Herkesin bildiği, çok az kişinin konuştuğu sır
- Barış Acar
- 55 dakika önce
- 4 dakikada okunur
Ateş Alpar'ın İmkân ve İhtimal isimli kişisel sergisi Melih Aydemir ve Yıldız Öztürk küratörlüğünde 13 Mayıs - 5 Temmuz 2025 tarihleri arasında Depo'da gerçekleşiyor. Sergide yer alan Herkesin Bildiği Sır isimli yapıt üzerinden sanatın politikası üzerine düşünüyoruz
Yazı: Barış Acar

Ateş Alpar, Herkesin Bildiği Sır, 2025
Ateş Alpar'ın işlerini kendisi yola çıktığı ilk zamandan beri biliyorum. Çok zaman konuştuk onunla işleri üzerine ama sadece işleri üzerine değil dünyanın ve ülkenin ahvali üzerine de.
Kimi sanatçılar vardır, müzikte one-hit wonder diye tabir edilen, bir ya da iki hit yapıtıyla var olan/tanınan sanatçılar. Kültürümüzün süregiden pop karakteri içinde tek bir şarkısıyla popüler olmuş, "ortalığı kasıp kavurmuş", sonrasında ise kimsenin anımsamadığı ya da söz konusu parçadan yola çıkarak, "ha, şu şarkıyı yapan sanatçı mı?" diye tanıyabildiğimiz. Bunun plastik/görsel sanatlar camiamızda da epey bir karşılığı vardır. Ateş, onlardan biri değil. Hatta onu, sanatçı kimliğinin sanat yapıtının önünde olmasıyla tasvir edebilirim. Yine de bir çekinceyle; bu, adı yapıtının yerine geçmiş demek de değil. Mesela Sartre öyle bir sanatçıydı. Kimse yapıtını anımsamazken herkes ismini bilirdi. Elbette başka sebepleri var bunun ama bununla kastım parıldayan bir özne olmaktan başka bir sanatçı pozisyonu olması Ateş'in. Bunun, onun yaşadığı coğrafyadan devşirdigi politik karakterin sanatçı kimliğine tam anlamıyla sirayet etmesinden ileri geldiğini düşünüyorum.
Örneklerle ilerleyelim: Bizim ülkemizde ülkenin bitmek bilmeyen sosyal çalkantılarına sağır olmayan herkes, Selahattin Demirtaş'tan Can Atalay'a dek pek çok politik karakterin olduğu gibi, Osman Kavala'nın da, politikacı olmasa da, gayet politik sebeplerle içeride tutulduğunu bilir. Yine aynı şekilde, sanat alanına ya da entelektüel dünyaya öyle ya da böyle bulaşmış herkes Osman Kavala'nın İstanbul sokaklarında dolaşan resmini de bilir. Sanatçının biri, imza kampanyalarına katılmakla yetinmeyip içeride tutulması yılan hikâyesine dönmüş Osman Kavala'nın fotoğrafını sırtına yüklenip onu yıllardır uzakta kaldığı kentte sokak sokak gezdirmiştir. Bu performansın görselinde Kavala'nın yüzünü görürüz, sanatçının yüzünü görmeyiz. İşte, fotoğrafın arkasındaki o yüz, Ateş'in yüzüdür. Eylemini kendinin önünde tutan, onun sanat mı, eylem mi, bir öfkenin dışarı taşması mı, hüzünlü bir isyan mı ya da Metin Erksan'ın Susuz Yaz'ına dek geri götürebileceğimiz, ülkenin kendini tanıma biçimine yönelik semiyotik bir bellek kazısı mı olduğuna aldırmaksızın, sırf orada olması, bunu yapması gerektiğine inandığı için harekete geçen sanatçı Ateş Alper'dir. Benzer şekilde, sular altında bırakılan Hasankeyf'in kaydını tutmak için oradadır Ateş, Kürt illerindeki amansız terör sırasında oradadır, deprem ortalığı yıkıp geçerken oradadır, adaletsizliğe karşı protestolar başlar başlamaz oradadır. Her seferinde bir Magnum fotoğrafçısı telaşıyla, ateşin ortasında bulur kendini Ateş. Çünkü, yanmaktadır. Yanan onun etidir. Sanatçı pozisyonunun arkasına saklanmaz; orada bekleyemez. O kimlik sadece kimliklerinden biridir; bunu bilir. Bu yüzden onun temsil ettiği sanatçı pozisyonu, herhangi bir öznenin yüceltilmesini kapı dışarı eder; anonimleşir.

