top of page

Hayatın taşınamaz yükleri


Ferhat Özgür’ün küratörlüğünde 28 Nisan’a dek Elgiz Müzesi’nde devam eden Demirden halkalar gökyüzünde eridi sergisinde dokuz sanatçı içinde bulunduğumuz toplumsal gerçekliği yorumluyor. Adını Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway yapıtındaki bir cümleden alan serginin detaylarını Ferhat Özgür’den dinledik

Ferhat Özgür, Fotoğraf: Sıtkı Kösemen

Sanatçı ve akademisyen Ferhat Özgür’ün küratörlüğünü üstlendiği Demirden halkalar gökyüzünde eridi adlı sergi Elgiz Müzesi’nin üst katındaki mezzanine alanında devam ediyor. Başlığını edebiyat tarihinin ve feminist hareketin önemli temsilcilerinden Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway yapıtında karakterler ve bakış açıları arasında bağlantı kurmak için sıkça kullanılan bir cümleden alan sergide farklı kuşaktan sanatçılar içinde yaşadığımız toplumsal gerçekliğe, kültürel ve politik gelişmelere öznel yorumlar getiriyorlar. Sergi, kamuyu dışarıdan içeriye taşıyan bir tavırla izleyiciyi, belki de içerinin sunduğu güvence ile gerçekliği yeniden anlamlandırmaya çağırıyor. Avusturya Kültür Ofisi işbirliğiyle düzenlenen sergide Kezban Arca Batıbeki, Tanja Boukal, Sefa Çakır, Fatma Çakmak, Ahmet Elhan, Seda Oturmak, Chulayarnnon Siriphol, Güneş Terkol ve Ezgi Tok’un resimden, yerleştirme, video ve fotoğrafa uzanan mecralardaki yapıtları yer alıyor.

Soldan sağa; Seda Oturmak, Güneş Terkol, Chulayarnnon Siriphol

Sergiye adını veren Mrs. Dalloway romanının başlangıcında Londra sokaklarında dolaşmakta olan ana karakterin zihninden geçenler aktarılıyor. Romanda yürümek ve yürürken düşünmek ile ilgili açık vurgular var.

Yürümeyi bir çalışma ve düşünme biçimi olarak görüyorum. Yürümek bir enerji salınımı, bir form tasarlama, bir yoğunluk oluşturma bağlamında yegâne yaratım biçimi olarak düşünülebilir. Benim de bir iş veya sergi tasarlarken çalışma şeklim Virginia Woolf’unki gibi. Avusturya modern edebiyatının en ünlü karakterlerinden Peter Handke de romanlarını aslında yürürken yazıyor. Orhan Pamuk da öyle. Yürüyerek iş tasarlama, hatta yürümeyi yaratıcılığın kendisi olarak görme deneyimini, atölyesine tebeşirle bir dikdörtgen çizip, gün boyu onun çevresinde dolanan Bruce Nauman’ın performansına kadar götürebiliriz.

Yürümek doğrudan kamusal mekândaki varlığımız ile ilişkili bir eylem. Sergiyi bu bağlantı üzerinden de düşünebilir miyiz?

Kamusallığı dışarıda yürüme ve dışarıya bakma bağlamında düşünürsek bu, sergi için çok iddialı bir sözcük olabilir çünkü kamusal bir proje yapmıyoruz, sergi iç mekânda geçiyor. Ancak işlerin içeriklerine baktığımızda, örneğin Fatma Çakmak’ın savaş ve askerlik imajlarını içeren kağıt üzerine çalışmalarından başlayıp oradan Tanja Boukal’ın savaşan kadın kahramanlarını, Güneş Terkol’un İstanbul’a göç etmiş farklı sosyal zeminlerden gelen kadınlarla yaptığı müşterek çalışmalarını düşündüğümüzde görüyoruz ki kamusal meseleler dışarıdan içeriye taşınmış. Yürümek de kamusallığa göndermede bulunan bir eylem olmamakla birlikte, sergide bir metafor gibi dolaşıyor diyebiliriz.

