Mustafa Boğa’nın Bir Politikacıdan Duymak İstemediğim Her Şey başlıklı sekizinci kişisel sergisi 5 Kasım 2022 tarihine kadar Martch Art Project‘te devam ediyor. Sergi üzerinden sanatçıyla güller, yorganlar, portre fotoğraflar ile bitmek bilmeyen kâbuslar üzerine konuştuk
Röportaj: Hüseyin Gökçe
Mustafa Boğa sergi görseli, Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz
Hayat çoğu zaman esnek olmayabiliyor. Aksine katılaştığı dönemler daha çoktur. Olağan hayatın yeknesaklığı, hiyerarşiler, ekonomik açmazlar, toplumsal dayatmalar ve iktidar pratikleri derken bazen nefessiz kaldığımız hissine kapılırız. Bir anlığına da olsa bütün bunları dağıtacak mizah ve ironiye ihtiyaç duyarız. O da zaten gündeliğin içinde kaçınılmaz bir şekilde kendini var eder. Böyle bir dünyanın içinden hareket ederek sanat pratiğini şekillendiren Mustafa Boğa kâbusa dönmüş gerçeklerin hafifletilebilmesinin olanağını gündeliğin ve popüler olanın içinde arıyor. Uzun yıllardır İngiltere'de yaşayan sanatçı, doğup büyüdüğü kent olan Adana'nın, ailesinin ve çevresinin dünyayla kurduğu ilişkiden yoğun bir şekilde besleniyor. O karşılaşmaları pop-art'ın yazı, imge ve malzemeyle kurduğu ilişkiye benzer bir tarzda ifade ediyor. Son olarak Martch Art Project'in Pera ve Piyalepaşa'daki galerilerinde 5 Kasım’a kadar All The Things I Don’t Want To Hear From A Politician /Bir Politikacıdan Duymak İstemediğim Her Şey adlı sergiye yer veren sanatçıyla güller, yorganlar, portre fotoğraflarla bitmek bilmeyen kâbuslar üzerine konuştuk.
Mustafa Boğa, Bir Politikacıdan Duymak İstemediğim Her Şey sergi görseli, Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz
Bir zamanlar sıklıkla dillendirilen "kahrolsun faşizm"den,"daha sonra Gezi'de "kahrolsun bağzı şeyler"e doğru kayan öfkeden ve politik bir tutumdan bahsedebiliriz. İlkinde kahrolması gereken bir faşizm varken, ikincisinde ise kahrolması gereken bir şeyler var ama neyin kahrolması gerektiği konusunda netlik içermeyen bir anlayış var. Dahası muhatabın kim olduğu da belli olmuyor. Makro-mikro iktidarlar ve hayatı altüst eden başkaca şeylere karşı bir gönderme olduğu sezilebiliyor. Bu politik ve söylemsel değişimi nasıl değerlendiriyorsun?
Yıllar önce ortaokuldayken "tarih tekkerrürden ibarettir"i ilk duyduğumda bu cümle bende çok fazla etki bırakmıştı. Baya çocuk aklımda analiz etmiştim ve bu yaşıma kadar başımdan geçenleri ve kolektif olarak yaşadıklarımızı hafıza hazneme yüklediğimi varsayarak şu kıyaslamalara ulaştım diyebilirim: Dünya politikası çok hızlı değişirken söylemlerimizin aynı kalması neredeyse imkânsız ama sonuç olarak her şey aslında başka bir şeyin kopyası ve her şey aslında ondan önce yaşanılanlara bağlı. Dilimiz ne kadar değişse de aslında mesajlarımız bence aynı çünkü değişmesini istediklerimiz henüz gerçekleşmedi. Türkiye politikasında ise bambaşka şeyler yaşanıyor. Burada bir insanın varolma koşulları hem politik hem de ekonomik olarak inanılmaz zorlaştı. Darbe girişiminden sonra sadece politikanın baskısı ve kışkırtması değil, devlet yanlısı halka verilen gücün de etkileri mikro düzeyde hepimizi rahatsız eder oldu. Buna sosyal medyanın gücü de eklenince herkesin bir gazeteci, bekçi, zabıta görevi görmesi de kaçınılmaz hale geldi. O yüzden “kahrolsun bağzı şeyler” derken üç noktayı istediğimiz gibi doldurabileceğimiz yeterince kelime mevcut çünkü artık sadece faşizm değil bizi rahatsız eden. Fakat söylemlerimiz ne olursa olsun mesajlarımız sınırın diğer yakasında farklı bir şekilde yorumlanıyor ve sonuç itibarı ile mesajın direkt kendisi değil de ona katılan yorumla suçlanıyoruz. Bunun en son örneği şarkıcı Gülşen’in yaşadıklarıdır.