Ateş Alpar, Herkesin Bildiği Sır, detay, 2025
Depo'da açılan kişisel sergisini bilfiil gezip göremedim ama görüntülü görüşme aracılığıyla Ateş'le birlikte içinde dolaştım, yapıtlar üzerine sorular sordum, düşüncelerimi anlattım, katalog metinlerini dikkatle okudum. Mesafeden konuşacağım yine, "her konuşma mesafeden konuşmadır"a sığınarak. Haddimi fazla aşmadan, tek tek işlere gitmek yerine bir işe odaklanarak konuşacağım: Herkesin Bildiği Sır (2025) işi.
Ulus devletlerin kuruluşu genellikle belirli bir unutma/unutturma faaliyeti üzerinden biçimlenmiştir. Barış Ünlü, Türkiye’de her gence daha okul çağında okutulması gereken, Türklük Sözleşmesi (Dipnot, 2017) isimli kitabında “ulus” fikrinin kurucu düşünürlerinden olan Ernest Renan’ın “Unutmak, hatta tarihsel hata da diyebilirim, bir ulusun yaratılmasında çok önemli bir etkendir ve bu nedenle tarih araştırmalarındaki ilerlemeler genelde ulus için tehlikelidir. Tarih araştırmaları gerçekten de tüm siyasi oluşumların başlangıcında yaşanan şiddet olaylarını aydınlatır, tabii sonuçları bakımından çok yararlı olanlar da dahil.”[1] sözlerini bize hatırlatır. Ulus devletler, genellikle dinsel ortaklığa dayalı ümmet toplumları diyebileceğimiz yapılardan kendilerini ayırt ederken, yarattıkları “öteki”lerle bir karşıtlık üzerinden kendilerini tanımlamışlardır. Toplum içindeki bu ötekiler ya yokedilmiş ya göçe zorlanmış ya da asimilasyona uğramışlardır. Bunu yapmanın yegâne yolu da Renan’ın ustaca altını çizdiği gibi, “şiddet”tir. “Kurucu şiddet” olgusunu aklımızdan çıkartmadan unutulmadan bir sonraki aşamaya geçelim. Kendini yekpare bir bütün olarak gören ve ötekileri ancak bir düşman olarak tanıyan ya da hiç tanımayan bu kurgunun uluslarası bir tanımı da var: Whiteness/ Beyazlık. Yine Barış Ünlü’ye vereyim sözü: “Beyazların görme, düşünme, bilme, duygulanma ve algılama biçimleri; Beyaz olmayanlara karşı geliştirdikleri bilgisizlik, ilgisizlik ve duygusuzluk stratejileri ve çoğu zaman bilincinde olmadan faydalandıkları Beyazlık imtiyazları gibi Beyazların "en iyileri"nde dahi görülebilen, dolayısıyla doğrudan ırkçılık nosyonuyla açıklanamayan Beyazlık fenomenleri”[2] bu kavramlaştırmanın yöneldiği çalışma sahasını tanımlıyor.
Türkiye’de Kürtler, Ermeniler, Aleviler, Rumlar, Yahudiler, Süryaniler, Lazlar... (liste böyle uzayıp gider) çok uzun yıllar boyu Beyazlık’ın (bizim çerçevemizde bir ideoloji olarak Türklük’ün elbette) mağdurları olarak ne kendilerini tanımlayabildiler ne de bu tanım çerçevesinde özgürce üretimde bulunabildiler. Bunun, hadi popüler bir simgeden yola çıkalım, sürgünde ölen Ahmet Kaya’dan Karadeniz’in kaybolan dillerine kadar binlerce acı öyküsü var, biliyoruz.
Herkesin Bildiği Sır işte bu.
Paslanmış metal yüzeye oyulmuş, yüzeyin rengini aldığından görünmez olmuş ama orada olduğunu unutamayacağımız gerçek. Çerçeve metal, kanvas metal, harfler metal... O eski, tarih olmuş, pas tutmuş gerçeklik çok ağır. Hesabını vermek çok zor. Bir tek, gölge metal değil. Harfleri okumamızı sağlayan gölge bir ışığı oraya düşürmek gerekliliğini işaret ediyor bize. Işığın perspektifi sanatçının perspektifi kaçınılmaz olarak. Ancak tek başına ışığı düşürmek koca bir tarihin suçlarına yetmeyecek. Altını çizmek gerekiyor. Onu da gölge yapıyor yapıtta. İncecik bir başka gölge altını çiziyor harflerin: Herkesin Bildiği Sır. Metal yüzeyin önüne yerleştirilmiş cam bölmeden geliyor bu çizgiyi oluşturan gölge. Ben orada Ateş’in izini görebiliyorum. Işığı/projeksiyonu oraya çevirmek yetmiyor; o acıtan yeri unutturmamak gerektiğini de biliyor. O yüzden korumaya çalışıyor tarihin tanıklığını; belgeliyor, koruma altına alıyor, arşivliyor. Bu koruma ediminin kendisi (yarıya kadar yükselebilmiş cam) gölgesiyle altını çiziyor hakikatin.

Ateş Alpar, Helikopterden Bir Nokta Atıldı, 2025
Ateş Alpar’ın sergisi, iyi bir örnek olmayacak ama karşılaştırmaktan kendimi alıkoyamıyorum, Ahmet Güneştekin’in sergisiyle yan yana konduğunda sanatın nerede ve nasıl konumlandığını, onun politikayla ilişkisinin ne olduğunu muazzam bir biçimde gösteriyor bize: Büyük büyük konuşmak, onlarca, yüzlerce nesneyi kendi amacına zorlamak yerine bir insan yüzü, arkada bırakılmış bir boşluk, bir satır yazı, altına düşürülmüş bir ince gölge, bir duvarın iskeleti, prizine ulaşmayan dalgıçlar, rengini kaybetmiş hediyelik eşyalar, küçük bir salonda ama doğru yerde – Depo’da konumlanmış bir salonda, doğru zamanda – direnişin bir zorunluluk olduğu içinden geçtiğimiz günlerde, doğru sözle – barışın konuşulmasına bir kez daha vesile olarak bir araya geliyor.
Politik sanat yoktur; sanatın politikası vardır ama bazen onu bulmak için hayatınızı ortaya koymanız gerekir. Ateş’in cesareti o cesaret.