehdit olarak görmek ve lanse etmekten acilen vazgeçmesi gerekiyor…

OCÇ: Fotoğrafın paraya tahvil edilmesinin tek yolu eser satışı değil üstelik. Telif hakları konusu da çok büyük bir yara ve inanılmaz bir suistimal var. Küçük bütçelerle ya da kendisini başka alanlarda işler yaparak finanse etmeye çalışan bir sanatçıdan büyük işler yapmasını bekleyemezsiniz. Sponsor desteği de yok. Edward Burtynsky, Gregory Crewdson ya da aylarca, hem de bir ekiple, tek bir fotoğraf üzerinde çalışarak bir yandan da hayatta kalabilen Jeff Wall’ın işlerine bakarsanız ne demek istediğimi anlarsınız.

bottom of page