Sanatçı kadınların özellikle 1980’lerdan bu yana Türkiye’de açtıkları ve dalga dalga genişleyen bir kamusal alanı işaret etmek, üretimlerin çevresindeki tartışmalı toplumsal dinamiklere dikkat çekmek ve “kadın sanatçı”dan “feminist sanatçı”ya ya da “kadın sanatı”ndan “feminist sanat”a değişen tanımlarla sürecin nasıl evrildiğinin izini sürmek üzere başladığımız Feminist Sanatın Sosyolojisi yazı dizisinin ilk yazısında kadın hareketlerinden yola çıkıyoruz
Seri: Melis Cin & Elif Dastarlı
Guerrilla Girls
Türkiye’de feminist sanatın çerçevesini çizmeye çalışacağımız bir yazı dizisine başlıyoruz. Amacımız bu konunun hâlâ yazılmamış tarihini yazmak ya da sanat tarihimize kaydedilmemiş, yaşadığı dönemde adeta görünmez sayılmış sanatçı kadınları ortaya çıkarmak değil. Kuşkusuz kadınların sanat dünyasında erkeklere göre geri planda bırakılmaları elzem bir mesele. Zaten bugün dünyanın birçok önemli müzesi kadın görünürlüğünü öncelikli gündemlerine almış ve her-story adıyla, kadınların tarihini yazmayı öncelik olarak belirlemiş durumda. Örneğin, Anne Pasternak 2015 yılında Brooklyn Müzesi’nin direktörlüğünü üstlendiğinde, kürator Catherine Morris ile 96 çağdaş kadın sanatçının eserlerini alıp sergilemeye koyuldular ve bunu yaparken de amaçları tarihsel olarak süregelen eşitsizliği ortadan kaldırmaya yönelik önemli adımlar atmak ve sanatçı kadınları erkeklerin daha yüksek piyasa değerine sahip olduğu sanat ekonomisine dahil etmekti.¹ Veya 229 yıllık tarihe sahip Louvre Müzesi’ne ancak 2021’de bir kadın yönetici, sanat tarihçisi Laurence des Cars’ın getirilmesi de çarpıcı bir başka örnek. Fakat bu dergideki önceki yazımızda da vurguladığımız gibi² feminist sanatı hâlâ salt kadın görünürlüğü üzerinden okuyup tartışmak, her ne kadar atlanmaması gereken bir nokta olsa da epey sınırlı bir bakış açısı sunar. Biz bunun ötesinde, sanatçı kadınların özellikle 1980’lerdan bu yana Türkiye’de açtıkları ve dalga dalga genişleyen bir kamusal alanı işaret etmek, üretimlerin çevresindeki tartışmalı toplumsal dinamiklere dikkat çekmek ve “kadın sanatçı”dan “feminist sanatçı”ya ya da “kadın sanatı”ndan “feminist sanat”a değişen tanımlarla sürecin nasıl evrildiğinin izini sürmek istiyoruz.³
Guerrilla Girls, Guerrilla Girls Talk Back, 1989 Kağıt üzerine baskı, 280×710 mm, Tate Satın alım: 2003, P78793 ©www.guerrillagirls.com izniyle
Feminist sanatı 1960 ve 70’lerdeki kadın hareketlerinden bağımsız ele alamayız. Hatta daha öncesinden, 19. yüzyıldan beri süregelen kadın hak hareketlerinin 1960 sonlarına doğru kadınların toplumsal eşitsizliğe isyanlarıyla devam eden uzun bir mücadelenin ürünüdür feminist sanat. Bu eylemlilik farklı kolektif örgütlenmelerle mümkün olmuştur. Politik aktivizm ile sanatta da kolektif tutumlar, Judy Chicago ile Miriam Schapiro’nun 1972 yılında California Institute of the Arts’da Feminist Sanat Programı’nda başlattıkları Womanhouse projesiyle ivme kazanır. 1973 yılında Rozsika Parker ve Griselda Pollock’ın İngiltere’de Women’s Art History Collective’i kurmasından 1976 yılında Linda Nochlin’in Ann Sutherland Harris ile sadece sanatçı kadınların eserlerinden oluşan Women artists: 1550-1950 sergisine ve hatta 1980’lerde Guerrilla Girls’e* uzanan süreç, söz konusu kolektif eylem tarzının sürdüğünü gösterir. 