Zaman içinde gelişen bu politik ve söylemsel değişime kimi noktalarda yaklaşsan da daha farklı bir yerden baktığın söylenebilir. Canlı güllerden oluşturduğun yazılı işlerde gündeliğin içinde kendine yer etmiş kimi sözlere yer veriyorsun. İçinde ironiyi de barındıran işlerin, pop-art sanatının yazı, imge ve malzemeyle kurduğu ilişkiye benzer bir tonu ve tınısı var. Gündeliğin içinde açığa çıkan politik ve estetik tavrın sanatındaki yansımaları hakkında neler söylemek istersin?
Aslında bu eserler tamamen rastlantısal olarak ortaya çıkıyor. Belli bir şey aramadan fakat sürekli bakınarak… Bir yandan minik notlar alırken, bir yandan bu notlar nereye yerleştirilebilir diye düşünüyorum. Bu noktada kendimi bir arı gibi hissediyorum, bir çiçekten başka bir çiçeğe konarken rengi, kokusu ve biçimi bana en çekici olan malzemelere yöneliyorum. Genelde bu malzemelerin günlük hayattan bağımsız olmadıkları son zamanlarda daha dikkat çeker oldu çünkü eser portfolyomda bu benzerlikler çoğaldı. Böylelikle ortaya kendime ait bir dil de çıktığını söyleyebiliriz. Fakat bu dil zaman içerisinde edindiğim bilgilerden ve birikimlerden bağımsız değil. Peki bir bilgi kaç kişinin süzgecinden geçerek ulaşır bize? En doğru bilgi hangisidir, nedir? Yüzlerce yıl, binlerce kişi, milyonlarca fikir… tesadüfen bize ulaşan bilgileri özümseyerek, değiştirerek, süzerek, başkalaştırarak yeni bir hale getirip mayalayarak bilgiler dünyasına katkıda bulunun bizler değil miyiz? Bende kendimce oluşturduğum dilin, içinde bulunduğumuz çağı ve coğrafyayı yansıtmasına dikkat ediyorum. Peki, benim için içinde bulunduğumuz çağ ve coğrafya nedir?
Kendimi bulma noktasındaki arayışlarım sonucu İngiltere’ye yerleştim. 16 yıldır oradayım ve son üç yıldır iki ülke arasında çok sık gidip geliyorum. Benim gerçekliğim iki ülke arasında kurulan köprü sayesinde ortaya çıktı. Sanatla uğraşmaya İngiltere’de başlamama ve neredeyse adam akıllı ilk müze, sergi ve sanatsal etkinliklere katılmayı orada deneyimlememe rağmen üretimimde Türkiye’de olmak istiyorum. Sanat estetiğim doğduğum yerden, orayla olan bağlantılardan ve ilk deneyimlerimden oldukça besleniyor. Kendimle alakalı bir tamamlanmamışlık var ve bunun sebeplerini düşünürken kimi çıkmazlarımı eserlerimle gidermeye çalışıyorum. Bu yüzden aile arşivi, Adana sokaklarında karşıma çıkan objeler ve olaylar, memlekete gelme ve orada bulunma duygusu, o dünyanın iklimi ve dokusu ile yeniden ilişkiler kurup geçmişle yeni bir diyaloğa giriyorum. Bu buluşmada ortaya çıkan fikirleri hikâyeselleştirirken onları taşıyacak malzemeleri de bulmaya çalışıyorum. Mesela düğünlerde karşımıza çıkan çelenklerdeki güllerin, mutluluğu ve kutlamayı simgelemelerine karşın hemen o akşam içinde solacak olmasıyla başladıkları yolculuğu sergi salonlarına taşımak bana çok doğal geliyor. O canlı güllerin sergi süresince solması bu hayat içindeki o kısacık yerimizi hatırlatıyor bana.