Sefa Çakır

Son yıllarda yürüme eyleminin politik bir eylem olduğu fikri tartışılıyor. Farklı kimliklerin yaşam alanlarının giderek daraldığı bir dönem ve coğrafyada olduğumuzu düşünürsek, sergide politik bir yönelimden söz edebilir miyiz?

İşleri seçerken doğrudan kamusallık fikrinden yola çıkmasam da herhalde kişisel sanatsal çalışmalarımda da ağırlıklı olarak benimsediğim bir ruh halinin baskın geldiğini ve ortaya politik bileşimler çıktığını fark ettim. Sergiye işler doğrultusunda bakarsak buradaki siyaset daha iyi anlaşılabilir. Fatma Çakmak’ın İnternet’ten topladığı anonim, yoruma açık savaş ve asker görüntülerine müdahale ederek onları değiştirmesi ve herkese ait bir aile albümü oluşturması… Büyük bir görsel arkeoloji denebilecek çalışmada zamansız, mekânsız, künyesiz bu fotoğraflar her dönemin siyasetini, politikasını ve içinden bir türlü çıkamadığımız savaş durumumuzu özetliyor. Bununla bağlantılı olarak Sefa Çakır’ın işlerinde de İnternet’ten, anonim görüntüler kullanarak oluşturulan, mültecilerin, sığınmacıların, savaş kurbanlarının toplu portrelerini görüyoruz. Tanja Boukal’a baktığımızda başta tipik monokrom tuvaller gibi görünen yüzeyler, siz sağa sola hareket ettikçe savaşan kadın kahramanların portrelerine dönüşüyor. Son derece gaddar, gururlu ve acımasız karakterler bunlar. Benzer şekilde Güneş Terkol’un da müşterek çalışmalardan ortaya çıkardığı pankartları, içinden geçtiğimiz toplumsal gerçekliğin bir özeti gibi. Bu pankartlarda müşterekliğin ve ortak hareketin acıların çözümünde ilaç olabileceğine ilişkin iyimser bir mesaj da var. Seda Oturmak’ın bir koltuğa sığamayan bürokratlarında da siyaset ciddi bir ironi ile gösteriliyor.

Öte yandan, Ahmet Elhan devamlı kamusal alanda keşiflere çıkıyor, yürüyerek tasarlıyor ve notlar alıyor. Sergideki bu küçük keşif yolculuklarında, çok farklı mekân ve zamanlarda çekilmiş minik kadrajlar birleşerek ortaya belirsiz, tanımı olmayan bir coğrafya çıkarıyor. Bu yer tasarımları bakıldığında çok şık görünüyor ama aslında çok klostrofobik, çok depresif ve umutsuz peyzajlar. Bu anlamda Elhan’ın duruşu da politik.

Taylandlı sanatçı Chulayarnnon Siriphol’ün videosunda ise yürümek meditatif bir eylem. Videoda günlük hayatın akışında herkes bir şeylere yetişmeye çalışırken bir keşiş yavaş yavaş yürüyor ve bir motosikletli gruba ulaşıyor. Birlikte gitar çalıyor ve bir motor yolculuğuna çıkıyorlar. Bir ormana geldikleri noktada fark ediyorlar ki keşiş ile bu gruptan birisi arasında bir aşk başlamış. İki çatışmalı kişilik, iki uyuşmaz kültür olarak düşüneceğimiz bir durum olmasına rağmen bir keşiş ile asi bir motosikletçi arasında bir aşkın mümkün olabileceği mesajını veriliyor.

Soldan sağa; Tanja Boukal, Chulayarnnon Siriphol, Ezgi Tok

Sergide Siriphol’ün videosunda olduğu gibi kimlik kavramıyla bağlantılı birçok ipucu seziliyor. Bunu serginin başlığı olan “Demirden halkalar gökyüzünde eridi.” cümlesiyle birlikte düşününce, erimek eylemi ve demir gibi sert bir maddenin çözünmesi, iç içe geçmesi bana kimliklerin arasındaki sınırların muğlaklaşması fikrini çağrıştırdı. Sergide böyle bir bağlantı kurabilir miyiz?

