top of page

Hangi zamanın peşindesin?

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kült eseri Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Serkan Keskin’in performansıyla çağdaş bir uyarlama olarak izleyiciyle buluşuyor. Serdar Biliş yönetmenliğinde hayata geçen oyunu değerlendirdik


Yazı: Meltem Ersoy

Fotoğraflar: Ali Güler


Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Yazan: Ahmet Hamdi Tanpınar, Yöneten ve Uyarlayan: Serdar Biliş, Sahne ve Kostüm Tasarımı: Gamze Kuş, Görüntü Yönetmeni: Ahmet Sesigürgil, Müzik: Tuluğ Tırpan, Multimedya Tasarım ve Prodüksiyon: Illusionist, Işık Tasarımı: Cem Yılmazer, Ses Tasarım: Barış Hamarat, Yardımcı Yönetmen: Serin Öztoprak, Metin Düzenleme: Ülkü Oktay, Yapım: Saatler Kolektif


Saatleri Ayarlama Enstitüsü, 12 Nisan’da, tiyatro sezonunun sonuna doğru da olsa en merak uyandıran oyunlarından biri olarak sahnelerde yerini aldı. Yaklaşık bir ay sonraki galasının ardından, Haziran başında kapalı gişe bir gösteriyle sezonu kapattı. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın önce 20 Haziran-30 Eylül 1954 arasında tefrika halinde yayınladığı, 1961’de de roman olarak basılan eseri, bu sefer ete kemiğe bürünmüş olarak karşımıza çıktı. Edebiyatımızın bugün en tanınan karakterlerinden biri olan Hayri İrdal, uzun yıllar hak ettiği ilgiyi görmemiş bir romanın kahramanı, ya da anti-kahramanıydı. Oyun Uniq İstanbul’daki ilk gösterilerinden sonra Zorlu PSM’yi de doldurarak önümüzdeki sezonda önceden plan yapılıp bilet alınması gereken oyunlardan biri olacağını belli etti.


Mart ayında, sanatçılar ve yapımcılardan oluşan çok ortaklı bir topluluk olan Saatler Kolektif oyunun duyurusunu yapmıştı. İlk gösterisiyle beraber ses getirmeye başladı. Gala akşamı bir tiyatro oyununda alışık olmadığım tür bir kalabalığı çekmişti. Tiyatroda karşılaşmaya alışık olmadığım şeyi bir ünlü akını olarak tanımlayabilirim sanırım. Oyunun sonundaki coşkulu alkışı Serkan Keskin’in emeği geçenlere teşekkür edip onları sahneye davet ettiği konuşması izledi. Çıkışında da seyircilerin ellerindeki ufak mikrofona yaptıkları heyecanlı yorumlarının yanından geçerek salondan ayrıldım.


Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Yazan: Ahmet Hamdi Tanpınar, Yöneten ve Uyarlayan: Serdar Biliş, Sahne ve Kostüm Tasarımı: Gamze Kuş, Görüntü Yönetmeni: Ahmet Sesigürgil, Müzik: Tuluğ Tırpan, Multimedya Tasarım ve Prodüksiyon: Illusionist, Işık Tasarımı: Cem Yılmazer, Ses Tasarım: Barış Hamarat, Yardımcı Yönetmen: Serin Öztoprak, Metin Düzenleme: Ülkü Oktay, Yapım: Saatler Kolektif



Oyunda, karakterlerin tümünü, romanı da ilk ağızdan anlatan baş karakter canlandırıyor. Yöneten ve uyarlayan Serdar Biliş bu seçimini şöyle anlatıyor: “Her şey Hayri İrdal’ın zihninde olup bitiyor denebilir. Hem bireysel hem toplumsal anlamda kimlik bunalımına düşüldüğü bir zamanda bütün o şahsiyetleri kendi bedeninde, kendi sesinde, kendi zihninde tekrar var ederek, hatırlayarak kim olduğunun saatini kurmaya çalışıyor sanki. Onun için bunu hep bir kişi olarak hayal ettim. Bu, bir oyuncunun bir sürü karakteri canlandırmasından öte bence bir sürü karakterin o oyuncuda canlanması hali.”