Mustafa Boğa, Bir Politikacıdan Duymak İstemediğim Her Şey sergi görseli, Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz
Doğup büyüdüğün yer eserlerinin içeriğini ve malzemesini belirlerken, popüler kültüre ait bir şeyin içinde mizah ve ironiyi kullanarak onun daha farklı algılanmasını sağlayabiliyorsun. Tam da böyle olduğu için çok dikkatli davranılması gereken bir durum söz konusu. Zira, gerekli özen ve dikkat gösterilmediğinde mizah ve ironinin ucuzlaşması ve çiğ bir hale dönüşme riski var. Eserlerinde bundan kaçabildiğini düşünüyor musun? Bu tür bir çiğlikten ve yer yer karikatüre dönüşme riskinden kendini nasıl koruduğunu merak ediyorum?
Mizah benim günlük hayatımda da çok sık kullandığım bir iletişim yöntemi. Aslında daha önce çokça düşündüm bunun üzerine, neden bu tarz iletişim kullanıyorum diye. Sanırım bir savunma mekanizması. Var olan zor durumları hafifletmek, olması ihtimal duvarları yıkmak için başvurduğum bir yöntem. Bu yüzden eserlerimde karşımıza çıkması beni şaşırtmıyor. Hatta bu süreç de çok doğal gelişiyor, kendiliğinden çıkıyorlar ortaya. Sonra şunu düşünüyorum; bunca objeye, fikre, duyguya, düşünceye, oluşuma, kurama ve kavrama isimler verilmiş ve onların anlamları bu isimlerle kodlanmışken var olmadığını düşündüğümüz yeni anlamlar üretebilmek mümkün mü?
Yine de bir eserin paylaşımından sonra ortaya çıkabilme ihtimali olan devinim ve gerilimden hiçbir sanatçı kendini koruyamaz. Ben kimi politik eserlerde mizahı kullanarak eserde var olması ihtimal ağırlığı hafifletmeye çalışıyorum. Böylelikle mizah, eser ile ona bakan arasındaki ilk bağ oluyor. Sonrası o kişinin eserle ne kadar fazla ilişki kurmak istemesine bağlı kalıyor. Fakat her eserin bir nokta atışı gibi hedefi vurması garanti değil. Bunların hepsi bir süreç ve bütünün bir parçası. Benim için bir eserin ortaya çıkış süreci çok uzun. Dolayısı ile onu paylaşmadan önce emin olmam gerekiyor ve belli bir tatmine ulaşırsam onu paylaşıyorum. Fakat bu doygunluktan sonra bile eserin başına her şey gelebilir, bunu da o bekleme aşamasını gerçekleştirdiğim için kabul etmiş oluyorum.
“Bir politikacıdan duymak istemediğim her şey" bağrında ironi ve mizahı da barındıran bir söylem olarak karşımıza çıkıyor. Gündeliğin içinde egemen olan şiddetin ve baskının sürekliliğini ele alan senin de söylediğin gibi hem bu durumu hafifleten hem de duvarları kırma ihtimalini içinde barındıran bir tarafı var. Sergideki eserler de bu yaklaşımla güçlü bir bağ kuruyor. Sergi isminin söylem olarak zihinleri sarsan bir yönünün olduğunu sezinliyorum. Bir politikacıdan duyduğumuz demokrasi, özgürlük, adalet gibi kavramların büyük bir oranda hayata geçirilememesine dair bir gönderme mi var? Yani bir siyasetçiden ne zaman özgürlük kelimesini duysak hemen ardından bunun bir temmenni olarak kaldığını deneyimliyoruz. Ya da baskıların daha da arttığını biliyoruz. Günün sonunda gerçek hayatta özgürlüğün kırıntılarıyla idare ediyoruz.
İçinde bulunduğumuz politikalarda hep "idare edildiğimizi" görüyorum. Şu anı barındıran sorunlar hiçbir şekilde çözülmezken her şey geleceğe aktarılıyor. Bu tarz bir politikayı son dönemlerde İngiltere’de de gördük. Boris Johnson’un ne kadar sürekli yalan söylediğine, sözünde durmadığına hepimiz şahit olduk ve şu anda hükümette değil. Çünkü orada farklı bir lobi baskısı var ve en güçlü pozisyonda olan bile koltuğunu kaybedebiliyor. Türkiye’de ise durum çok daha farklı, tabi sonuç olarak. Yani herkes istediğini yapabiliyor, koltuğuna da sahip çıkarak. Bu yüzden “Bir politikacıdan duymak istemediğim her şey" söylemi, bir kişinin hangi coğrafyada olduğuna bakmadan, o kişiler ve yaşamları ilgili siyasi durumları hakkında belli belirsiz bir düşünceyi ifade ediyor diyebiliriz. Bu görüş geleceğe odaklanmadan sadece geçmişle alakalı bir görüşü temsil etse de sisli geleceğe dair düşüncelere de sevk ediyor beni. Yani senin de dediğin gibi politika bir temenniden öteye geçmiyor. Fakat bu söylem politik bir mesaj olmanın yanı sıra, kendi halinde bir cümle olmaktan da öteye geçebilir; mesela bir silah olabilir, farklı yorumlanırsa o silah beni bile vurabilir, ve bütün bu durum manşet bir habere dönüşebilir.
