top of page

Farklılıkları kucaklamak


İFA ve Goethe Institut - İstanbul işbirliğiyle Millî Reasürans Sanat Galerisi’nde gerçekleştirilen Artspace Germany sergisi, 9 Şubat 2019'a dek devam ediyor. Küratörlüğünü Ursula Zeller’in üstlendiği sergi, Armando, Candice Breitz, Tony Cragg, Marianne Eigenheer, Ayşe Erkmen, Christine Hill, Magdalena Jetelová, Per Kirkeby, Joseph Kosuth, Marie-Jo Lafontaine, Nam June Paik, Giuseppe Spagnulo ve herman de vries'in çalışmalarını bir araya getiriyor. Almanya’nın kültür ve sanat ikliminden beslenen sanatçıların İstanbul'daki bu buluşmasını Naz Özbek değerlendirdi

1083 kelime

Magdalena Jetelová, Atlantic Wall, 1995

Beş yılda bir düzenlenen ve 1982’de yedincisi gerçekleşen documenta sergisinin katalog metninde, Alman ressam Gerhard Richter’ın bir sözü yer alır; “Sanat, umudun en güçlü şeklidir.”

Küratörlüğünü Ursula Zeller’ın yaptığı, IFA ve Goethe Institut-İstanbul işbirliğinde Millî Reasürans Sanat Galerisi’nde sunulan Artspace Germany sergisini özetleyen en iyi kelime aslında tam da bu: Umut. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden itibaren günümüze kadar uzanan süreçte, farklı sebeplerden dolayı Almanya’ya taşınmayı ve Almanya’da üretmeyi seçen bir grup sanatçı, bu sergi sayesinde belki ilk kez, belki de uzun yıllar sonra tekrar - ve bu sefer eserleri vasıtasıyla - bir araya geliyor.

(1) Nam June Paik, Internet dwellers, 128 x 78 x 83 cm

(2) Nam June Paik, Candle TV, 1975 television casing, candle 35 x 40 x 43 cm

Sergiye ait küratöryel metni okumayan bir ziyaretçi için, farklı zaman dilimlerinden, farklı medyumlarla çalışan, farklı konularla ilgilenen ve farklı milli ve etnik kökenlere sahip bir grup sanatçıyı aynı çatı altında birleştiren ortak noktanın ne olduğunu tahmin etmek güç olabilir. Halbuki sanatçılar, tarih boyunca göçebeler olarak varlıklarını sürdürmüş, hayal ve hedeflerini gerçekleştirebilmek adına bir yerden diğerine, çoğu zaman da ülkelerin coğrafi sınırları arasında sıkça hareket etmişlerdir. Sanatçılar, kendilerini belirli bir ülke, şehir veya dil ile tanımlayıp sınırlamadan, “sıradan” insanlara uygulanan kuralların adeta üzerinde bir düzenin üyeleri olarak, politik sebeplerle çizilmiş sınırları tanımayan post-modern bir dünya yaratılmasında önemli rol oynamışlar ve oynamaya devam ediyorlar. Artspace Germany bu doğrultuda, en belirgin ortak noktaları Almanya’da yaşamayı tercih etmiş olmak olan on üç sanatçıyı, etnik, kronolojik, ve benzeri süzgeçlerden geçirmeksizin seyirciyle buluşturuyor.

Joseph Kosuth, O&A / F!D! (to I.K.&G.F.),1987

Serginin belki de en önemli özelliği, her ne kadar merkezinde Almanya varmış gibi görünse de aslında dünyanın birçok ülkesine uyarlanabilir oluşu. Yani Almanya, bu bağlamda yalnızca sembolik bir göreve sahip ve kendisinden büyük, sınırlar ötesi bir amaca hizmet ediyor. Zeller’in de küratöryel metinde belirttiği gibi, serginin ilk hedefi, seyirciye “iyi eser” sunmak. Dolayısıyla, sergiye dahil edilecek sanatçıların seçimindeki en etkili kriter, eserlerinin kalitesi. Zeller’a göre iyi eserler her yerden gelebilir. Artspace Germany’de yer alan on üç sanatçının her biri, doğduğu ülkeden ayrılarak Almanya’ya yerleşmiş. Farklı dönemlerde aynı kararı vermiş bu on üç sanatçı, birbirinden farklı hayat hikayeleri, tecrübeleri, dünya görüşleri ve hedefleriyle yola çıkmış, Almanya’daki sanat dünyasının gelişiminde ve çeşitlilik kazanmasında önemli rol oynamışlar. Sembolik görevinin yanı sıra, Almanya, tarihi bir önem de taşıyor. Yönettiği aşırı milliyetçi politikalar ve takibinde yaşanan olayların üzerinden henüz bir asır bile geçmemişken, günümüzde sanatsal ve ifade özgürlüğü için “yabancı” sanatçılar tarafından bu kadar fazla tercih edilen bir ülke haline gelmiş olması, bilinçli politika ve zaman birleşimiyle nelerin değişebileceğinin de güçlü bir örneği. Son birkaç yıldır yükselişte olan ve birçok ülke tarafından yeniden benimsenen milliyetçi politikalar karşısında bir ümit ışığı gibi beliriyor.

