top of page

Evcil itaatsizlik ya da itaatsiz evcimenlik


Londra, Arcade Gallery sanatçılarından Can Altay, bu ay Öktem & Aykut Galeri'de ilk sergisini açıyor. Sanatçıyla yeni sergisini ve sergilenecek yeni işlerini, şehirleri ve mekanları konuştuk.

"Hepimizin yaşadığı, barındığı ve hatta beraber ürettiği bu kavram aslında mekanı tartışmaya açmayı, sorgulatmayı gerektiriyor. İdeal mekan yaratmak da değil mesele. Tasarım pratiğiyle olan ilişkisini düşündüğümüzde bir ideal mekan arayışı olabilir, fakat benim bilakis ideal mekanın imkansızlığı ve onu sorunsallaştırmak gibi bir meselem var. Mekanın her zaman siyasi, sosyal ve ekonomik bir inşa olduğunu varsayarak mekansal müdahalelerle mekanı algılayış biçimimizi sorguluyorum. Kaldı ki, mekanı zamandan ayırabileceğimizi de düşünmüyorum, kendimizin de içinde bulunduğu ve sürekli parçası olduğu durumlara bakıyorum. Kentle ilgili olan projelerimde ise belgeler ve belgeleme üzerinden yine mekana dair bir söz söyleme çabam var.

Şu sıralar kavramsal olarak post-humanities denen ve antroposen tartışmasıyla da kuvvetlenen insan merkezli düşünmenin ötesinde, ya da bunun getirdiği sınırlamaları idrak etme konusu ilgimi çekiyor. Aslında çevre diye bahsettiğimiz ve kabul ettiğimiz şeyin uzun bir süredir insan etkisi altında biçimleniyor oluşu, yapay-doğal gibi ayrımların yeniden düşünülmesine duyulan ihtiyaç, beşeri bilimlerin sadece insan merkezli değil, canlı ve cansızlarla bir arada nasıl düşünülebileceğine dair bir şeyler okuyorum."

Eylül’de Öktem & Aykut Galeri’de ilk serginizi açıyorsunuz. Arcade Gallery’deki kisisel serginizin devamı niteliğinde mi olacak? Serginizden ve işlerinizden bahsedebilir misiniz?

Biraz karışık bir sergi, yoksa karma mı desem... Bir kaç yeni serinin veya bir kaç yeni işin bir arada olup birbirine gireceği bir sergi kurguluyorum. Kişisel sergileri de bir grup sergisiymiş gibi ele almak, sergilenen işler arasında öyle bir dinamik yaratmak anlamlı geliyor. Bu mekanın bir apartman dairesi olmasıyla da ilişkili olarak evcilleştirme dediğimiz kavram ve buna direniş gösterme, evcilleşememe, evcilleştirememe durumunu işliyorum. Diğer tarafta ise görme rejimlerine odaklanıyorum. Görsel sanatlar gözü temel alan bir alan. Ben de bu kavramı zorlayan, yer yer mekansal algının müdahaleye uğrayacağı, yer yer de farklı görme biçimleri öneren bir takım işler hazırlıyorum. Manzara ve peyzaja hükmetmek için kurgulanan aparatlar ve bunların beraberinde gelen rejimlere değinmeye çalışıyorum. Mayıs ayında Arcade’de düzenlediğim sergimde göstermiş olduğum bir işi de eklemeyi düşünüyoruz. Bu iş de mekana ilişen, bir şekilde işlevi olan ama bu işleve karşı gelip işlevini bozan ve kaçmaya çalışan bir heykel veya bir lamba. Bir ampul odanın ortasında tavandan sarkıyor ve dönüyor. Bir yandan kendi kuyruğunu kovalarken diğer yandan o evin veya ortamın parçası olmaya direnç veya direniş gösteriyor. Aynı zamanda sergi Kurban Bayramı’na denk geliyor. Bu dönemde kurbanlık hayvanların kaçması hepimizin aşina olduğu bir sahnedir. Basında en çok yer alan ve kaçma, kaçamama sonunda yakalanma ve malum şekilde sonlanan bu sahneye değinen bir iş olacak. Görme, gösterme, kaydetme üzerinden İstanbul’un içinde bulunduğu şiddetli dönüşüme bakan, üçüncü köprüyle ilgili bir iş de var. Bu da manzara resmi üzerinden yine peyzaj geleneklerine bağlanıyor. Sonuçta hepsinin ortak noktası evcillik veya evcilleştirme, yani bilumum kontrol mekanizmaları ve ona karşı bir şekilde direnme çabaları. Domestic disobedience (evcil itaatsizlik) yada itaatsiz evcimenlik olarak tercüme edebiliriz bu kavramı.

Konsept işler yapıyorsunuz. Kavramsal işlerin evcilleşmesi daha zor oluyordur muhakkak. Satışı nasıl oluyor bu tarz işlerin?

