top of page

Görsel kimliğin geleneği

Altı yıldır Balat’taki atölyesinde el yapımı tabelacılık yapan Bürkan Özkan’la tabelacılığın geleneği ve Türkiye’nin geçirdiği dönüşüme paralel oluşan görsel kimlik üzerine konuştuk

Röportaj: Liana Kuyumcuyan

Fotoğraflar: Elif Kahveci



Eğitiminiz grafik tasarım üzerine, tabelacılığa nasıl başladınız?

Tasarım okuduğumda ilgi alanım çoğunlukla tipografi ve yazı tasarımı üzerineydi, çözümlerimi oradan buluyordum. Reklam ajanslarında da işlerimin çoğunu tipografiyle yapıyordum. Görsel dışında elim hep yazı tasarımına kaydı. 14 sene ajanslarda çalıştım, sonrasında kendi atölyemi açtığımda niyetim grafik tasarıma devam etmekti, ama atölyeyi açmamın bir nedeni olması gerektiğini düşündüm. Burası daha primitif, daha elle yapılan işler üretmeliydi. El üretiminin eksikliğini 1800’lerin elle yapılmış sirk posterlerini toplayıp üzerindeki tipografileri taklit etmeye başlayarak, kaligrafi çalışarak gidermeye çalıştım. Sonra kendi kendime buluntu mobilyalar ve eşyalar üzerine yazı yazmaya başladım. Tabela ise birkaç kişiye hediye olarak yapmamla başladı. Tabelaya yönelmem planlanmış bir şey değildi ama bilgisayardan çıkıp yazıyı yeniden bütün espasıyla, font seçimiyle elle yapma hissiyatı çok başka bir şeydi. Hala en çok heyecanlandığım şey budur. Tabelacılığı iş olarak yapmıyorum, bu benim kendimi tatmin etme şeklim. Zamanla kendimi geliştirdiğim bu hobi benim işim haline geldi. Şu anda daha da oturdu, altı sene oldu atölyeyi açalı. Elim de biraz daha oturdu. Hala özel projeler gelirse grafik tasarım yapıyorum ama tabelacılığın artık hayatımın bir parçası olduğunu kabullendim. Kendimi içinde buldum diyebilirim kısaca.


Kendi başınıza kaligrafi yapmayı nasıl öğrendiniz? Tabelacılık ise apayrı bir şey.

Evet aslında bu işi birilerinden öğrenmen gerekiyor, kendi kendime öğrenme kısmı süreci baya yavaşlattı. Bu işin özü gereği zamanında ustalar hep çıraklarına bırakmışlar, çıraklar da kendi atölyelerini açmışlar. Benim girdiğim zaman ortalıkta usta yoktu. Ben İstanbul’da iğneyle kuyu kazdım. İzmir’de, Adana’da ustaları araştırdım -ki hala daha araştırıyorum. Bazı tabelaların imzaları vardır. Bu imzaları o yöredeki insanlara sorarak, sözlü tarihten bulmaya çalıştım. Baktım ustayı bulup, onu ikna edip, bir şekilde bir çalışma programı yapmakla olmayacak, oturdum videolardan, eski kitaplardaki yazım şekillerinden, ilkokullarda dağıtılan çizgi/tire kitaplarından yazı çalışmaya başladım. Bu işin eğitimini veren workshop’larda da bunları çalışıyorsun, önce bu ısınma hareketleri yapılıyor.


Hala çalışıyorum, yeni yollar öğreniyorum. Fırça çok acayip bir şeymiş, o kadar çok şey yapabiliyorsun ki, her fontu çıkarabiliyorsun. Bütün fontların o tırnak kıvrımları, kalınlıkları, ara espasları… Temelleri aslında el yazmalarında kullanılan fırça, kamış gibi tekniklere dayanıyor. Fontu biz dijitalde yapılmış, farklı stillerde alfabeler olarak algılıyoruz ancak bir kıvrımın nedenini veya espasın kalınlığını elle karar vererek yapınca işi başka bir tarafından öğrenerek ilerliyorsun. Boş zamanlarımda farklı fontlarda kelimeler çalışıyorum.

