Begüm Yamanlar’ın kurgu-tarih, yıkım-oluşum, doğa-kültür gibi eşik noktalarını vurgulayarak, aralarındaki dönüşen ve geçirgen ilişkilerin sürekliliğini odağına alan ilk kişisel sergisi Eşik/Treshold geçtiğimiz aylarda Öktem Aykut’ta gerçekleşti. Yamanlar ile fotoğraf ve video çalışmaları üzerine İdil Deniz Türkmen konuştu
☕️ 6 dakikalık okuma
Begüm Yamanlar, Fotoğraf: Cihan Poçan
İşlerinizde geçmişinizde ağırlıklı yer tutan imgeler var. Eşik/Threshold sergisinde bu imgeleri çeşitli yöntemler kullanarak başkalaştırıyorsunuz. Bu bağlamda sergiden genel olarak biraz bahsedebilir misiniz?
Sergide hem kişisel tarihimden hem de toplumsal olarak tarih boyunca dönüşümlere uğramış çeşitli mekânlar var. Hemen hepsi günlük hayattaki işlevlerinden uzaklaşmış, hatta bir daha görünmemek üzere son kez beliren yerler. Fakat fotoğraflardaki mekânlar, göze göründükleri değil de hafızada bıraktıkları parçalarıyla foto-kolajlar olarak kurgulanmış haldeler. Hepsinin yıkım-oluşum, doğa-kültür, kurgu-tarih gibi ikiliklerinin eşik noktalarında, bunların birbirlerine dönüştüğü sınırlarında geziyor fotoğraflar. Dolayısıyla, bir mecranın ürettiği gerçekliğin parçalandığı ve sınırlarının sorgulandığı bir katman da var.
Sizin işlerinizde hangisi daha ön planda?
İkisi bir arada birbirlerini besliyor aslında. Doğada ya da şehirde meydana gelen ve çıplak gözle izleyemediğimiz dönüşümlere bakmak, tasvir etmek dahası göze göründüğü değil de hafızada bıraktığı izleriyle yeniden kurgulama isteği mecranın sınırlarını da zorlamayı getirdi kendiliğinden.
Sonuçta kişisel tarihinizi farklı bir biçimsel kurguyla yazmış, onu anonimleştirmiş mi oluyorsunuz?
Bir yeri, zamanı hatırlamaya çalıştığında aklına düşen görüntü, oraya ait farklı zamanlardaki deneyimlerinden hatta belki farklı mekânlardan birbirinin içine geçen, daha parçalı, daha muğlak sınırlı bir görüntü. En azından benim için öyle. Zaman geçtikçe evriliyor da, sabit kalmıyor, her hatırladığında yeniden yeniden kurgulanıyor, şekil değiştiriyor. Foto-kolajlarla tam da bunun kaydını tutmaya çalışıyorum aslında. Gözün değil aslında hafızanın görüntüsünü çıkarmak.
İşlerinizde hafızayla ilgili yeni bir bakış açısı sunuyorsunuz. Bu tip bir çalışma sistemine ne zaman ve nasıl başladınız?
Seneler önce okulda Visual Documentary dersi alıyordum. İstanbul üzerine bir proje yapmamız gerekiyordu. Belgesel dersi olmasına rağmen ucu çok açık bırakılmış bir projeydi. Günlerce günlük rotamda olan neresi varsa, çeşitli vasıtalardan, yürürken ya da bir meydana oturup benim sabit olduğum şekilde sürekli video kaydı tuttum. En sonunda bu görüntülerden anlamlı bir bütünlük oluşturacak, şehri nasıl algıladığımı tasvir edebilecek kurgular düşünürken, bir taraftan da Baudelaire’in hafıza ve gerçekliğin her yeni katmanın bir öncekinin üzerini örttüğü halde hiçbirini tamamen silmeyip izini taşıdığı parçalı yapıları olduğuna dair bir yazısını okuyordum. Üniversitenin ilk yılında her okunan kitap, her görülen iş o çok yeni ve ilham verici geliyor tabii. Şehrin tarihsel kaydını tutmak değil de yazılıp yazılıp silinen, yeniden kurgulanan hafızasına bakmak buradan başladı.
İsimsiz (Eşik başlıklı seriden), 2019, Photo Rag Baryta baskı, 75x112,5 cm
Serginin ismine gelelim, Eşik kelimesiyle işleriniz arasındaki bağlantıyı nasıl kurdunuz?
Bütün fotoğraflarda birbirinin içine geçen ikilikler var. Doğa-kültür, yıkım-oluşum, kurgu-tarih, gece-gündüz, görünen-görünmeyen, geçmiş-gelecek gibi. Bunların arasında çok hareketli, geçirgen bir ilişki var hep. Fotoğraflar hep bu ikiliklerin birbirlerine dönüştüğü, iç içe geçtikleri ara noktalarda dolaşıyor. İşlerin neredeyse tamamında yarı saydam, geçirgen bir eşik yüzey var; perde gibi mesela. İçle dış arasında, görünenle görünmeyen arasında, geçmişle gelecek arasında olan uçucu, hareket halinde bir eşik gibi. Videodaki deniz, sualtı da benzer bir eşik alanı. Hem hayatın başladığı yer olacak kadar besleyici, anaç hem de herhangi bir şeyi içine çekip derinliklerinde yok edebilecek kadar vahşi. O yüzden bu iki zıtlığı hep bir arada hissettiren dehşet verici bir çekiciliği var suyun bence.
Fotoğraf ve videolarınızdaki “insansızlık” dikkat çekiyor. Bu durum biraz da tekinsiz bir algı yaratıyor.
Evet, insan görmüyoruz doğrudan, ama hep insana dair bir iz var. O izleri takip etmek var. O izleri takip etmek mekânlara dair bir geçmiş tahayyül etmeye çalışmaktan geliyor. İnsan gördüğümüz noktada, o mekâna dair deneyimin arasında bir özne daha giriyor ve bakanın deneyimini, mekânla kurduğu bağı bölüyor gibi geliyor. Bu çok kişisel bir bakış tabii ki.
Serginin geneline baktığımızda terk edilmek üzere olan yerler gibi de okunabiliyor bu mekânlar.
Biraz öyle aslında. İçlerinde yıkılmak üzere olanlar da var, çeşitli sebeplerle tekrar içinde vakit geçiremeyeğim, zorunluluğa dayalı olarak terk etmek zorunda kaldığım yerler de.
Yıkılmak üzere olan yerleri yeniden canlandırma isteğinin temelinde ne yatıyor?
Geçicilikle baş etme çabası. En temelinde bu var. Aslında bütün bu yıkımları, değişimleri, dönüşümleri kayıp gibi görmemeye çalışmak. Zaten hiçbir şeyin sabit olmadığı, sürekli her şeyin bir akış halinde olduğunu kabul etmeye çalışmaktan geliyor. Bütün videolarda da o var aslında. Geçiciliğe “yok olmak” gibi değil de “doğaya karışmak” olarak bakmaya çalışıyorum. Her şeyin çok hızlı değiştiği, yıkılıp yıkılıp yeniden inşa olduğu bir şehirde yaşamak buna nasıl adapte olabilirim, nasıl kabul edebilirim diye düşündürüyor tabii. Tarihsel olarak yıkıma doğru giden bir yeri, o yere ait hikayeleri kurguyla tekrar canlandırmak. Kaybolacağını düşünmek değil de doğanın bir parçası olup başka bir ekosistemde, başka bir gerçeklikte devam edeceğine dair hikayeler üretmek geçiçilikle başa çıkma yöntemi ya da muazzam oyalanmalardan biri.
Comments