Benim için birinci öncelik işimin pazarda bir meta olması, dolaşıma sokulabiliyor olması veya alınıp satılıyor olması değil. Benim için öncelik her zaman işimin izleyiciyle ve potansiyel izleyicilerle kuracağı ilişki ve o karşılaşmanın getireceği düşündürme, dönüştürme potansiyeli ve sorgulama anı. Böyle baktığımızda da bu anların koleksiyonculuk pratikleriyle ilişkilenebildiği ortamların daha çok koleksiyonculuğa bir nevi koruyuculuk, sahip çıkıcılık sorumluluğuyla yaklaşan bireyler ve kurumlarla sağlanabildiğini görüyoruz. Ticari galerilerin de tek işlevleri eserleri pazarda dolaşıma sokmak değil. Geleneksel olarak yapılan işleri ve yapıtları bir şekilde göstermek ve görünebilir kılmak gibi bir sorumlulukları da var. Mesela SALT’ta Her Tercih Diğer İhtimaller İçin Bir Dışlamadır sergisinde üç koleksiyonerin koleksiyonlarındaki eserleri sergilediler. Bu sergideki çoğu eser kolay kolay evcilleşemiyor. Evcilleşmeye direnen işler olmalarına rağmen koleksiyonlara giriyor ve bu şekilde hala izleyiciyle buluşabiliyorlar. Öte yandan sanat yapıtıyla birlikte yaşamanın getirebileceği gerilim de ilgimi çekmiyor değil. Aynı mekanın parçası olma durumu yani.

Peki nedir sizin bu mekanlarla alıp veremediğiniz? Lisans ve yüksek lisans eğitiminiz mimarlık fakültesinden. Şu anda da Bilgi Üniversitesi Endüstri Ürünleri Tasarımı bölümü başkanısınız. Yeni mekanlar veya ideal mekanlar yaratmak için yeterli olmadı mı bunlar?

Başka nerede yaşıyoruz ki? Hepimizin yaşadığı, barındığı ve hatta beraber ürettiği bu kavram aslında mekanı tartışmaya açmayı, sorgulatmayı gerektiriyor. İdeal mekan yaratmak da değil mesele. Tasarım pratiğiyle olan ilişkisini düşündüğümüzde bir ideal mekan arayışı olabilir fakat benim bilakis ideal mekanın imkansızlığı ve onu sorunsallaştırmak gibi bir meselem var. Mekanın her zaman siyasi, sosyal ve ekonomik bir inşa olduğunu varsayarak mekansal müdahalelerle mekanı algılayış biçimimizi sorguluyorum. Kaldı ki mekanı zamandan ayırabileceğimizi de düşünmüyorum, kendimizin içinde bulunduğu ve sürekli parçası olduğu durumlara bakıyorum. Kentle ilgili olan projelerimde ise belgeler ve belgeleme üzerinden yine mekana dair bir söz söyleme çabam var.

“Kağıtçıyız” dedi ("We’re Papermen”, he said), 2003 işinizle alakalı belirttiğiniz gibi, içinde bulunduğumuz sistem veya mekanın sınır ve kurallarını zorlamadan tamamlanamıyor muyuz? O mekan işlevini yerine getiremiyor mu? Tamamlanamıyor mu?

Hem mekanların hem de sistemlerin içine doğuyoruz. Fakat hepimizin algılarının veya görmek istediklerinin sınırları var. O sınırların veya o sınırların sınır olma durumunun görünür olduğu anlar, o sınırların zorlandığı anlar benim çok ilgimi çekiyor. Varoluşsal bir şey bu. İçine doğduğumuz sistem veya mekanlarda nasıl barınıyoruz, bu barınma biçimlerinin ne kadarı bize kodlanmış vaziyette, ne kadarı zorlanabilir, hangi sınırları varsayıyoruz da zorlamaya çalışıyoruz gibi sorular benim asıl odak noktam. Kağıtçılar’da ise hem kentin görünür olmayan potansiyelinin (ya da içsel bir aşırılığın) ortaya çıkıyor olması hem de bu yapının enformel sektörle ilişkisi, diğer yandan ise herkesin görmeyi reddettiği neredeyse bağımsız bir katman veya paralel bir evren oluşturmaları ilgimi çekiyordu. Tanınmasalar veya sisteme dahil edilmeseler de hem ekonomik hem de ekolojik olarak kente çok büyük katkıları var. Üzerinden 12 yıl geçmiş olmasına rağmen hala geçerliliğini koruyan bir proje.

İstanbul’dasınız artık. Hayatınızdaki üç şehir, Ankara, İstanbul ve Londra, mekan olarak size ne ifade ediyor?