Hayri İrdal’ın kendi sözleriyle de “Ben yıllarca bu adamların arasında, onların rüyaları için yaşadım. Zaman zaman onların kılıklarına girdim, mizaçlarını benimsedim. Hiç farkında olmadan bazen Nuri Efendi, bazen Lütfullah veya Abdüsselam Bey oldum. Onlar benim örneklerim, farkında olmadan yüzümde bulduğum maskelerimdi.”


Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Yazan: Ahmet Hamdi Tanpınar, Yöneten ve Uyarlayan: Serdar Biliş, Sahne ve Kostüm Tasarımı: Gamze Kuş, Görüntü Yönetmeni: Ahmet Sesigürgil, Müzik: Tuluğ Tırpan, Multimedya Tasarım ve Prodüksiyon: Illusionist, Işık Tasarımı: Cem Yılmazer, Ses Tasarım: Barış Hamarat, Yardımcı Yönetmen: Serin Öztoprak, Metin Düzenleme: Ülkü Oktay, Yapım: Saatler Kolektif


Keskin, oyunda sanıyorum yirminin üzerinde karakteri canlandırıyor. Tek perde olan oyunda tüm karakterler kostüm değişiklikleriyle sahneye taşınırken oyundaki diyaloglar ve kalabalık sahneler Ahmet Sesigürgil’in çekmiş olduğu videolarla destekleniyor. Romanın ilk sayfalarında İrdal diyor ki: “Yeni bir elbise giyen adam az çok benliğinin dışına çıkmışa benzer: Kendinden uzaklaşmak, ona bir değişikliğin arasından bakmak ihtiyacı, yahut ‘Ben artık bir başkasıyım! diyebilmek saadeti.” Biz de onunla beraber, farklı karakterlere inanarak ama onun süzgecinden izlediğimiz bir yolculuğa çıkıyoruz.


Büyük bir oval ekranda izlediğimiz sahnelerin içinden çıkan karakterlerden biri videodakilerle etkileşim halinde canlı oynanırken, raylı sistemle dekor farklı zaman ve mekânları oluşturuyor. Ekran bir hafıza küresi gibi çalışırken, Harry Potter’ın düşünselini andırıyor, sahnelerin mürekkeplerinin dağılarak yok olmasıyla geçişler sağlanıyor. Hayri’nin çocukluğundan bugüne ona yön veren insanları ve olayları izliyoruz.


Hayri İrdal’ın anılarını, sahnede bire bir Tanpınar’ın cümleleriyle deneyimliyoruz. Bu bana göre oyunun en değerli yanlarından. Tanpınar’ın sözlerinin günümüz insanıyla, seyircisiyle buluşması bir yandan atmosferi kurarken, bir yandan da geçmişle, kim olduğumuzla, sorgulayan, bocalayan ve çokça kendimize benzetebileceğimiz yönleri, çelişkileri olan bir karakterle ilişki kurmamıza imkân veriyor. Bir nevi köprü görevi üstlenmiş oluyor.


Hikâye, 19. yüzyılın sonuyla 1950’lerin ortası arasında geçiyor. Yazarın yaşamıyla örtüşürken bu kısa sayılabilecek zamanda ülke malum pek çok dönüşüm geçiriyor. Dönüşümlere yabancı olmayan bir ülke olsak da bu kendimize yabancılaşmaya ve anlam kaybı yaşamaya engel olmuyor. Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Abdülhamit’in meşhur saat kuleleriyle de aynı zamanda yola çıkıyor. Modern devlete yaklaşmanın, insanlara sembollerle ve farklı araçlarla görünür olmanın ve gücünü hissettirmenin, dünyanın gidişatına ayak uydurmanın ve dağılmayı engellemenin hedeflendiği bir dönemde tepeden giydirilen değişimlerle beraber zamanla uyuşamama tarihimizin bir kısmı da yazılmış oluyor. Saatlerin ayarsızlığı ve ortak bir zamanda hareket etmemelerini mesele yaparak kurulan bir enstitünün tarihini, İrdal’ın kişisel hayat hikâyesinin içine yerleştiriyor.


Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Yazan: Ahmet Hamdi Tanpınar, Yöneten ve Uyarlayan: Serdar Biliş, Sahne ve Kostüm Tasarımı: Gamze Kuş, Görüntü Yönetmeni: Ahmet Sesigürgil, Müzik: Tuluğ Tırpan, Multimedya Tasarım ve Prodüksiyon: Illusionist, Işık Tasarımı: Cem Yılmazer, Ses Tasarım: Barış Hamarat, Yardımcı Yönetmen: Serin Öztoprak, Metin Düzenleme: Ülkü Oktay, Yapım: Saatler Kolektif


Tanpınar, bir söyleşide İrdal’ı nasıl bulduğu sorulduğunda şöyle cevaplıyor: “Bulmadım, kendi geldi. Şehir saatlerinin birbirini tutmaması yüzünden vapuru kaçırdığım bir günde Kadıköy iskelesinin saatinin altında birdenbire onunla karşılaştım.” (Necip Tosun, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü: Bir Tahlil)


Günümüzde, Tanpınar en azından akademik olarak, değeri teslim edilmiş, üzerine tezler yazılan, araştırmalar yapılan bir yazar. Romanı okurken bir yandan yazarın ifade maharetine hayran olur, nüktedan anlatımına zaman zaman sesli gülerken, herkese mutlaka okutulması gerektiği fikri zihnimde dolanıp duruyor. Toplumu, toplulukları, değişimleri, bireyleri böyle net ama keskin olmayan bir yerden anlatan Tanpınar, okuyabileceğimiz belki de bir anlamda en güzel tarih kitaplarından birine imza atmış oluyor. Okullarda öğretilen ve oldukça hacimli olan tarihimiz, seçilmiş bir bakış açısıyla anlatılan, ardarda dizilen olayların ezberlenmesi yoluyla karşılaştığımız, özellikle üzerine eğilmediysek çok da idrakine uğraşmadığımız bir alan. Üzerine ne çok yüzeysel tartışma dönüyor halbuki. İnsanı ve kendimizi anlamak için belki de muhtaç olduğumuz bir şeyken elle tutması, kavraması, farklı açılardan bakması, analitik ve eleştirel bir yerden yaklaşması ciddi mesai istiyor ve bu anlamda oldukça zor da denebilir. Toplumun siyasetle beraber dönüşümlerini muazzam anlatan bir roman bu. Neyi anlattığı üzerine de elbette pek çok yazı bulunuyor. Modernleşme ve bürokrasi en çok zikredilenlerden.


Değeri teslim edilmiş olsa da okunma oranının yüksekliğinden şüpheliyim. Yukarıda alıntıladığım tahlil kitabını ararken son dönemde çok büyümüş olan bir kitapçının çalışanı, Tanpınar’ın da hiç sorulmadığından, oysa herkese okutulması gerektiğini düşündüğünden dem vurdu. Bu bizi temsili bir sonuca götürmeyebilir, ama değerli bir izlenim. Oradan çıkınca yan taraftaki, sorunlu bir satışla ne olduğu belli olmayan bir hale bürünen eski popüler kitapçılardan birinin önünde uzun bir kuyrukla karşılaşıyorum. Ellerinde plaklarla, masada oturan dört kişilik genç bir müzik grubundan imza almak için bekliyorlar. Kendilerine hitap eden bir şey bulduklarında gençler peşine düşüyor elbette, ama içinde bulunduğumuz sosyal medya dönemi farklı bir gerçeklik dayatıyor. Bu durumda belki bu eserleri nasıl daha ulaşılabilir ve ilgi çekici kılabileceğimiz üzerine düşünmek gerekiyor. Romandaki eski kelimelerin sayfa altına açıklamalarının yazılması bile çok işe yarayabilir örneğin, ki sanırım böyle bir çalışma düşünülüyormuş. Oyunun en önemli katkılarından birinin de romanı popüler algıya görünür hale getirmesi olabileceğini düşünüyorum.


Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Yazan: Ahmet Hamdi Tanpınar, Yöneten ve Uyarlayan: Serdar Biliş, Sahne ve Kostüm Tasarımı: Gamze Kuş, Görüntü Yönetmeni: Ahmet Sesigürgil, Müzik: Tuluğ Tırpan, Multimedya Tasarım ve Prodüksiyon: Illusionist, Işık Tasarımı: Cem Yılmazer, Ses Tasarım: Barış Hamarat, Yardımcı Yönetmen: Serin Öztoprak, Metin Düzenleme: Ülkü Oktay, Yapım: Saatler Kolektif


