20 Mayıs 2022 tarihinden itibaren bir ay süreyle devam edecek 5. Mardin Bienali, gizemli bir evrensel politikaya ya da feragat kavramını içselleştiren bir sosyal-ekoloji ihtimaline doğru keşfe çıkıyor. Bienali “çimenin vaadi” teması odağında yeniden örgütlenme, yenilenme ve hayatın kendisi olan üretici kaos olguları etrafında kuran Küratör Adwait Singh ile coğrafya, sanat ve bienaller üzerine konuştuk
Röportaj: Selin Çiftci
Türkçeye çeviren: Ege Acar
Adwait Singh, Fotoğraf: Ankan Dé
Mardin Bienali, Türkiye sanat ekosisteminde önemli bir yeri dolduruyor. Genç bir küratör olarak Mardin Bienali’ni diğer bienaller arasında nasıl bir yere konumlandırıyorsunuz? Ve böyle bir bienalin küratörü olmak kariyerinizde nasıl bir noktayı tarif ediyor?
Mardin Bienali, Türkiye’nin güneydoğusunda gerçekleşen önemli bir kültürel etkinlik ve bölgedeki kültür, siyaset ve ekonomi açısından hemen göze çarpmayan ince bir ara yüz sunuyor. Beni Mardin’e çeken şey, yalnızca lokasyonu nedeniyle değil, lokasyonunun onu tümüyle kurumsallaşmaktan kurtarmaya yetecek kadar belirsiz ve değişken kalmasını sağlamasıyla da ana akım bienallerin dışında kalıyor olmasıydı. Bu durum, güvencesiz yaşamı kapsayan örgütlenişine de yansıyor. Kusursuz olmayış, her daim yeni ve güncel kalacak şekillerde Mardin’in pek çok sıkışmışlığını her yüzünden ve yüzeyinden görüp yansıtma umudunu ifade ediyor benim için. Eğer elimde olsaydı, Mardin’i (ve kendimi) çokça karşılaşma ve şaşırma olasılığını (halen) barındıran sanatın sismik kıyısında alıkoyup saklardım.
Bienalin kavramsal çerçevesini “çimenin vaadi” başlığı altında şekillendiriyorsunuz. Bu başlık bana kaldırımdaki soğuk betonun altından sızan, asi, kural dışı çimenleri ve hatta evlere musallat olan işgalci bitkileri hatırlatırken, umuda dair de bir şeyler fısıldıyor. Sizce çimenin vaadi nedir; çimen bize, bugünün dünyasına ne söylüyor?
Yavaş yavaş her yere sızıp her yeri gasp eden çağın yeniliklerine inatla, boyun eğmeden direnen çimenin varlığı; umutlarımızın, hayallerimizin ve arzularımızın, onları çalışmanın ve tüketimin zihni harekete geçirmeyen örüntülerine hapsetmek isteyen mekân-zamansal rejimler tarafından hiçbir zaman tümüyle idare altına alınmayacaklarının güvencesini veriyor. Çimenin usulca direnmesi benim için, en medeni çabalarımızın eleğinden anlaşılıp açıklanamayacak biçimde kayıp giden yaşam için çok önemli ve temel bir şeyin beyanını temsil ediyor. Çimen, kaldırımlarımızın altındaki gizli, ama her gün gerçekleşmeye devam eden devrimini sürdürdüğü müddetçe, bizlerin asla yaldızlı kafeslerdeki tutsaklar olmayacağımızı, masadaki oyun tahtasının her zaman sarsılıp yıkılabileceği ve rövanşının istenebileceğini bilmenin verdiği bir güven duygusu var.
"Çimenin yardım veya teşvike ihtiyaç duymayan, zaptedilemeyen vahşi gelişimi; onun büyük bir dengeleyici ve değişim habercisi oluşu, kozmopolit kaygılarımı ifade edebilmeme olanak sağlayan büyük bir metafor görevi görüyor."
Aslında Mardin Bienali 2020 için planlanırken, pandemiyle birlikte tüm planlar değişti. Bu sürecin planlanan bienale fiziksel ve kavramsal olarak nasıl yansımaları oldu?
Bienal baştan sona pandeminin bize armağan ettiği dönemi içine alıyor. Pandemi hissedilir/okunaklı olanı, artık sürdürülemez hale gelmiş mevcut düzenlerimizin yeniden örgütlenmesi için bir gereklilik kıldı. Önceliklerimizi yeniden gözden geçirmemiz için hem bireysel hem de toplumsal düzeyde tam zamanında ortaya çıkan bir fırsat sunuldu önümüze. Bu bakımdan, yaşamanın, karşılıklı alıp vermenin ve başka türlü ilişki kurmanın olasılıkları üzerine ciddi biçimde fikir yormamıza olanak vermesiyle pandemi, çimenin vaadini sağlama almış oluyor. Pandemi kapanmalara neden oldu, piyasadaki durgunluk ise giderek kötüleşen ekonomik eşitsizliğin ve insan kökenli krizlerin farklı sınıfları orantısız şekillerde vurduğunun altını çizdi. Pandeminin dünya çapında yol açtığı yeis ve tedirginlik, bizi mülksüzleştirilmeyi daha büyük bir duygudaşlıkla karşılamaya uyumlu hale getiriyor. Bu, bienal açısından, o bilinen sözde geçtiği gibi onu süpürüldüğü halının altından çıkarıp kıymetli bir armağan gibi havalandırmaya olanak sağlayarak, mülksüzleşmenin neden önemli bir konu olduğunun gerekçelendirmesi için bir fırsat anlamına geliyordu.
