top of page

Evde olma hissiyatının peşinde

Sounds Like Home: Longing and Comfort through Lullabies sergisi, 22 Ağustos’a kadar San Francisco’daki SOMArts Ana Galeri’de ve çevrimiçinde devam ediyor. Sergiye dair merak ettiklerimizi serginin küratörleri Duygu ve Bengü Gün’e sorduk


Röportaj: Selin Çiftci



Duygu ve Bengü Gün, Fotoğraf: Andrii Zamovsky



Sounds Like Home, aidiyet, bağlılık gibi pek çok yerleşik kavramla özdeşleşmiş ninniler üzerinden şekillenirken, ilhamını ailenizin Yunanistan’dan Türkiye’ye olan göç hikâyesinden alıyor. Sergi bu hikâyeden, sizin kendi çocukluğunuzdan hangi izleri taşıyor?


Duygu Gün: Türkiye’de hemen hemen her ailenin tarihinde bir göç hikâyesi var. Ya farklı bir şehire ya farklı bir ülkeye, kimisi zorunlu kimisi ise tercih sonucu. Biz ailemizin hikâyesi ise mübadeleyle 1924’te Girit’ten Türkiye’ye zorunlu olarak göç etmeleriyle başlıyor. Büyürken de hep bu hikâyeleri dinleyerek ve merak ederek büyüdük. Hangi dili konuşuyorlardı, niye artık o dilde konuşmuyorlardı, neden gelmişlerdi, özlüyorlar mıydı, komşularıyla ilişkileri nasıldı? Aile buluşmalarında ise hemen hemen her zaman bu özlem hikâyelerine müzik eşlik ederdi. Ömrünün büyük bir kısmını farklı ülkelerde bir göçmen olarak geçiren biri olarak hep müzikle özlemimi giderdim, müzikle yeni kültürlerle bağlantı kurdum. Ailemin tersine benimki zorunlu bir göç değildi, sadece daha farklı hayatları ve kültürleri tanımak istiyordum.


Bengü Gün: Dedem Girit ve aile hikâyelerini anlatmayı çok severdi; ama oraya dönmeyi hiç düşünmezdi; sanki onun için kapanmış bir defterdi. Çok isterdim onunla Girit’e gidebilmeyi. Babam yıllarca öğrenmeyi ve konuşmayı reddettiği dili yakın zamanda yeniden öğrenmeye başladı. 2019 yılında sonunda onunla Girit’e gidebildik. Yıllarca anlattıkları köyü görmek, oradaki “komşularıyla” tanışmak tarif edilmez bir tecrübeydi. Köydeki bir aile tarafından sanki evimizde gibi karşılandık. Onlar da mübadeleyle Türkiye’den Girit’e gelmişlerdi, kısa zamanda tüm köy bu eve doluştu ve karşılıklı hikâyeler paylaşıldı, ortak tanıdıklar bulundu, şarkılar söylendi. İşte o zaman evde gibi hissettik ve sanki hikâye tamamlandı. Sergide de peşinde olduğumuz şey bu “evde olma” hissiyatı idi.



Sounds Like Home: Longing and Comfort through Lullabies sergi görüntüsü

Fotoğraf: Richard Lomibao



Göçlerle birlikte ninnileri sınırların ötesine taşırken, yolculuk sırasında da yenilerini üretiyoruz aslında. Bu bağlamda serginin kendine özgü, akışkan, dinamik bir dünya haritası oluşturduğunu söyleyebilir miyiz?