Genel politikalar aynı bu sergideki söylem gibi her zaman ortak gerçekliği ortaya koymazlar fakat farklılıkların kabul gördüğü varoluşu yansıtmak için vardırlar. Ne yazık ki politika birleştirici bir özellik olabilecekken ayrılıklardan, ayrımcılıktan ve karşıt olmaktan besleniyor. Günün sonunda "bir politikacıdan duymak istemediğimiz her şey" ile karşı karşıya kalıyoruz, onların vaadlerinin yersizliği ile yaşıyoruz. Bunun bilincinde olarak küçük umut havuzlarımızda, yani bildiğimiz sularda yüzüyoruz, kimse bize dokunmasın istiyoruz, çünkü ne yaparsak yapalım bir şeyler değişmiyor.
Her ne kadar sergideki işlerde çok farklı renklere yer versen de, bu sergi dolayısıyla seni tedirgin ve huzursuz gördüm. Zira ne yaparsak yapalım bir şeyler değişmiyor sözünden de, ancak bir şeyleri esnetebileceğimizi anlıyorum. Geleneksel bir yorgan üzerine işlediğin akrep arabası motifinin bendeki yansıması yorganın altında dahi nefes almakta zorlandığımızı ve kıpırdamadan sabah ettiğimiz şeklinde oldu. Hem bir yüzleşme ve ikazda bulunurken esnetilecek bir şeyler olabileceğine de işaret ediyorsun. Bu durumun vahametinden "kötümserliği örgütleyerek" çıkabilme ihtimalini göz önünde bulundurduğunu düşünüyor musun?
Bir şeyler yapma dürtüm, hadi ona yaratıcılığım diyelim, gündelik politik hayatın getirdiği yaralardan çokça etkileniyor ve eserlerim insanın günlük hayatındaki deneyimlerinin bu olaylarla nasıl şekillendiği ile alakalı. Tedirginlik ve huzursuzluk tamamen bu yaratıcılık sürecindeki doğum sancısının yaşanmasından kaynaklanıyor. Yeni bir şeyler yapmak, onu kabul etmek, ortaya koymak ve çıkardığı sesleri takip etmek yorucu bir süreç. Kendimi kaybetmeden bu hayattan nasıl geçerim, düşünceler içinde kaybolmadan bir sonraki aşamaya nasıl varırım? Algımın sürekli açık kalması gerektiğini hissediyorum. Gece olup bir yorganın altına girsem bile. Bu noktada sergideki yorganların esnekliği ile üzerlerinde bulunan imgelerin katılığı arasında bir bağ kurmaya çalıştığımı söyleyebilirim.
Hepimizin sakinleştiği, sadece kendimizle kaldığı, o huzur dolu birkaç saat acaba gerçekten kötümserlikten uzakta bir yerde mi? Yoksa o hâlâ yanı başımızda mı? Bu sergideki yorganlar daha önce kullanılmıştı; kimileri sandıklardan çıktı, kimileri pazarlardan alındı kimileri ise ustaların duvarlarından indirildi. Yani hali hazırda belli bir ağırlıkları, hikâyeleri, kişi ve olaylara bağlılıkları vardı. Onları kesip yeniden biçimlendirmek, kalıplara geçirip çeşitli imgelerle yeniden süslemek malzemenin kendisini daha iyi tanımama neden olurken bir yandan da metaforik olarak yaptığımın ne anlama geldiğini de gösterdi. İç ve dış kısımların buluşma noktasını ve bir çizginin bu ya da öteki tarafında olmamızın etkilerini açığa çıkardı. Bu noktada, sınırsızlığa inanırken belli kalıplar içinde yaşama zorunluluğunun verdiği baskı ile oluşan huzursuzluğu eserlerimle örgütlemeye yani içimdeki tedirginliği bu şekilde dindirmeye çalıştığımı söyleyebilirim. Bir önceki sorularda bahsettiğimiz mizah unsurları bu ağırlığı hafifletmek için yer alıyorlar.