Müşterinin işlerini de önce kağıt kalemle çalışıyorum. Onu hala bırakmadım. Bir fikrin başlangıcını her zaman kağıt kalemle yaparım. Daha sonra bilgisayarda çizimi cephe üzerine yerleştirerek nasıl duracağını gösteriyorum tabii. Ama elle çalışmak tamamen yapanları ve yapılmış işleri inceleyerek oldu. Zemin rengi, yazı gölgesi gibi detaylar özellikle Avrupa’da daha oturmuş bir kültür. Renk kombinasyonu olsun, font kullanımı olsun, mütevazılıkları olsun.. Daha çok oradan örnek alıyorum.



 

Önce mekandan başlamak gerekiyor, sadece tabela değil. Benim önerdiğim tasarımı da oturup tartışmamız gerekiyor. Karakteri tam oturmamış bir mekana öylesine bir tabela yapmayı etik bulmuyorum.

 


Bu işi bir ustadan öğrenmediğiniz için geleneksel yöntemleri esnetme şansınız oldu mu? Farklı teknikler kullanıyor musunuz?

Bu fırça tutmamdan, boyanın kıvamına kadar tamamen deneye yanıla öğrendiğim için emin değilim. Çözdüğüm dediğim şeyleri bir süre sonra yanlış çözdüğümü fark edebiliyorum. Çünkü yanında bakarak öğrenebileceğin birisi olmadığından kendi kendimi sürekli sınayarak iş yapıyorum. Vernik atmak, zımpara yapmak bundan sekiz önceye kadar bana çok uzak şeylerdi, ben ajansta mouse kullanıyordum. Yine kağıt kalem vardı da zımpara yoktu hayatımda. Mesela ilk başladığımda su kontrası kullanıyordum, kolayıma da geliyordu, dış ortama da dayanıklı diye düşünüyordum. Fakat malzemenin belli kalite çeşitleri varmış. Bunları deneye yanıla öğreniyorsun. Şimdi beş sene önce yaptığım bazı tabelalarda şişme görüyorum, ama yapacak bir şey yok o zaman acemiliğime gelmiş. Şimdi malzemeyi değiştirdim, daha kaliteli ve uzun ömürlü malzemeler buldum.


Balat çevresindeki esnaf neler düşünüyor?

İlk başladığım zamanlarda bu eskiye dönme trend’i daha alevlenmemişti, yeni yeni başlıyordu. Garip karşıladılar tabii. “Sen necisin?” diyorlardı. Tabelacı onlar için folyo kesim yapan, kiralık/satılık brandası basan kişi… Anlayamadılar. Ressam olarak bildiler fırça ve boya kullandığım için. Zamanla işler artmaya başlayınca anladılar. “O zaman bu adam tabela ressamı” dediler, şimdi artık tabelacı olarak biliniyor. Seyyar manav da, yeni jenerasyondan insanlar da geliyor. Bazı kişilerse arayı o kadar kaçırmış ki bu mesleği yeni birşey zannediyor, sevgilisinin resmini getiren de var.



Bu işin maddiyat kısmını merak ediyorum. Fırçalar, boyalar… Bütün bu masrafların ve özellikle seri üretimin karşısında nasıl ayakta duruyorsunuz?

Benim onlara alternatif olma gibi bir iddiam hiçbir zaman olmadı. Ben seri üretim tabelalar karşısında tamamen haut couture kaldığım için kulvarlarımız ve hedef kitlemiz çok farklı. Bu nedenle fiyatlandırmalar da farklı oluyor. Başlarda zaten bu konuyu oturtana kadar çok zorlandım. Neye göre fiyat kıyaslaması yapacaksın? Ahşabın metresi belli, sen de alsan ben de alsam aynı, boyanın parası da belli. Buradaki olay senin kendine biçtiğin emeğinin karşılığı oluyor. Onu da motivasyonunu yüksek tutmak için belli bir çizginin üstünde tutmak gerekiyor.


Sonuçta seri üretimden çıkabilecek herhangi karakterin dışında işler üretebiliyorsunuz el işi olduğu için.

