top of page
Hatice Utkan Özden

Gücü hissedebiliyor musun?


Amira Akbıyıkoğulu ve Gizem Karakaş’ın küratörlüğünde, Fuat Eşrefoğlu tarafından tasarlanmış bir kapsülün içinde gerçekleşen Kapsül başlıklı sergi, 11 Mayıs’a dek İstanbul Saint-Joseph Lisesi’nde devam ediyor. İlhamını aynı çatı altında bulunan, Türkiye’nin en geniş fauna koleksiyonuna sahip Doğa Bilimleri Merkezi’nden alarak dokuz sanatçının işlerini bir araya getiren Kapsül’ü değerlendirdik

Kapsül sergisinden

New Yorker dergisinin son sayısında bir fırtına fotoğrafçısı olan Camille Seaman’ın hikayesi anlatılıyor ve doğayla insanın bitmez tükenmez ilişkisi, fırtınada oluşan bulutlar üzerinden değerlendirmeye alınıyor. Yazar Alan Burdick bu ilişkiyle ilgili; “doğanın gücü hepimizden daha büyüktür,” derken, basit bir anlamda (sadece) “doğa bizden güçlüdür” ifadesini kullanmıyor. Burada, satır araları okundukça çok daha derin bir anlam bulmak mümkün: İnsan güçlüdür ve insanın içindeki gücü yenebilecek çok az sayıda şey vardır, ama doğanın gücü hepsinden üstündür. Yoktan var eder ve var olanı da yok eder. Diğer yandan, insanın, varlık olarak içindeki gücü büyük oranda iyi yönde kullandığını ama doğanın kontrol edilemez gücünü de alt edemediğini belirtir.

Tüm bu bakış açısı bize birkaç şey hatırlatabilir: Bizler, doğanın gücüne dair çok fazla şey bilmiyoruz. Doğanın bize yapabileceklerini bilemiyoruz. Diğer yandan, doğanın kendi kendine (kendisini tahrip etme ve yeniden yapılandırma gibi) yapabildikleri, değil sadece insanın gücünü, canlı olan tüm varlıkların gücünü yerle bir edebilir. Kısacası, belgesellerde görülen ya da genel olarak romantikleştirilen bir kaçış olarak yansıtılan güzelliğin karşısında hissettiğimiz şeylerin çok daha fazlasıdır bu güç ve çok derindir. Ancak, insanın bunu yeterince hissedip hissedemediği büyük bir soru işaretidir. İşte, Saint Joseph Fransız Lisesi’nde 11 Mayıs’a kadar devam eden Kapsül adlı sergide tam da bu soru sorgulanıyor.

Küratörlüğünü Amira Akbıyıkoğulu ve Gizem Karakaş’ın yaptığı sergi, Fuat Eşrefoğlu tarafından tasarlanmış bir kapsülün içinde yer alıyor. Aslında, kapsül fikri, doğanın derin gücünü asla anlamayan insanın oluşturduğu bir yapıya gönderme yapıyor. Bu kapsül yapısının, insan türünün toplama, kayda geçirme ve saklama arzusuna istinaden, türünü devam ettirme isteğiyle kurduğu Svalbard Küresel Tohum Deposu'na bir gönderme olarak oluşturulduğunu söyleyen Amira Akbıyıkoğlu, geleceğe dair insanoğlunun en büyük ihtiyacı olan varlığını sürdürme kavramının da öne çıktığını düşünüyor. Sergideki eserlerin de iz bırakma, insanlığın doğaya dair bilmediği konularda fikir edinme çabası, insanın doğaya karşı koyamama ve sonsuz döngüyü kırma isteği gibi yaklaşımlarla ilgisi var.

Jonathan Brechignac, Svalbard

Sergideki dokuz farklı sanatçı, farklı mecralarda işler ortaya koymuş ama hepsinin özünde bizden daha büyük ve daha güçlü bir durumu göstermek var. Aslında, eserlerin hiçbirisi doğanın tahrip edildiğine dair bir belgesel niteliğinde değil. Aksine, bu sergi izleyicisine insanoğlunun doğada bulunan her şeyi nasıl muhafaza ederek onu nasıl yönetebileceğini düşündüğüne dair göndermelerle dolu. Diğer yandan, bu düşünceyi de doğanın tahrip gücünün sonsuzluğu ve insanın, var etme ve yok etme gücü karşısında küçücük bir varlık olduğunu anlatıyor.

Tüm bunları en çok hissettiren alan sergiye girmeden önce içinden geçilen, Saint Joseph lisesinin 140 yıllık hayvan tahnitleri, mineral ve bitki koleksiyonu. Koleksiyon, Kapsül sergisinin insanın bir şeyleri saklama, envanter haline getirme ve sınıflandırma isteğine göndermesiyle birlikte hareket ediyor. Yaklaşık 250 metrekarelik bir alanda okulun Doğa Bilimleri Merkezi’nde sergilenen 1800’lü yıllardan başlayarak 1960’a kadar toplanan koleksiyonda 30,000 hayvan türü ve 40,000 bitki çeşidi bir araya getirilmiş. Diğer yandan, koleksiyonun en büyük özelliği içinde yalnızca İstanbul ve çevresinde var olan hayvan ve bitki türlerini barındırması. Bir yandan İstanbul’un doğasına dair bir görüntü sunarken, diğer yandan bu doğanın yıllar geçtikçe neler kaybettiğini anlatıyor.