Yorganlar, yazılar, büyülerin gündelik hayattaki yeri, yansıması ve etkisini irdelediğin işlerin dışında bu sergide yer verdiğin diğer bir çalışma ise portre fotoğrafını aile üyelerinin portre fotoğraflarıyla üst üste koyarak yaptığın işten oluşuyor. Kimi zaman mürekkep kimi zaman yazılar ve çizgilerle imgeleri bulanık ve belirsiz hale getirdiğin çalışma bir başkalığa ve başka türlüsüne olan ihtiyacın yüzde yansıması gibi geldi. Bu anlamda serginin içeriğine sinen ağırlığı aslında gerçek hayatta hepimizi zorlayan koşulları bir başkalık ve başka türlüsüyle aşabileceğimizi mi ön plana çıkarmak istiyorsun?
Bu çalışmalar aynı halata bağlanmış fakat farklı hikâyeleri anlatmakta ya da olayları temsil etmektedir. O halat ben olabilirim, içinde bulunduğum sınır olabilir, geldiğim yer, ailem vs... Başka biri olmak, başka bir yerde yaşamak, başka gerçekliklere sahip olmak, sınırın diğer yakasına geçip orayı deneyimlemek... Bunlar birçoğumuz için çok önemli fakat keşke hareket etme özgürlüğümüz bu denli kısıtlı olmasaydı. O zaman başkalaşmak daha çeşitli olabilirdi.
Aslında benliğimiz ve kimliğimiz de fiziğimiz gibi zaman içerisinde değişiyor. Fakat içinde bulunduğumuz düzenler tek bir gerçekliği yaşamamıza odaklanmış. Bu gerçeklikler en temel yaşama biçimlerini oluşturuyor. Bir iş, aile, ev ve çevre sahibi olmak, belli bir inanışı takip etmek, belli politikalardan beslenmek ve bunların hepsini belli kurallar etrafında dengede tutmak. Bu denge bozulunca çehreler değişiyor ve huzur kaçıyor. Kimse huzurunun kaçmasını istemez bu yüzden birçoğumuz tek ya da sınırlı kimliklerle, birkaç mekânı geçemeyen düzenlerde yaşar gideriz. Korku kültürünün yarattığı baskı ile sınırları zorlamaz onu pek aşmayız. Fakat her şeyin zaman içerisinde değişebilirliğini, farklı renklere ve biçimlere ulaşabilirliğini kabul etmek gerekir.
Portrelerdeki yüzlerin birbiri içine girmesi, birbirlerini etkilemeleri ve değiştirmeleri başkalaşmanın sadece kendimizle alakalı olmamasından kaynaklanıyor. Tek bir yüzümüz tek gerçekliğimiz olarak kalmıyor. Her adımımızda başkalarından etkilenebileceğimizi kabul etmek gerekiyor ve aynı zamanda buna açık olmak da… Sanırım bu noktada başkalaşmanın ne olduğu değil de ortaya çıktığında bizi neye yönelttiği daha önemli gibi geliyor. Portrelerdeki yüzlerin belirsizliği ve kime ait olduklarının netsizliği, içinde bulunduğumuz düzene karşı bir tavrı da simgeliyor. Vesikalık fotoğrafların resmi amacı, dosyalarda bizi temsil ediş biçimleri ve kişiye ait yüzü kayıtlarda tutmasıyla kimliklerimizin nasıl kontrol altında olduğunu da gösteriyor. Bu yüzleri çeşitlendirip belli belirsiz hale getirince kayıt altında olması gereken yüzleri başkalaştırmış, net olması gerek çehreleri bulanıklaştırarak resmi olana karşı bir başkaldırıda bulunmuş ve belkide kendi kimliğimizi güçlendirmiş de oluyoruz.
Mustafa Boğa, Bir Politikacıdan Duymak İstemediğim Her Şey sergi görseli, Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz
Yorganlar üzerine işlediğin akrep arabası, suratsız bir komutan, alev almış bir molotof kokteyli gibi imgeleri birlikte düşündüğümde aslında bu serginin beyaz küpte değil de, kaldırım taşlarını söküp bir barikat kurarak onun üzerine gerdiğin bir iple eserlerini korsan bir sergiyle de gösterebilirmişsin gibi geldi bana. Bir sanat eseri yaratırken içerik biçimi belirlediği gibi sergilenmeye değer görülen eserlerin nasıl bir şekilde gösterileceği de önem kazanıyor. İçerik ve biçimin sergileme yerini de belirlediğini düşünenlerdenim. Merak ediyorum, korsan bir sergiyle eserlerini göstermek gibi düşüncen oldu mu?