Serdar Biliş, bu konuyu şöyle aktarıyor: “Romanı daha önce okumamış olanlara da oyunun etki ettiğini, gerçekten derin bir yerden yakaladığını çok duyuyorum. Demek ki bugünkü seyircisiyle de, cümleleriyle, edebiyatıyla, imgeleriyle, kendi zamanıyla bir ilişki kuruyor. Kavisli, dolambaçlı cümlelere biraz uzak kaldığımız bir dönemde bize başka bir zamanı hatırlatıyor. Modern zaman, ekonomi, vs., akıllı saatler içerisinde sıkışmış ruhlarımıza ferahlık getirdiğini de düşünüyorum. Genç nesil yabancılaşıyor tabii bu cümlelere. Bu kadar hızlı yabancılaşmak acı verici. Oyunu izleyip tekrar romana dönecek olan, okumak isteyen bir sürü insana da şahit oldum, o da güzel bir şey bence.”


Yabancılaşma zaten sosyolojinin de doğmasına sebep olan meselelerden. Sanayileşen toplumların yarattığı değişimlerde bocalayan birey, oluşan dönüşümler üzerine yazılan teoriler bazı anlamlarda hâlâ geçerli. Saatleri Ayarlama Enstitüsü de Osmanlı’da, Türkiye’de tepeden inen bazı değişimlerin tam üste giyilememesi, içselleştirilememesi, tayin edilen yönün hızla benimsenmesi beklentisi karşısında daha dengeli durmaya çalışırken kaybolan ve ıstırap çeken bireylerin hikâyesi. Burada da zaman işin içine giriyor tabii, modernleşme düşüncesinin lineer ilerleyen zamanına karşıt kalan döngüsel zaman, bir işe yaradıkça önemli ve yararlı sayılan birey, kendi etrafında kendi çevresinde de tam kabul göremeyen bir Tanpınar’la iç içe örülüyor. Yazar bu kutuplaşmanın neresine düşüyor, belki de eleştirel ve analitik bakışı tam olarak benimsenmemesinin sebebi olmaya devam ediyor.


Orhan Pamuk, bir yazısında yazarı “kendi bilgisinin sınırlarından fazlasıyla kuşkulu, toplum hakkında vereceği yargılarda dikkatli, medeniyet değiştirmenin bütün sorunlarıyla kafası bulanıklaşmış, kendi kırılganlığının farkında ve belki de bu kırılganlıktan estetik tatlar alan” biri olarak tanımlıyor.


Biliş’e neden özellikle bu eseri oyunlaştırmak istediğini ve Tanpınar’ın zaman algısının nasıl bir gerçeklik okuması sunduğunu sorduğumda, “Sevdiğim, keyif alarak okuduğum bir eser olmasının dışında, biraz da o zamansızlık galiba. Tanpınar, yekpare bir zaman peşinden koşuyor, fakat geçmiş ve gelecek arasında bir sürtüşme içerisinde. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e dönüşen kavramlar, bilinçler, gelecek tahayyülü, dönüşen değişen insan. Mübarek’e diyor ya, hangi zamanın peşindesin? Hangi zamanı sayıklıyorsun? Hangi zamanda olduğunu artık tam olarak kestiremeyen bir insanın ısrarla, inatla bir şekilde saatini ayarlama isteği. O zamansızlık içerisinde bir absürdite. Teatral olarak bu çok keyifli. Basit bir hicive indirgenemeyecek kadar da derinlikli. İki yakasını bir araya getirmeye çalıştığı kültürlerle beraber, mizahla hüznü enteresan bir potada eritiyor. Dramanın kendi içerisinde böyle bir zaman ve mekan yakalamış olması çok ilgimi çekiyor. Zaman içinde hissetmek, yabancılaşmamak isterken sorgulamaya başlıyor. Huzursuzluk sarıyor karakterlerini. Hollanda’dan gelen gazeteci Hayri’nin ailesini davet edip bisiklete bineriz deyince, biz hepimiz atlı karıncadayız diyor. Neden sonuç ilişkilerinin çok daha karmaşık olduğunu ima ediyor. Halit Ayarcı’nın zamanı tarifleyişi çok daha fonksiyonel, çıkarcı, pragmatikken Tanpınar’ın özlemini çektiği zaman, duyumsadığımız, idrak edebildiğimiz, tecrübe edilen bir zaman."