Londra’ya şimdiki eşim, o zamanlar kız arkadaşım Aslı’nın peşinden gitmiştim. İngiltere’de hem çok iyi dostlar edindiğimi hem de benim tartışmaya çalıştığım konuların karşılık bulduğunu söyleyebilirim. Sadece Londra değil, İngiltere’yle hala bir şekilde kuvvetli bir bağım var. Şu anda farklı şehirlerde devam eden iki projem var. Klişeleri aşıp İstanbul hakkında bir şeyler söylemek zor. Fakat İstanbul benim hala biraz kıyısında kaldığım ama bir yandan da hakkında bir çok şey öğrendiğim bir şehir. Ankara ise benim için çok formatif, hem söylemimin hem de sanat pratiğimin şekillendiği yer. Mekan ve toplum ilişkisi ve bu ilişkinin kurgulanması gibi hikayelerin kafamda şekillendiği yer ve ister istemez çocukluk anılarıyla beklenmedik anlarda karşılaşabiliyorsunuz, peşinizi bırakmıyorlar.

Şu sıralar ne okuyorsunuz?

Şu sıralar kavramsal olarak post-humanities denen ve antroposen tartışmasıyla da kuvvetlenen insan merkezli düşünmenin ötesinde, ya da bunun getirdiği sınırlamaları idrak etme konusu ilgimi çekiyor. Aslında çevre diye bahsettiğimiz ve kabul ettiğimiz şeyin uzun bir süredir insan etkisi altında biçimleniyor oluşu, yapay-doğal gibi ayrımların yeniden düşünülmesine duyulan ihtiyaç, beşeri bilimlerin sadece insan merkezli değil, canlı ve cansızlarla bir arada nasıl düşünülebileceğine dair bir şeyler okuyorum. Diğer yandan şu anda gündemde olan müşterekler meselesi var. Kent ve kent mekanını ve kamusallığı nasıl düşünebiliriz, kendimizi ve kenti dönüştürmenin başka yolları neler olabilir soruları ve en önemlisi mevcut dilin ve literatürün yetmediği yerlerde dili nasıl esneteceğiz, derdimizi nasıl artiküle edeceğiz, bu benim için şu andaki temel merak. Bu yüzden tekrar edebiyata bakmak gerekiyor sanırım. Öykü bu aralar ilgimi çekmeye başladı, şu anda Roberto Bolano okuyorum. Deneme hem ilginç bir format hem de kendi yaptığım işle yakın görüyorum. Deneme hem edebi metin olarak hem de bir eylem olarak bana çok anlamlı geliyor. Bilimsel metinlerdense fikirlerin test edildiği denemeler okumayı tercih ediyorum. Geçenlerde hatta biri ‘sen necisin peki?’ diye bir soru sordu. Kendi yaptığım şeyler her zaman metinsel değil ama eylem olarak aslında birer deneme. Deneme nasıl öykü veya roman gibi kendine yer bulmakta zorlanmışsa benim yaptığım işin de görsel sanatlar pazarıyla benzer bir ilişkisi olabilir.

Öktem & Aykut Galeri’de açılacak serginizle başlamıştık. İstanbul’da bir galeriyle çalışmaya neden şimdi karar verdiniz: Öktem & Aykut Galeri’yi seçmenizin nedenleri ve bu beraberlikten beklentileriniz nelerdir?

Şu ana kadar belirli bir galeriye değil fakat genel olarak pazar ve galeri sistemine karşı bir tereddütüm vardı. 2008’den beri Londra’da Arcade’le çalışıyor olmam benim için bir ısınma oldu. Arcade’in uzakta oluşu ve nispeten küçük bir galeri olması benim için artı etkenler oluşturdu. Bir galeriyle çalışmaya karar vermemde bir kaç etken var. Galeri mekanının karakteri ve o galeriyi idare edenlerin veya sahiplerinin karakteri çok önemli. Çalıştığım yerle belli bir samimiyet ve güven kurmak isterim. Bir yandan da daha çok o mekanda yapabileceğim sergileri göz önünde bulunduruyorum. Bir eserin dolaşıma girmesinden ziyade o galeri mekanının bana kurdurduğu hayaller ve olasılıklar, olabilirlikler benim için bir öncelik oluşturuyor. Mekan olarak hem Arcade hem Öktem & Aykut müzelere veya başka sergi alanlarına kıyasla daha küçük ölçekli galeriler. Arcade küçük bir dükkan, Öktem & Aykut ise eski bir apartman dairesi. Bu boyut ve karakter bende yakınlık ve samimiyet hisleri oluşturuyor. Her iki mekanı da sanat yapıtı ve izleyici arasında doğabilecek mesafenin daha kolay katledilebileceği bir alan olarak kafamda canlandırıyorum. İki galeri de yaptıkları işlerde iddialı ama bir anlamda tevazu içeren karakterlere sahip. Bunun da etkisi var. En nihayetinde İstanbul’la ilgili olan çekincelerimin temelinde buranın pazar dinamiklerine biraz temkinli yaklaşma ihtiyacı vardı. Şu anda İstanbul’a karşı rahatlamış olmamın burada bir sergi yapma ihtimalinin kafamda canlandırdıklarının beni motive etmesinde büyük bir payı var diyebilirim ve tabi ki Tankut ve Doğa ile çalışıyor olmanın bende doğurduğu hissiyat da bu kararımda büyük bir etken.

bottom of page