Bu sergi için böyle bir düşünce olmadı ama 2017 yılında ilk yaptığım yorganları Adana’da damda iplere asmış o şekilde nasıl durduklarına bakmış ve fotoğraflarını çekmiştim. Doğal ortamlarında gerçek işlevleriyle hareket edince ortaya nasıl bir duygu çıkacağını görmek istemiştim. Oradan yola çıkarak küratör bir arkadaşımla onları İstanbul’da balkonlardan sarkıtarak sergilemeyi hayal etmiştik. Halk ile doğrudan iç içe olan alanları ya da alternatif mekânlara ilgim çok. Fakat bunu bir protesto amaçlı yapmak ile dış mekânları kullanma amaçlı olarak gerçekleştirmenin bizim dünyamızda bir bedeli olacaktır. Çünkü sokaklar serbest alanlar değillerdir ve kimi bürokratik alanlar da…
Adana’da başımdan şöyle bir olay geçti. 2017-2019 yılları arasında bir konuk sanatçı programı yürüttüm. Kendi imkânlarımızla bağımsız bir projeydi. Tanıdığım sanatçı arkadaşları ben ve ailem ile birlikte Adana’daki evimizde iki haftalığına kalmaya davet ettim. Her bir yıl, aynı anda yedi kişiyi ağırlayıp geçici bir sanat ortamı kurmaktı hedef. Üçüncü yıl İngiltere’den gelen sanatçılardan biri İncirlik Hava Üssü’nü görmek istedi. Adana’dan bir arkadaşım arabası ile bizi oraya götürdü. Etrafa bakındık, bir iki fotoğraf çektik. Sonra merkeze geri döndük. Sanatçı yanımızdan ayrıldı, ben ve arkadaşım bir yere oturur oturmaz onun telefonu çaldı. Bilmediği bir numaraydı ve açmadı. Hemen akabinde yengesi aradı ve iki akrep aracı dolusu polisin eve geldiklerini, kırmızı ışıkta geçtiği ve plakasının iki kişinin üzerine kayıtlı göründüğü için kontrol etmek istediklerini, onu tekrar arayacaklarını ve telefonu açmasını söyledi. Bilinmeyen numara aradı ve direk kendilerini tanıttılar: MİT. Kırmızı ışıkla alakalı hiç bir açıklama yapılmadan direk sorular yağdı. Neden İncirlik’e gittiniz? Neden fotoğraf çektiniz? Ne programı? Mustafa Boğa kim? Siz onun neyi olursunuz? Kendisiyle konuşabilir miyiz? Ne sergisi? Nerden geldiniz? Kim bu sanatçılar? İsimleri ne? Sergi nerede? İzin aldınız mı? Yaklaşık 40 dakika süren konuşma sonunda bize ait olduğunu düşündüğümüz, herhangi bir yer olarak gördüğümüz alanda bile özgür olmadığımızı fark ettik. O konuşmalar etrafında görevli bana açık açık şunu söyledi: "Bak Mustafa'cığım, gitmemen gereken bir yere gidip fotoğraf çekmişsiniz, kameralarda kayıtları var, o yüzden Amerikalılar kim olduğunuzu merak ediyor. Şimdi siz eve gidin ve herkesi toplayın, akşam gelip bir tanışmak istiyoruz. Ayrıca bu tarz sergiler için özel izin almanız gerekiyor, öyle kendi başınıza bir şey yapamazsınız." Hemen eve döndük, herkesi topladık, şaşkın ve endişeli. Birden kendimizi ülkenin gerçekliğindeki politik çarpıklıkta bulduk ama akşam gelmediler çünkü neyse ki o yıl sergimiz belediye izinli olup Adana Arkeoloji Müzesi'nde gerçekleşecekti. Fakat sergi açılışından önce bizi müzede ziyarete geldiler, eserlere baktılar ve müze müdürü ile konuşup iki eserin belirli kısımlarını sansürlediler. Sansürledikleri neydi ve gerçekten bir şeyi engellediler mi? Yoksa bu yaşanmışlık bile şimdi kendi başına o baskının ve sansürün ötesinde mi?
תגובות