Saatleri Ayarlama Enstitüsü, bir bölümde detaylı olarak bürokrasiyi konu ediyor gibi görünse de, ondan ziyade, dünyada ve siyasette oluşan ve topluma olduğu gibi giydirilmesi beklenen değişimler sonucunda tek tipleştirilen insan, içi boşaltılan kurum ve kişilerin ve bunların yarattığı çelişkilerin romanı. Örneğin Hayri’nin ilk evliliğini yaptığı aile, Abdüsselam Bey’in konağından kalanlar, imparatorluk dönemini, dağılmasını anlatırken sonradan yalnızlığa düşen evin babası, o dönemin bireyine ayna tutuyor. Sürekli anlam kaybı yaşayan ve hem nereye ait olduğunu bilemeyen hem kendini tanımlayamayan hem çağa ayak uyduramayan bir adam, açmazlarından çıkacak kadar harekete geçemiyor. “Her devrin ve yaşayışın kendisine göre bir insan tasarrufu vardır ki, bütün bir zihniyeti ve inkarı güç realiteleri ifade eder” derken buna uyamayan Hayri, etrafındaki olaylarla sürükleniyor. Romanın en aklımda kalan metaforlarından birinde olduğu gibi: “Nuri Efendi böyle esaslı tadillerle yeniden zaman arabasına koştuğu saatlere o devrin silahlarını kastederek hafif bir alayla ‘muaddel’ adını verirdi. Çünkü bu saatlerde zemberek, tulumba, çarklar her biri ayrı işçiliklerden gelmiş olurdu. Bu cinsten bir saati eline alıp da evirip çevirirken, ‘Ne kadar bize benziyor… Tıpkı bizim hayatımız!’ derdi.” Halit Ayarcı’yla yaşamı kesiştikten sonra yine anlam veremese de kendini içinde bulduğu ve büyük başarı elde eden bir kurumun ikinci adamı haline gelen Hayri İrdal, “her şey bir anda düzelmiş gibi” bir hissiyata kapılıyor. Biliş, Ayarcı’yı, “neredeyse bir illüzyonist, modern, başka bir dünyadan, evrenden gelmiş, reklamcı mı, ne olduğu belli olmayan bir büyücü” olarak tanımlıyor.


Ayarcı, “insan her şeyden evvel iştir, iş ise zamandır,” derken işlerin adamlar tarafından icat edildiğini anlatıyor. Böylece içi boş bir kurumu yavaş yavaş tanıdıklarıyla dolduran, herkese bir iş uyduran ve koskoca bir yapıya dönüştüren, dünyaya bile yayılmaya başlayan bu akım, İrdal’ın şüpheleri arasında oluşuyor. O da “Böylece parça parça bir adamın muhayyilesinde yaratıldıktan sonra ayrıca da büyük bir teşkilatın mihveri” haline geliyor. Ne söylenirse yapan bir adam haline geldiğinde hayatını sürdürebiliyor ve refah içinde yaşayabiliyor, ama bu sefer de zeminini kaybeden, elleri üzerinde yürüdüğü hissine kapılan birine dönüşüyor. Bir yandan da içinde bulunduğu ve kurulmasına katkı verdiği bu sistemin esiri oluyor.


Romandan, dolayısıyla da oyundan sayısız ilginç alıntı almak, günlerce üzerine düşünmek ve analiz yapmak mümkün elbette. İçinden herkesin aklında belki başka şeyler kalacaktır. Romandan hafızamda ana karakterler dışında en çok Abdüsselam Bey, Nuri Efendi, hala, Seyit Lütfullah, Doktor Ramiz, Pakize, biraz da Aristidi Efendi kalıyor. Alttaki ton nüktedan, olaylar abes olsa da biraz hüzün biraz tedirginlik hissi eşlik ediyor. Yaşadığı deneyimlerden konağın terk edilmiş hali, adli tıpta psikanalizle iç içe geçen günler, halanın dönüşü, ispritizma cemiyeti gibi konular kalıyor. Bunların bir kısmı günümüzle kolayca ilişki kurulabildiği ve ilginç sorgulamalara sahne olduğu için de iz bırakıyor. Cemiyetin bugün de seküler görünümlü ama adı konmamış müritleri olan bazı oluşumlarla ilişkisi bana ilginç geliyor.