Kapsül sergisinden

Bu doldurulmuş hayvanlar ve saklanmış bitki türlerinin ardından kapsülün içindeki aşırı aydınlık ortam ve etrafta görülen işler, doğanın her gün televizyonda izlediğimiz belgeseller ve medyada gördüğümüz fotoğraflardaki gibi kolay anlaşılır bir sistem olmadığını bir kez daha hatırlatıyor. Pınar Yoldaş’ın Regnum Alba adlı eseri bize farkında olduğumuz ama tam olarak bilmediğimiz bir şeyi hatırlatıyor: Doğada da bulunan albino etkisi. Yoldaş, doğada bulunan çeşitli hayvan türlerinin albinolarını bir ışıklı kutuda sergiliyor. Bu kadar farklı türde albino varlıkların bulunduğunu görmek doğanın farkında olmadığımız gücünü kanıtlar nitelikte.

Tabii ki doğanın tek taraflı, çeşitlendirebilen gücünün yanı sıra, yoktan var etme ve tahrip ederek yok etme gücü de sanatçıların işlerinde görülüyor. Hatta, tahrip etme, öldürme ve yeniden canlandırma temaları oldukça yoğun işlenmiş. Ancak, tahrip etme ve yeniden meydana getirme kavramları doğanın bizim algılayabildiğimizden çok daha derin bir kavram olduğunu hatırlatıyor. Aslında, doğa göründüğü kadar kolay yapmıyor hiçbir şeyi, her sistemimin altında derin anlamlar yatıyor. Bunu en yoğun gördüğümüz iş ise Lara Ögel’in What (else) grows in the dark video kolajı. Ögel, bu video kolajda mantarların yaşamına dair bir kesit sunuyor bizlere. Aslında mantar doğanın kendi kendine dönüştürdüğü ve doğadaki ölü organizmalardan doğan bir organizma. Ögel’in eseri de doğanın sonsuz derinlikteki gücünü gösteriyor.

Bahar Yürükoğlu’nun alıştığımız kolaj eserlerinin dışında öne çıkan video çalışması Sadland ise belki de sergide kavramsal olarak doğanın gücünü en çok hissettiren eser. Bu video işinde Yürükoğlu, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurla evrilen ve değişen doğayı, sel nedeniyle ana karadan kopup hareket etmeye başlayan bir kara parçasını ve daha birçok doğa olayını gösteriyor. Aslında, insanoğlu tüm bu olayları ‘felaket’ olarak yorumluyor ama doğanın özünde barındırdığı büyüleyici güçlerden birisi de bu tahribat gücünün Yürükoğlu’nun yansıtmak istediği gibi şiirsel olması.

Bahar Yürükoğlu, Sandland, Video

Sergide, aynı zamanda doğanın bilinmez ve gizemli var oluşuna da göndermeler yapılıyor. Örneğin, Jonathan Brechignac’ın Sailing Stone V1.0 eseri Kaliforniya’da bir vadide yer alan manyetik alan sayesinde hareket edebilen taşları anlatıyor. Burada hiç bilmediğimiz ve asla tahmin edemeyeceğimiz bir etkileşim var. Sanatçı burada aslında sadece durarak var olan kayaların, doğanın gücüyle hareket edebildiği bir alan olduğunu hatırlatıyor bize. Bu şekilde doğanın tahmin etmediğimiz ve şaşırtıcı, ani bir özelliğini gösteriyor. Brechignac’ın Svalbard adlı -Svalbard Tohum Deposu’ndan ilham alınarak üretilen- bir diğer işiyse belki de serginin ana fikrine en uygun eser olarak öne çıkıyor. Brechignac, bir sanatçı olarak, kendi tohum ve örnek deposunu oluşturuyor ve bununla birlikte doğaya (belki de daha çok kendisine dair) neler biriktirmek ya da muhafaza etmek istediğini izleyiciye gösteriyor.

Serginin genel olarak hissettirdiği doğaya dair derinlik ve gizem olgusu yüksek derecede aydınlatılmış bir kapsülün içinde her yeri sarıyor. Her eserde doğanın sonsuza dek var olmaya devam etme gayretinin her alana yansımasını görüyoruz. Bu bazen toplama ve biriktirme, bazen de, Ekin Kano’nun Viktoryen zamanlardan kalma bitki çizim örneklerine gönderme yaptığı eserleri gibi, eskiye dair belgeleme üzerinden görülüyor. Serginin sonunda ise belki de tek bir düşünce hakim: Bu sonsuz gücün ve derinliğinin farkında mıyım? Ona karşı koyabilir miyim?

Comments


bottom of page