Deniz Üster ve Burcu Yağcıoğlu'nun izini sürdüğü Mardin taşlarından taşan yaşam
Bu süreçte sizi en çok zorlayan şey neydi?
Pratik açıdan, zorunlu kapanmamızdan ne zaman çıkmamıza izin verilip telafi için uzun bir emek dönemine gireceğimizi bilmemenin getirdiği çok yönlü belirsizlikti. Biz kapalı olduğumuz evlerde kayıpları sayarken, bizi bu noktaya getiren kuvvetlerin yaşamlarımız üzerindeki mutlak güçlerini artırarak bizleri gelecekteki felâketlere giden rotada hızlandırılmış bir yolculuğun ortasına bıraktığını düşünmek delirtici. Bizim açımızdan bu her şeyi, güvenli kabul edilen bir zamana kadar alıkonulan eyleme indirgedi, üstelik bir yandan o güvenliğin daha büyük güvensizliklerle değiş tokuş edilmek üzere kullanılmasına olanak verirken yaptı bunu.
Bienal, 21 ülkeden sanatçının işlerine ev sahipliği yapıyor. Bu sanatçıları bir araya getirirken öncelikleriniz neler oldu?
Seçkide, kendi yerellerinden/yerelleri için söz söyleyen sanatçılar ya da sosyo-materyal ilişkiler örgütlemeyi başat tavır olarak sahiplenmeden yaşamaya yönelik iç görüleri olan sanatçılar ön planda oldu. Seçki, mülksüzleşmeyi bir armağan olarak görme ana fikrine yakın konumlandı. Dolayısıyla Sahra’daki, Sind’deki, Orta Asya’daki göçebe grupların yaşadığı bölgelerin yanı sıra Filistin, Tibet gibi bölgelerden, “feragat ekonomisinin” neye benzeyebileceği üzerine kısa bakışlar sunacak sanatçılarımız var. Arka planda bir çileden çözülüp işleyen ipler gibi seçkiyi ören iplerden diğerleri ise, tüm bu coğrafyaları kapsayan ortak müzik, ticaret, mistik hareketler ve senkretik kültürler mirasına ışık tutanlar.
Mardin Alman Karargâhı
Küratörlük pratiğinizde, Mardin’in çok kültürlü yapısıyla da örtüşen kolektif, çok sesli bir yaklaşımınız var. Bu coğrafya sizi nasıl besledi?
Mardin’in çok kültürlü coğrafyası ve yöreden yöreye diller (Türkçe, Kürtçe ve Arapça) arasında devinim gösteren akışkanlık, serginin dokusunu doğrudan etkiledi. Bu narin karışımı serginin kalıbı içerisine olduğu gibi aktarmaya ve bunu yalnızca Mardin’in tınısını taşıyan benzer zenginlikte yerellerden sanatçıları özenle seçmek vasıtasıyla değil, aynı zamanda Mardin’i aşağı yukarı kadim ve Ortaçağ’a ait ticaret yolları üzerinde dizili diğer coğrafyalara bağlayan senkretik gelenekleri bilinçli bir şekilde telaffuz edip ayrıntılandırarak çoğaltmak suretiyle yapmaya çalıştım. Tüm bienal boyunca, ortak Sufizm geçmişi gibi bariz göstergelerin yanında, farklı dillerin ve müzik dillerinin çok sesliliği gibi daha örtük göstergelerle de bu karışım etkin olacak.
Mülkiyet, kolonyalizm gibi kavramlara dair yeni bir bakış ve yeni bir düzen önerirken özellikle Levant bölgesini merkezinize alıyorsunuz. Bu bölge neden önemli?
Dinin ön plana çıkışı, uzun geçmişi ile tartışmaya açık şimdiki zamanı arasında bir yerde yatıyor. Bölgeye derin bir çentik atmış olan güvencesiz yaşama rağmen cömertliğin, konukseverliğin ve birbirine benzer, yakın olmanın yansımaları hâlâ mevcut. “Medeniyetin beşiği” sıfatını kazanmış, üstelik onu kültürlerin kaynaştığı pota kılan lütufkâr açık fikirliliği de cabası olan dinin kadim toprağa, nehre dair cömertliğini yâd etmek istedim. Çimenin vaadini sahnelemek için bundan daha iyi bir yer olabilir mi!
Mardin Deve Han
“Yeni düzen”i nasıl tarif edersiniz; yeni bir düzen ihtimalini neden toprakta arıyoruz?