Siriphol’un videosu, az önce de bahsettiğimiz gibi farklı kimliklerin birlikte var olabileceği üzerine bir vurgu. Virginia Woolf'un Mrs.Dalloway romanından beslenen Saatler (2003) filmi de üç farklı zaman diliminde yaşayan üç farklı kimlik arasındaki geçişkenlikler üzerine kuruludur. Nicole Kidman Virginia Woolf’u temsil eder. Ceplerine koyduğu taşlarla Ouse nehrine doğru intihar için yürüyüştedir. Nihan Ölmez’in çözümlemesiyle üç kadın farklı zamanlarda, farklı günlere uyanıyorlar. Farklı ama bir biçimde de aynı günlere… Biri psikolojik rahatsızlıklar ve buhranlarla geçmekte olan, katlanılması zor hayatının onu en sonunda getirdiği mecburi inziva köşesinde yeni bir başlangıca, yeni bir hikayeye adım atmaya hazırlanmaktadır, yeni başladığı kitabıyla. Yani Woolf Mrs. Dalloway’i yazmaktadır. 1950’lerde bu kitabı okuyan Laura Brown (Julian Moore) ise kendi iç çatışmalarıyla, cinsel karmaşalarıyla ve kaçıp kurtulma isteğiyle boğuşmaktadır. 2000’li yıllardaki üçüncü karakter Clarisa Vaughan (Merly Streep) ise ölmek üzere olan eski sevgilisinin onuruna bir davet vermek için hazırlıklarına koyulmuştur. Bu üç farklı karakterin tek ortak noktası aralarındaki yıllara rağmen, bir şekilde aynı hikayenin içinde var olmalarıdır. Öyle ki bu üç kadından birinin yazdığı kitabı bir diğeri okumakta, diğeri ise o kitabın ta kendisi olmaktadır. Sorunuzda yer alan, kimlikler arasındaki sınırların muğlaklaşması fikrinden bu sonuca varıyorum. Demir, hayatımızın taşınamaz yüklerini imliyor.

Bu aynı zamanda da karakterleri ve olayları birbirine bağlayan bir cümle. Bunu bir sergi başlığı haline getirmeye nasıl karar verdiniz?

Filmi izlerken ve romanı okurken bu cümle zihnime takıldı. Çok güçlü bir metafor. 2008’den beri kafamda onu bir serginin başlığı olarak düşünüyordum. Bu sergiyi de kısa bir süre içinde ortaya çıkardık çünkü serginin altyapısı kafamda zaten hazırdı. Sadece sanatçıları ve işlerini belirlemek gerekiyordu. Romanın çeşitli çözümlemelerinde, bu cümlenin hikayede, Woolf’un da temsil ettiği bilinç akışı tekniğinin sonucunda, karakterler arasında bir bağ işlevi gördüğü sıklıkla belirtiliyordu. Benzer biçimde de, sergide hem genç hem de daha deneyimli sanatçıları bir araya getirdiğimiz bir ilişkilendirme söz konusu. Aynı zamanda da sergi başlığı aracılığıyla insanların dikkatini Woolf’un bu önemli yapıtına yeniden çekmek istedik.

Ezgi Tok

Kezban Arca Batıbeki’nin 80’lerden beri kitsch objelerle ve kadına dair eleştiriler dile getirdiği yerleştirmeleri geçen zamana rağmen güncelliğini kaybetmediğini söylemek gerej. Ezgi Tok’un yapıtı da zaman kavramı üzerine düşünen bir yerleştirme. Bunlara paralel olarak sergide zaman ile ilgili nasıl bir anlayış görebiliriz?