Duygu Gün: Sergide dünyanın farklı ülkelerinden göç hikâyeleri yer alıyor. Nooshin Hakim, Hannah Reyes Morales ve Ceyda Oskay farklı coğrafyalarda topladıkları ninnilerle göçmenlerin hikâyelerini anlatırken aslında kendi göç hikâyelerine de farklı bir katman ekliyorlar. Husniya Khujamyorova, Pamir bölgesinde yok olma riski taşıyan dillerdeki ninnilerin kayıtlarını yaparak o coğrafyanın kültürünü ve müziğini ölümsüzleştiriyor. Güneş Terkol mekâna yayılan tüllerle yaptığı hu hu hu isimli eseriyle ninnilerde geçen evrensel dili, komşuluk ve aidiyetlik hissini bir araya getirerek bu haritayı tamamlıyor.


Bengü Gün: Ninniler hemen hemen her kültürde olan, ebeveynlerin çocuklarını uyuturken ya da sakinleştirmek için söyledikleri, basit bir armonik yapıya sahip müzikler. Ama Federico Garcia Lorca’nın da dediği gibi her coğrafyanın kendi kültürüne dair izleri taşıyorlar. Sergi bize bu kadar benzerliğin içerisindeki farklılıkları da gösteriyor. Aynı zamanda ninniler toplumsal konulardan da izler taşıyor. Elena Mencarelli’nin A Different Story (Bir Başka Hikâye) işinde bahsettiği çocukken dinlediğimiz hikâyelerin ne kadar geniş toplumsal sorunlara yol açtığını, masum bir çocuk şarkısının ya da peri masalının, kadın cinayetleri ve kadının toplumdaki yeri üzerine ne kadar çok şey anlattığını da bize gösteriyor.


___

Müzik kültürel bir birleştirici, dilini anlamasak da başka dildeki şarkıların duygularını anlıyoruz. O tanıdık olma hissinin verdiği rahatlığın en evrensel olarak ninnilerde bulunduğunu düşünüyorum. -Duygu Gün

___



Sergide farklı disiplinlerden, coğrafyalardan gelen sanatçılar ve “ses”ten ziyade araçsallaşmış pek çok ifade biçimi yer alıyor. Sergideki sanatçılar nasıl bir araya geldi; bu çeşitlilik sergiye nasıl katkıda bulunuyor?


Bengü Gün: Sergiyi kurgulamaya ilk başladığımız andan itibaren olabildiğince farklı sese ve hikâyeye yer vermek istiyorduk. Aslında ninniler ve çocuk şarkıları bu hikâyelerin anlatılmasında çoğu zaman bir araçtı ve sanatçılar da bu hikâyeleri sadece sesle değil farklı formlarda ve materyallerle aktarıyorlar. Sergiden bazı eserlerle bunu anlatmak sanırım daha kolay olacak. Taro Hattori’nin sergide yer alan Treading a Lost Journey işinde de Young Müzesi’nde katıldığı bir konuk sanatçı programı sırasında insanları en çok etkileyen kayıpları üzerine topladığı ses kayıtlarını paylaştı. Projesinde katılımcıları en çok etkileyen kayıpların aileleri ya da çocukluklarıyla ilgili olduğunu gözlemlemişti ve o kayıplarla eşleşen ses kayıtlarını toplamıştı. Sergide yer alan yerleştirmesinde kendi çocukluğundan annesinin kullandığı dikiş makinesi ve ona göre hafızanın işleyişini temsil eden bisiklet tekerleriyle topladığı bu sesleri bir araya getiriyor. Daniel Konhauser, Invisible Theremine ve Optical Score işlerinde artık dijitale daha da bağımlı olduğumuz bu dönemde fiziksel temasının azalmasını ve ebeveyn çocuk ilişkilerinin değişmesini ele alıyor. İris Ergül’ün San Francisco’da ürettiği ve anneannesinin vücudunu temsil eden ve şamanik bir ritüel objesini andıran Old She-Hyena isimli giyilebilir heykeli ise tam tersine alıştığımız beden/ruh, erkek/kadın, doğa/kültür gibi çevremizle kurduğumuz ikili ilişkileri sorguluyor. Rashin Fahandej’in video yerleştirmesi hapisteki babaların çocukları için kaydettikleri ninniler aracılığıyla yargı sistemlerinin ırkçı ve ayrımcı yapısını sorguluyor. Projesi kapsamında San Francisco’da da bir saha çalışması yapmayı planlıyor.