Bu nedenle bu kısmın oyuna girmemesinin nedenini sorduğumda Biliş oyunu kurduğu temelleri şöyle açıklıyor: “Hayri’nin Halit Ayarcı’ya dönüştüğü temel istasyonlar üzerinde bir iskelet kurmaya çalıştım, onu gözettim. Seçtiğiniz şey olaylardan ziyade düşünceler, cümleler. Dramatik yapı, olay örgüsü için hangi hikayeyi takip edeceğiz dediğimizde, kendi tabiriyle biçare bir gölgenin hayatının dönüşmesi, çok büyük bir başarının ikinci adamı olması yolculuğu. O yolculuğun haritasını çıkartmaya çalıştım. Bir şeylerden feragat etmek zorunda olduğumuz için, zamana bırakıp, ipe astığımda yavaş yavaş dökülenler döküldü.”


Oyun, Hayri’nin çocukluğunu anlatırken, romanın en çarpıcı pasajlarından birini konu ediyor: “Hürriyet: ben bu kadar kendi zıddı ile beraber gelen ve zıtlarının altında kaybolan nesne görmedim. Nereden gelir? Nasıl birdenbire gider? Veren mi tekrar elimizden alır? Yoksa biz mi birdenbire bıkar, ‘Buyurunuz efendim, bendeniz artık hevesimi aldım. Sizin olsun, belki bir işinize yarar!’ diye hediye mi ederiz?”


Hayri’nin hayat mekiğinin iki kutbu olarak nitelendirdiği Nuri Efendi ve Halit Ayarcı arasında geçen yolculuğunu Serkan Keskin’den izlemenin çok keyifli olduğu kadar uzun yıllar akılda da kalacağını söyleyebilirim. Romandaki karakterleri onun yorumuyla izlemenin yeni bir görsel hafıza oluşturduğu da muhakkak. Bu vesileyle sanatın, işlerin, insanın içinin boşaltılmasını Tanpınar’ın gözüyle, ama bir anlamda yeni bir yerden görmek mümkün. Bir parantez olarak, kalabalığın sevdiği işlerin yapılması, popülerleşmesi için yapılan altı dolu olmayan oyunlar sanat için genel anlamda olduğu gibi tiyatro için de sorunlu bir mesele. Bu nedenle böyle kaliteli işlerin yapılması ve ilgi görmesi son derece değerli.


Oyunda kişiler ve olaylar arası geçerken, videodan sahneye akan karakterleri takip ederken, mizah unsurunda yoğunluklu olarak durduğumuz hissine kapıldığımı da paylaşayım. Romanın ana hissi de bu bence, ama biraz da sahnedeki hareketi takip etmeye çalışırken romanın, hikayenin duygusu ve eleştirisinin ne olduğunu düşünmekten ve deneyimlemekten bizi alıkoyuyor olabilir. Şöyle ki, zihnimizde boşluk bırakmayacak kadar yoğunluk bu alanı, hayalgücünü ve içe düşebilecek bazı sorgulamaları meşgul ediyor. Romanda bunlara çok daha fazla yer var elbette ve bir romanın sahneye aktarımının çok zor olduğunu teslim etmek gerekiyor. Yine de oyundan etkilenmiş olarak çıkarken hikayenin meselesine dair daha fazla düşünmeye ihtiyaç duyduğumu zannediyorum. Bu hissi bırakması da yine beni romana döndürüyor tabii.


“Yeninin bulunduğu yerde başka meziyete lüzum yoktur,” diyordu Ayarcı. Hayri’ye göreyse insanlar “Yeniliği kendilerine ucu dokunmamak şartıyla seviyorlardı.” Bizi bu boşluklardan ve anlam kaymalarından en çok koruyacak şey de belki bazen es vermeye, düşünmeye, ne olduğumuza, kim olduğumuza fırsat tanımak ve kimin ne dediği ya da toplumun ne dayattığını yeterinden fazla önemsemeden kendi kutbumuzu yaratmak.


Son olarak, Biliş’in ifade ettiği gibi bu zor projeyi şeffaf, demokratik bir yapı kurup oluşturan ve başarıyla sahneleyip seyirciye ulaştıran Kolektif’i de kutlamak isterim. Titizlikle altından kalktıkları bu işin yolu uzun olsun. Heyecanla takip edeceğimiz nice işlere.


bottom of page