Herhangi yaptığım bir işin renk kombinasyonunu veya fontunu başka bir yerde göremezsiniz. Anca benzer bir font görülebilir. Şimdi kişiye/kuruma özel olma durumu kıymete bindi. Bu yeni dönem retro olma trendi de çok hızlı bir şekilde tüketiliyor artık. Görüyorum bazı cafelerde, İnternetten latte, mocha yazan hazır tipografileri alıp üzerine logo yerleştiriliyor.


Bu kadar geleneksel diyebileceğimiz zanaat türünün soylulaştırmayla paralel gitmesi de enteresan…

Evet, müşterilerim arasında esnaf olsa da genele baktığımda daha üst bir kesime hitap ettiğimi görebiliyorum. Bazen kitsch bir şey mi yapıyorum diye kendimi sorguladığım da oluyor.


Kalem kağıda döndükten sonra grafik tasarımı anlayışınızda da bir farklılık oluştu mu?

İnsan çevresiyle kendi kimliğini oluşturuyor. Yaptığım tasarımların da renk dünyası birazcık tabelacılıkta ilham aldığım tarza kaymaya başladı. Sürekli kendini çimdikleyen bir yapım vardır benim, bir tarzın suyunu çıkartmamak için kendimi uyarırım. Çünkü aldığım bir grafik tasarım eğitimi de var. Bunun da kolaylığına veya süsünün cazibesine düşmemek gerekiyor. Örneğin Bauhaus, veya konstrüktivizm dönemleri temelleri sağlam tasarım anlayışları. Benim yaptığımsa bu işin belli bir dönemini aslında yeniden hayata geçirmek gibi. Tabelacılık da grafik tasarım tarihinin bir parçası sonuçta. O anlamda işleve dönüştüğünde zaten kendi cevabını veriyor. Tabelayı da iş için istiyorlar, süs olsun diye değil, artık o bilinç de oturdu.


Belli bir kimlik isteyerek geliyor mu müşteriler?

Orada ben biraz yönlendiriyorum. Bir örnekle gelen ya da eşine/dostuna yaptırılmış bir çizimle gelenler oluyor. Bir şekilde ikna ediyorum. Dayanamıyorum çünkü. Bu işi yapmadan önce de takardım tabelalara. 1990’larda ve 2000’lerin başlarında Beyoğlu tabelalarını değiştirmişlerdi, altın ahşap zeminli. Hiç mi bir tasarımcıya sormazsınız? O zamandan beri var bu tepkisel durumum, kim olursa olsun karşımda fikrimi söylüyorum. Önce mekandan başlamak gerekiyor, sadece tabela değil. Benim önerdiğim tasarımı da oturup tartışmamız gerekiyor. Karakteri tam oturmamış bir mekana öylesine bir tabela yapmayı etik bulmuyorum, o kadar para odaklı düşünmeye de gerek yok.



O halde her seferinde mekanı görüp ona göre bir tasarım hazırlıyorsunuz.

Evet, gidip görüyorum. Örneğin dar bir sokak içindeki dükkana 5 metre tabela yapmaya gerek yok. Sokağın derinliği, binanın cephesi gibi konular göz önünde bulundurulmalı. O yüzden görmem gerekiyor. Büyük yapalım da paramızı ona göre alalım diye düşünmüyorum. Yaptığımız şey işe yarasın, doğru yapılsın bu daha önemli.


Türkiye’nin tabelacılık geçmişini ve bugününü Avrupa ve Amerika’yla nasıl karşılaştırırsınız? Gerçi şu an dünyanın her yerinde bir dönüşüm var.

Trend’ler her yerde aynı. Ama tabii Avrupa ve Amerika alfabelerini hiç değiştirmediğinden belli bir avantajları var. Bir süreçleri, tarihleri var.



 

Benim yaptığımsa bu işin belli bir dönemini aslında yeniden hayata geçirmek gibi. Tabelacılık da grafik tasarım tarihinin bir parçası sonuçta.

 


Doğru. Biz sadece son 100 yıla bakabiliyoruz.

Bizim geçmişimizde Arapça tabelalar var.


Apayrı bir grafik dil.