Sounds Like Home: Longing and Comfort through Lullabies sergi görüntüsü

Fotoğraf: Richard Lomibao



Sergiye paralel olarak The Lullaby Project programı kapsamında sanal bir söyleşi de gerçekleşecek; bu iş birliğinden ve detaylarından bahseder misiniz?


Duygu Gün: Carnegie Hall Weill Müzik Enstitüsü tarafından başlatılan Lullaby Project programıyla ninniler üzerine araştırma yaparken tanıştım. Lullaby Project zorlu yaşam koşulları yaşayan anneleri profesyonel müzisyenlerle eşleştiriyor ve onlara bebekleri için kendi ninnilerini besteleme ve kaydetme konusunda yardımcı oluyor. Programın amacı müziğin gücünü kullanarak anne sağlığını desteklemek, çocuk gelişimine yardımcı olmak ve ebeveyn ile çocuk arasındaki bağı güçlendirmek. Carnegie Hall’ün geliştirdiği rehber ve sağladığı destekle program değişik kurumların iş birliğinde farklı eyaletlerde ve ülkelerde can bulmuş. Bu amaçla Bengü ile birlikte proje ortaklarıyla gerçekleştirdikleri ve iyi uygulamaları paylaştıkları iki günlük çevrimiçi konferanslarına katıldık. Yaptıkları çalışmalar bizi çok etkiledi; hatta Türkiye’den ilgilenebilecek bazı müzisyenlerle de bu programı paylaştık. Aslında ilk amacımız sergiye paralel olarak San Francisco’da yerel ailelerin ve sivil toplum örgütlerinin katılımıyla bu programı birebir yapmaktı. Fakat Covid-19 nedeniyle fiziksel bir program yapmak maalesef mümkün olmadı. Onun yerine San Francisco’daki proje ortakları Noe Music ve Homeless Prenatal Program’ın da katılımıyla bir söyleşi gerçekleştirmek ve Lullaby Project’in detaylarını paralel olarak serginin izleyicileriyle de paylaşmak istedik.

___


O ses, bizim için büyürken çok duyduğumuz Samiotisa Samiotisa isimli bir şarkı ve Girit’te Larani Köyü.

-Bengü Gün

___


Sergi aynı zamanda SOMArts Cultural Center’ın Konuk Küratör Programı’nın 11. sezonunun son sergisi. Programa dair izlenimleriniz neler oldu, süreç nasıl gelişti?


Bengü Gün: SOMArts farklı disiplinlerde etkinlikler ve sergiler aracılığıyla sosyal değişime katkı sağlamayı amaçlayan ve kar amacı gütmeyen bir kurum. Konuk küratör programı da bu amaca yönelik sergileri desteklemek, sanatçı ve küratörlerin yetkinliklerini artırmak üzerine kurulmuş. Programa bir sergi projesiyle başvuru yapılıyor ve senede üç sergiye bu kapsamda yer veriyorlar. Duygu farklı ülkelerden ninnileri toplamak üzere bir çalışma yapmak istiyordu. Programın açık çağrısını benimle paylaştıktan sonra, ninniler üzerine çalışmalar yapan sanatçılar üzerine bir araştırma yaptık. Ardından bunu SOMArts’a bir sergi önerisi olarak sunduk. Bizim açımızdan çok değerli bir deneyim ve öğrenim süreciydi. Buradaki sistemli iş yapış şekli, sınırların ve rollerin çok net olması özellikle benim için farklı bir deneyim oldu. SOMArts ekibiyle çalışmak da oldukça keyifli ve pürüzsüzdü, her konuda desteklerini alabildik. SOMArts fon, mekân ve işgücü desteğinin yanı sıra SAHA ve benzeri derneklerden fon alabilmemiz için idari destek verdi. Programın ilk altı ayında çeşitli küratöryel pratikler üzerine eğitimlere katıldık. Covid-19 sebebiyle planlarımızı hem fiziksel hem çevrimiçi olacak şekilde yaptık, bazı planlarımızı iptal etmek ve bazı işlerin sunumunu değiştirmemiz gerekti. Zor bir süreç olsa da, SOMArts’ın sağladığı çevrimiçi sistemle sergiye her yerden erişim sağlayabileceğiz.