1970’lerden günümüze tüm bu deneyimler ve katedilen onca mesafeyle birlikte, feminist sanatın ne olduğu veya feminist sanatı neyin oluşturduğu sorusunu yine de kolaylıkla cevaplayamayız. Çünkü onu belirli bir üretim tarzı, stil veya içerikle tanımlamak oldukça sorunludur. Ayrıca sanat tarihinin farklı dönemlerinde sanatçı kadınlar var olmuş ve bireysel olarak var olma mücadelesi vermiştir; bu mücadeleleri bugün ortaya çıkartmak feminist bir eylem olur. Ancak ne tarihteki o isimlerin ne de günümüzdeki sanatçı kadınların hepsinin ürettiği sanata feminist diyebiliriz. Feminist sanat, sanattaki eril hegemonyaya, değerlere ve üretime meydan okuyan feminist politikadan beslenir ve bu noktada diğer kadın üretimlerinden ayrılır. Öte yandan feminist sanata hâkim olan tek bir feminizmden de bahsedemeyiz. Tıpkı artık iki kutuplu (binary) toplumsal cinsiyet kimliklerinden ya da kadınların homojen bir grup olduğundan bahsedemeyeceğimiz gibi. Son yıllardaki kuir sanat tartışmaları da bunu en iyi şekilde yansıtır. Fakat şunu söyleyebiliriz ki feminist sanat, kadınların sanat dünyasında var olma ya da bunu kaydetme çabasının ötesinde, sanatın tarih boyu erkekleştirilmiş zevklerin bir ürünü olduğunu iddia ederek, her alanda kadınları küçümseyen hegemonik sisteme ve sanatta da baskıcı temsil yapısına karşı üretmeyi hedefler. Bu noktada belirli farkındalıklar üretimi belirler, kadınların figür olarak sanattaki temsiliyetlerine itiraz edilir, sanatçı kadınların görünmezliğine karşı çıkılır ve elbette toplumsal cinsiyet eşitsizliğine, kadına karşı şiddete ve kadınların hayatlarını etkileyen her türlü dışlayıcı, yok edici, baskılayıcı söylem ve eyleme itiraz edilir.
Miriam Schapiro ve Judy Chicago Womanhouse’un önünde, 1971
Bu kadar çok sorumluluğu sırtlanabilen feminist sanat tam da bu yüzden feminist teori ile iç içedir, ondan ayrılamaz. Dolayısıyla Avrupa ve ABD’de 1970’lerde feminist sanatın yükselişe geçmesinde sanatçılar kadar kuramcıların ve kuram yazan sanatçıların da payı çok büyüktür. Kuşkusuz akla ilk olarak Linda Nochlin’in Neden hiç büyük kadın sanatçı yok? adlı makalesi gelir. Nochlin, sanat kanonunun hem sanatçı kadınlara yukarıdan bakan tutumunu hem de sanat üretimindeki sorunlu erkek bakışın kadın imgesini pasifleştiren ve cinsel bir nesneye indirgeyen ontolojik duruşunu sorunsallaştırır. Sanat dünyasında oldukça yankı bulan bu yazı birçok sanatçı kadın için bir manifesto niteliğindedir, çünkü yüzyıllardır süregelen bir sanat geleneğine başkaldırıdır, adeta düzen karşıtıdır.
Linda Nochlin’inin Neden hiç büyük kadın sanatçı yok? makalesinin Türkçeye Ahu Antmen tarafından 2008’de yani sadece 14 yıl önce çevrilip yayınlanmasıyla feminist sanat literatürünün genişlediğine dair başlayan umutlarımız neden kısa sürdü ve örneğin Griselda Pollock’ın onlarca kitabı hatta Rozsika Parker’ın hiçbir yayını neden hâlâ Türkçeye çevrilip basılmadı?
Kadın bedeninin metalaştırılmasına, güzelliğe ve cinselliğe dayalı bir nesne olarak konumlandırılmasına eleştiri getirmek ve bu konuda farkındalığı yaymak da feminist sanatın öncelikli kaygılarındandır. Zira piyasanın çıkar ilişkilerini baltaladığı için feminist sanatın uzun yıllardır “daha az sanat, daha çok politika” olarak görülmesi, kasten sanat ortamı dışında bırakılmaya çalışılması da söz konusu olmuştur. Özellikle kendisini seçkinlikle kimliklendiren galeri sisteminde yer bulamaması, feminist sanat ve mekân ile sanatın siyasi ekonomisine dair tartışmaları gündeme taşır. Feminist sanat, bu tartışmaları bizzat kendisi yapabilen bir güce de sahiptir.