Evet, bize Latin alfabesi sonra geldiği için tabelacılık ve kaligrafi de hep Avrupa’yı taklit noktasında. Belli bir döneme bakıldığında hep aynı işlerin çıktığı görülüyor. Bize biraz Alman ekolü de hakim. Eğitim sistemi daha çok Alman ve Rus ekolünden geldiği için tasarımlar da o ekole kayıyor. Onun için bir Amerikan ya da İngiliz tabelalarındaki süsleri pek görmeyiz burada.


Daha modernist bir estetik var.

Evet. Arapçadan Latin alfabesine geçtikten sonra grafik dil belli bir düzlükte başlamış çünkü orada bir işlevi yerine getirme derdi var. Bu üretimleri de dönemin Ermeni, Levanten ustaları yapıyor. Onlar biraz bu işi şekillendiği ve süslediği söylenebilir. Onların tabii kültürleri itibariyle biraz daha farklı bakış açıları var. Çoğu tabelacının ustası, özellikle 1950’ler, ve 60’larda hep Ermeni ve Yahudi ustalar. Türk ustaların kendilerine taktıkları lakaplar bile hep yabancı isimler. Örneğin Çanakkale’de ünlü bir tabelacı var, ismi aslında Mehmet ama Jackson diye hitap ediyorlar; Jackson Mehmet. Bir öykünme var.


Apartman isimlerinde, otuz kırk yıllık dükkan tabelalarında gördüğümüz belli bir estetik var. Ama 1980’den sonra teknolojiyle gelen genel bir toplumsal yozlaşma var. İşin içine plastik giriyor, hızlı üretim giriyor. Hızla beraber zevksizlik de artıyor. O kültürü korumak iyice zorlaşıyor çünkü İstanbul’daki bu kaotik tabelalar da, görsel kirlilik de hızla değişen nüfusla alakalı. Herkes kendi kültürüne göre çözüm buluyor. Lokantaların çoğundaki print-out yemek resimlerini düşün mesela. Böyle anonim bir dil oluştu.


Eski apartman isimlerinde enteresan çizimler görülebiliyor. Apayrı fontlar apayrı açılarda yerleştirilmiş bazen.

Belli bir döneme kadar Türkiye’nin bu konuda belli bir çizgisi varmış; görsel estetik, kurumsal estetik, yerel estetik mimariyle birlikte düşünülmüş. Bu tip apartman isimleri olsun, dükkan tabelaları olsun belli bir estetik kaygısı hep varmış.



Pasaj girişlerindeki duvar oymaları da…

O özen tabii ki yerini hıza ve ucuzluğa bıraktı, çünkü bu işin özü zaman ayırmaktır. Benim çalışma şeklim de o. Bugünden yarına bir iş istediğinde neden yapamayacağımı anlatıyorum. Zaten müşteri de gerçekten tabelayı yaptırmak istiyorsa bekliyor. Birazcık ters denge, hız ve estetik.


Apartman isimlerinde verilen kararlar da çok ilgimi çekiyor, sonuçta bir marka kimliği değil ya. Bazı mahallelerde çok çılgın örnekler görülebiliyor gerçekten.

Mat, parlak, alt gölgeler, değişik açılar… Dev altın harfler kullanıyorlar mesela, altın varak üzerinde hala çalışıyorum mesela, zor bir iş.


Mahallenin dilini tabelalar çok etkiliyor. Balat bu anlamda diğer bölgelere kıyasla öznel kimlik açısından sürekliliği olan bir yer ama çoğu da sizin işleriniz. Artık dükkanlar o kadar kısa süreli açıyor ki, galiba kimse önemsemiyor artık, bu da yatırım gibi bir şey sonuçta. Bu kadar hızlı bir dönüşüm varken görsel dil üzerine konuşmanın aciliyeti de azalıyor.

6 ay sonra satıyorlar zaten dükkanı. Onun için işini görsün yeter. Özen gösteren insan belli oluyor zaten. Bu işle ilgili konuşurken insanlara aldığım kararları grafik tasarımdaki argümanlarla anlatıyorum. Renk olsun, border’ı olsun, kullanacağın font olsun. Tabii font olarak belli bir dönem fontlarını daha çok tercih edebiliyorum. Bende de bir geriye dönüş oldu o anlamda.

bottom of page