Marianne Eigenheer, Your Time, My World (K1/K2/K3), 1998

Birbirinden böylesine farklı birçok eserin aynı çatı altında birleşmesiyle ortaya çıkan tablo, Artspace Germany’nin en can alıcı noktalarından biri. Sergide yer alan sanatçıların, Almanya’da yaşamış olmanın haricinde belki de tek benzerlikleri, “ben, kendi evimim” ilkesini benimseyerek dünyayı, kendi merceklerinden gördükleri gibi yansıtıyor, kendi doğrularını öne sürmüyorlar. Galeriye adım atar atmaz seyirciyi karşılayan İsviçre asıllı Marianne Eigenheer’ın Your Time, My World adlı eseri, tam bu görevi görüyor. Akraba ve arkadaş fotoğrafları, çocukluk oyuncakları, kitap ve dergiler gibi oldukça kişisel hatıraları seyirciyle paylaşarak, onları kendi dünyasına davet ediyor. Eigenheer’ın tam karşısındaki duvarda ise Hollandalı sanatçı herman de vries’in dökülen yapraklardan oluşan kolajı, zwei tage unter der weissdomhecke (alıç çalılarının altında iki gün) yer alıyor. Doğanın, sanatı içinde barındırdığına inanan de vries’in bütün eserlerinde, başlangıç noktası doğanın ta kendisidir. de vries, kişisel hayatının detaylarından uzak kalan ve doğada gözlemlediklerini koruyup, yansıtan özelliğiyle Eigenheer’a tezat oluşturuyor. Sonuç olarak ortaya çıkan eserdeki düzeni belirleyen de dolayısıyla de vries değil, doğanın ta kendisi. Sergi boyunca seyircinin karşısına çıkan eserlerin tümü, her sanatçının kendi öyküsünü paylaşması için bir platform oluştururken, eserlerin birbirleriyle olan - bir nevi gizli - diyalogları ise teknik ve estetik kriterleri önemsiz kılarak, “cinsiyet,” “çok kültürlülük” ve “karşıtlık” gibi temaların ön plana çıkmasını sağlıyor.

herman de vries, zwei tage unter der weissdomhecke, 1992

Sergi, “ulussuzluk” veya “ulus üstücülük” lehine bir sav olmakla beraber, Avrupa uluslararası kültür politikası çerçevesinde düzenlenen ilk ulus ötesi sergi olması açısından ayrıca önem taşıyor.

Konu sanat olduğunda, coğrafi sınırların hiçbir önemi kalmadığını; küreselleşmenin, ülkelerin geleneksel ve bireysel kültürlerine karşı bir tehdit oluşturmak yerine küresel bir kasaba yaratarak, dünyayı küçültüp, insanları birbirine yakınlaştırdığı tezini savunuyor. Aslında serginin tümü, özgürlük üzerine bir beyan gibi. Seyirciyi, ne bir sanat akımı, ne bir ülkenin sanat tarihi, ne de bir sanatçının kariyeri ile ilgili eğitme amacı gütmüyor. Sadece aynı topraklar üzerinde, aynı veya farklı dönemlerde, gerçek veya mecazi anlamda “bir arada” var olmuş, birbirlerinden bağımsızca üretmiş, ama doğrudan veya dolaylı olarak birbirlerini etkilemiş bir grup sanatçıyı, galerinin sınırları içerisinde bir araya getiriyor.

Joseph Kosuth, One and Three Pans

Kavramsal sanatın önde gelen isimlerinden Amerikalı sanatçı Joseph Kosuth’ün bir tava, o tavanın beyaz fon önünde çekilmiş bir resmi ve “tava” sözcüğünün kelime anlamının yazılı olduğu bir kağıttan oluşan One and Three Pans adlı eserinin hemen karşısındaki duvarda Güney Afrikalı fotoğraf ve video sanatçısı Candice Breitz’in Factum Kang adlı filmini görüyoruz. Kosuth ve Breitz gibi birçok açıdan birbirinden farklı iki sanatçının sergi kapsamında, birbirleriyle yarışmaksızın yan yana yer almaları oldukça önemli. Sergi boyunca devam eden böylesine birliktelikler, seyirciye, kendilerininkinden farklı perspektiflerin, kendi bireyselliklerine ve inançlarına birer tehdit değil, kendilerine daha zengin bir düş dünyası sunan birer unsur olduğunu gösteriyor. Bu anlamda sergi, ‘gerçek hayat’tan bir kesit, farklı “doğru”ların bir arada var olabileceğinin kanıtı ve bu “çok doğrulu” düzeninin savunucusu. Galerinin alt katında sergilenen, Ayşe Erkmen’in Here and There adlı, on altı çelik yamuktan oluşan heykeli ise serginin ana tezini içinde barındırıyor. Birbirinden renk ve biçim olarak farklı olan bu on altı parça, iki bambaşka şekil yaratacak şekilde düzenlenebiliyor. Bu bağlamda, farklılıkları birer fırsat olarak değerlendirip, onlardan değer yaratmanın tamamen insanların yaklaşımına ve bu doğrultuda yapıcı bir bilincin varlığına bağlı olduğunun göstergesi.

Candice Breitz, Factum Kang, 2009

Artspace Germany, tüm bu özellikleriyle, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri etkisi ilk kez günümüzde küresel boyutlara ulaşan aşırı milliyetçi bir politik akımın ortasında, bu akıma varlığıyla meydan okuyan ve fırtınanın yaklaşmasını karadan belki endişe, belki umutsuzlukla izleyenler için, daha önce de bahsettiğim gibi adeta ümit ışığı saçan bir deniz feneri gibi. İnsanlar, ırklar, uluslar, din ve mezhepler arasındaki farklılıkların ayrıştırıcı unsurlar olarak sunulduğu bir dönemde, bizzat bu farklılıkların yarattığı çeşitliliği, “sınırsız”lığı, insanları insan, iyi eserleri iyi eserler yapan ortak özellikleri kucaklayan bir sergi, İstanbul’un kalbinden kuvvetlice yayılan bir atış çizgisi ve hayatın tüm gücüyle devam ettiğinin kanıtı.

Ayse Erkmen, Here and There, 1989

Artspace Germany sergi görüntüsü

bottom of page