Farklı feminizmler, etnik, ırk, engellilik ve cinsel kimlik kesişimleri tarafından belirlenen feminist sanat, feminist politika, düşünce, deneyim ve eylem hakkında kültürel farkındalık yaratmayı amaçlar. Bu durumun geçtiğimiz 50 yıl içinde farklı coğrafyalarda farklı şekillerde, giderek büyüyen feminizm, post-kolonyalizm, kimlik ve kuir çalışmaların ekseninde yavaş ve kararlılıkla seyrettiğini gördük. Örneğin, Amerika’da Feminist Art Coalition ya da Institute of Contemporary Art Los Angeles gibi oluşum ve kurumlar taban örgütlenmesine, yerel aktivistlerle feminist çalıştaylar yapmaya ve sanat ile feminist aktivizm arasındaki bağı güçlendirmeye çalışırken, böylesi kurumsallıktan yoksun olan Türkiye’de bu gibi girişimler sanatçıların genellikle bireysel inisiyatif almaları şeklinde mümkün olur. Siyasal aktivizm hedefli örgütlenmeler ile sanatın kesişimi, çoğunlukla gönüllülük esasına dayalı bireysel iş birlikleri şeklinde meydana gelmektedir yine. Türkiye’de sanatçıların radikal ve sınırları zorlayan işler üretirken kendi aralarında ya da farklı feminist oluşumlarla temasta olmadıkları ve böylece de yalnızlaştıklarını saptayabiliriz. Bunun son yıllarda değişip değişmediği tartışılmayı bekler.
Türkiye’de feminist sanatı tanımlamak için kendi kısa tarihimize bakmamız gerekir. Bunu yaparken de ortaya pek çok soru ve yeni tartışma alanı çıkar. Bugün feminist sanat olarak değerlendirebileceğimiz 1970’lere ya da 80’lere tarihlenen çalışmaları üreten sanatçılar neden o tarihlerde feminist olduklarını kabul etmemişlerdir örneğin? Veya neden Türkiye’de kategorik olarak feminist sanattan 1990’lardan sonra söz edebilmekteyiz? Türkiye’de son on yıldır iyice daralan kamusal alanda sanatçı kadınlar nasıl bir mücadele vermekteler veya verebilmekteler mi? Linda Nochlin’inin Neden hiç büyük kadın sanatçı yok? makalesinin Türkçeye Ahu Antmen tarafından 2008’de yani sadece 14 yıl önce çevrilip yayınlanmasıyla feminist sanat literatürünün genişlediğine dair başlayan umutlarımız neden kısa sürdü ve örneğin Griselda Pollock’ın onlarca kitabı hatta Rozsika Parker’ın hiçbir yayını neden hâlâ Türkçeye çevrilip basılmadı? Ve yazının başında vurguladığımız gibi, neden Türkiye’de hâlâ sanatçı kadınların tarihi yazılmadı?
Tüm bu soruları, feminist sanatın günlük yaşamımızda farkına varmadığımız ama aslında politik olan özel ve kamusal alana dair işaret ettiklerine odaklanacağımız sonraki yazılarda cevaplayabilmeyi amaçlıyoruz. Protest bir üretim olarak feminist sanatı ele alırken, feminizm ve sanat arasındaki diyaloğu, direnişi, dayanışmayı teşvik etmek için bu alanların birbirleriyle nasıl etkileşime girdiklerine odaklanacağız. Birkaç yazılık bu yolculukta hem bizzat görüşeceğimiz Türkiye’den pek çok sanatçı kadın ile feminist sanat pratiklerini tartışmayı hem de şimdiye kadar kaydedilenlerin izini sürerek potansiyel değişime dair olasılıkları keşfetmeyi hedefliyoruz. Böylece estetik, mekân, beden, gelenek, politika, ekonomi, felsefe, pornografi, feminist epistemoloji, feminist direniş gibi pek çok kritik alan hedefimizde yer alıyor.
Comments