Güneş Terkol, Hu Hu Hu, 2020-2021, Fotoğraf: Richard Lomibao



Serginin ilk tanıtım broşürlerinde ismi Anne Kucağı (Mother’s Bosom) olarak geçiyordu; isim değişikliğine sizi götüren nedenler nelerdi?

Duygu Gün: Ben birçok değişik ülkede yaşadım ve her gittiğim yerin dilini ve müziğini öğrenmeye çalıştım. San Francisco’daki hayatım da çok kültürlü, birçok dilin dansını ve müziğini iç içe yaşadığım, bazen aynı günde birkaç dil konuşup birkaç farklı dünya müziği türünde jam yaptığım bir ortam. Müzik kültürel bir birleştirici, dilini anlamasak da başka dildeki şarkıların duygularını anlıyoruz. O tanıdık olma hissinin verdiği rahatlığın en evrensel olarak ninnilerde bulunduğunu düşünüyorum. Projenin ismini koyarken o bilinirlik hissini anne kucağındaki o güvenli ve rahat olma hissine benzettiğim için ve sergide de öyle bir his yaratmaya çalıştığımız için bu şekilde isimlendirdik sergiyi ilk başta. Fakat serginin ana konusu anneler değil, ebeveynler de değil. Asıl ele aldığımız konu ninnilerin evrenselliği, içinde barındırdığı hikâyeler, beklentiler, özlem, üzüntü, sıkıntı, tanıdık olma hissi ve Sounds Like Home bunu daha iyi anlatıyor ve de sesin temel alındığı görsel bir sergide ses öğesine de bir referans veriyor.



İkiz olarak, çocukluk bilincine uzanan bir sergide beraber çalışmak nasıl bir deneyim? Üretim sürecinde birbirinizi bu anlamda nasıl beslediniz?


Bengü Gün: Duygu ile yollarımız on beş sene önce Duygu, İtalya'ya taşındığında ayrıldı. Tek yumurta ikiziyiz, bütün öğrenim hayatımızı beraber geçirdik ve birçok projede beraber çalıştık. Birbirimizi çok iyi tamamlıyoruz. Duygu’nun San Francisco’da müzik üzerine çalışmaları ve benim görsel sanatlar alanındaki odağımla sesin ön planda olduğu bir sergi ortaya çıktı. Farklı kültürlerde yaşamanın ve işlerde çalışmanın bakış açılarımızı nasıl farklılaştırdığını görmek şaşırtıcıydı ama sürecimize çok katkısı oldu.



Rashin Fahandej, A Father's Lullaby, 2019, Fotoğraf: Richard Lomibao



Aylin Vartanyan’ın Eşikte Karşılaşmalar başlıklı çalışmasında ninniyle ilişkili olarak “Sanki o ses tüm taşları, duvarları, harfleri ve resimleri tutuyor” diye bir dize geçiyordu. Sizin için o ses ne; ve nerede yankılanıyor; evi, mekânı neresi?


Bengü Gün: O ses bizim için büyürken çok duyduğumuz Samiotisa Samiotisa isimli bir şarkı ve Girit’te Larani Köyü.


___


Duygu ve Bengü Gün küratörlüğündeki Sounds Like Home: Longing and Comfort through Lullabies sergisini 22 Ağustos’a kadar çevrimiçi olarak bu adres üzerinden ziyaret edebilirsiniz.

bottom of page