Ben yeni sistemi imgelemimde yekpare bir kütleden çok, onları destekleyen gruplara uyum sağlamış bununla birlikte bir ahtapotun kolları gibi uyum içerisinde hareket etme yeteneğini de kaybetmemiş çok sayıda desentralize düzen kümesi ya da birliği olarak canlandırıyorum. Küratör Chus Martínez’in Âşık Ahtapot başlıklı nefis bir makalesi vardır, bu imgelemimi daha da ete kemiğe büründüren bir yazıdır bu. Feragat ekonomisi, adından da anlaşıldığı gibi, yersiz yurtsuzlaşmayı bir önkoşul olarak kabul eder ve empati, özen ve sevgi gibi maddi olmayan değerlere alan açar. Armağan ekonomisinin ilkelerine, egemenliğin parsellenmesine ve yaratıcı müşterekleşmeye dayalıdır.
Denizden ilham alan ya da uzaya uzanan ütopyalara içtenlikle beğeni duymakla birlikte, politik görüşümün köklerinin sıkı sıkıya toprağa uzandığını görüyorum. Bizlere bu kadar çok armağan sunan yeryüzünü terk etmeye hazır hissetmiyorum, kimse de gerçek anlamda öyle hissetmiyordur diye düşünüyorum; hele ki yaşanabilir kılmayı arzulayarak oraların da iliğine kadar kaynaklarını tüketmeci ve sömürgeci eğilimlerimizi sürdürme niyetiyle olacaksa, asla. Bu dünyanın yıkıntılarından bir başka dünya inşa etme girişimi bana çok akılsızca geliyor. Aynı şekilde, aramızda yüzyıllardır sürdürülebilir şekilde yaşamakta olan sayısız yerli halkın ve göçebe toplulukların kanıtlamış olduğu üzere bir yerde yerleşik olmanın, mülke dayalı ilişkiyi önceden belirlenmiş bir yazgı kıldığna da inanmıyorum. Kapitalist yıkıcı rekabetin türümüzün evriminin doğal seyri olduğu varsayımı, simbiyotik kolektivizmin uzun tarihlerini yeniden gün ışığına kavuşturan Jonas Staal ve Uriel Orlow gibi sanatçıların sergilerinde yer alan işlerle doğrudan tartışmaya açılıyor.
Kolonyalizmden bahsetmişken, bugün baktığımızda bienallerdeki pek çok sanatçının farklı ülkelerden ama Batı merkezli bir eğitime sahip olduğunu görüyoruz. Siz de benzer şekilde Londra’da eğitiminizi tamamladınız. Sizce bienaller gerçekten sınır tanımıyor mu? Genç kuşak bir küratör olarak bu konuya dair bakışınızı merak ediyorum.
Bilgi söz konusu olduğunda, hiçbir sınırın olmadığına içtenlikle inanıyorum. Postmodern bağlamda düşünülecek olursa, bilgiyi değişken, düzensiz ve müşterek olarak sahip olunan bir şey olarak düşünmek daha verimli. Ben “eğitimimi” devam eden bir şey olarak görüyorum. Öğrendiğim birçok kuram da sürekli içerisinde çalıştığım bağlamlara uyarlanmak, hatta öğrendiklerim unutulmak zorunda. Gelişecek alan daima mevcutken, bienallerin kültürel üretim, politik söylem ve bilinç yükseltme için alışılmışın dışında mekân işlevi görme biçimlerinin tümünü tanıyıp onları harekete geçirmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Günümüzde, bienallerin bir araya getirdiği çeşitlilikte insanın bir araya toplanmasını sağlayan az sayıda oluşum var, ki sahip oldukları olanaklar kurumsal düzeyde ve devlet düzeyindeki benzerlerinin yararlandığı olanaklara kıyaslandığında bu mucize gibi bir şey; en geniş kapsamıyla harekete geçirebildikleri duyarlılık da cabası. Bienallerin kapsayıcılık sorununu çözdüğünü söylemiyorum. Şeyleri doğru perspektif içerisinde görmeye yardımcı olduklarını söylüyorum.
Eğitim konusunda belirttiğiniz noktaya dönecek olursak, öğrenmeye yurtdışında devam etme gibi bir şansa sahip olmanın -bunun sıklıkla beraberinde getirdiği kişisel anlamda büyük bedellerin de gayet iyi ayırdında olarak- göreceli ayrıcalığını kendime de sergide yer alan diğer sanatçılara da çok görmeyeceğim. Tüm sanatçılar büyük ticari başarılar elde etmez, hatta bazıları politik görüşleri doğrultusunda hayat boyu belirsiz mali belirsizlik içerisinde yaşamak pahasına bundan uzak durmayı seçer. Ayrıcalığın farklı şekillere büründüğünü ve günün sonunda meselenin o ayrıcalıkla neler yapmayı seçtiğiniz olduğunu unutmamak önemlidir. Ayrıcalıkları kişisel kazanımlarınızı pekiştirmek için kurumsal gelişime emek vermeyi ya da ince ruhluluk için uğraş vermeyi seçerek başkalarına alan açmak için de kullanabilirsiniz
Comments