Kezban’ın sergide yer alan işi 2000’lerde yapıldı. Kezban kitsch kavramını benimsetti bize. Annesinden ona geçen arşivci bir yanı var, arzu objelerine, kitsch objelere ilgi duyuyor. Bazen yirmi yıl önce dokunduğumuz bir dergiyle, dokunduğumuz bir kumaşla yeniden karşılaştığımızda bambaşka bir duygu hissederiz. Unutmuş olduğumuzu sanırız ama tekrar karşımıza çıktığında o zamanki tazeliği hissederiz. Sergide oluşturduğu kafes yerleştirmesinde de bu duygularla karşılaşıyoruz. Ezgi Tok'un video yerleştirmesi Deleuze'un Bergsoncu iki farklı zaman algısına yaslanıyor: Dış dünyaya ait olması, ölçülebilmesi itibariyle homojen olan zaman ile insanın içsel yaşantısına ve bilincine özgü heterojen zaman. Ona göre, saat sadece mekândaki zamanı ölçer, gerçek zaman yani süre geçmişin sürekli olarak ‘şimdiki an’a katılmasıdır, bir anlamda çokluk ve birliktir. Ezgi insandan bağımsız akan ve insanın içinde hissettiği zamanı aynı platformda ele alıyor. Onun bu farklı zaman çakıştırma denemesi bana Saatler filmindeki üç zamanın üst üste geldiği kurguyu hatırlatmıştı.

Soldan sağa; Kezban Arca Batıbeki, Fatma Çakmak

1925’te yayınlanmış feminist bir metnin kadın sorunlarının gündemden inmediği 2000’ler Türkiyesinde tekrar gündeme gelmesi çok değerli. Bu anlamda sergide feminist bir tutum benimseyen veya cinsiyet kavramı üzerine düşünen yapıtlar var mı?

Tam anlamıyla feminist bir tutum olarak değil ama kadına biçilen roller bağlamında çeşitli sorunları dile getiren sanatçılar var. Örneğin cinsiyet temasını Tanja Boukal’in erkekleşmiş kadınları görünür kıldığı işlerinde görüyoruz. Burada cinsiyet rollerinde bir sapma söz konusu: Savaşan kadın imgesi kadınsı bir uğraş olan dokuma tekniği ile yansıtılmış. Malzeme ve mesele arasında ilginç bir ilişki var. Güneş Terkol da göçmen kadınlarla ilgili konuları patchwork (yama işi) ile dile getiriyor. Fatma Çakmak da çok erkeksi bir tınısı olan savaşı bir kadın gözüyle irdeliyor. Seda Oturmak erkek figürler kullanarak bir kadın gözüyle bürokrasiyi eleştiriyor, erkeklerin iktidar sevdasına ironik bir bakış getiriyor. Kezban Arca Batıbeki’nin işine bakarsak o da tasarladığı ‘kendine ait bir oda’ ya da kafes içinde hapsolmuş bir kadını hatırlatmasıyla tabii ki feminist bir duruş sergiliyor.

Woolf’dan hareketle bir sergi yapacaksak katılımcıların çoğunluğunu kadınlar oluştursun dedik. Bu anlamda feminist hareketten yana durduğumu sanatçı sayısındaki tercihle göstermiş oldum. Dokuz sanatçıdan sadece üçü erkek. Onların bakış açısından gerçekliği daha farklı görüyoruz, bu anlamda kadınlara ihtiyacımız var.

Güneş Terkol

Tanja Boukal’deki dokuma, dikiş, nakış teknikleri Güneş Terkol’un pratiğinde de var. Bunlar aklıma feminist sanatla ilişkili Arts and Crafts hareketini (sanat ve el sanatları hareketi) getiriyor.

Güneş’in işlerini o yüzden beğenerek izliyordum. Onun patchwork (yama işi) işleri çocuksu ve maharet gösterisi yapmıyor. Bir duvara iki saatte kimse görmeden çiziktirilmiş graffiti’ler gibi figürleri var. Onları çarpıcı kılan da oradaki naif duruş, makinenin, iğnenin ipliğin seni yönlendirdiği doğal akış. Aynı zamanda bize sanat ve zanaat ya da el sanatları arasındaki sınırların tümüyle geçersiz olduğunu da söylüyor. Eskiden bize bunun tam tersi öğretilirdi ama benim için her zaman zanaat de sanat kadar güçlüdür. Güneş’in işlerinden dört tane koyarak biraz da bunu kanıtlamak istedik açıkçası.

All rights reserved. Unlimited Publications.

Meşrutiyet Caddesi No: 67 Kat: 1 Beyoğlu İstanbul Turkey

Follow us

  • Black Instagram Icon
bottom of page