Ev, hafıza ve Ankara
- Merve Akar Akgün & Nazlı Pektaş
- 11 dakika önce
- 7 dakikada okunur
Bilkent Üniversitesi Ara Güler'in Ankara fotoğraflarını Galeri Siyah Beyaz iş birliğiyle kamuya ilk defa kapılarını açan İhsan Doğramacı'nın konutunda sergiledi. 18 Kasım akşamı İhsan ve Ayser Doğramacı Bilim, Kültür ve Sanat Merkezi olarak adlandırılan konutta açılan Ankara Fotoğrafları Seçkisi Ara Güler'in kamerasından kentin toplumsal dokusunu, kent yaşamını ve bireysel hikayeleri yansıtıyor
Görseller: Ara Güler Müzesi izniyle

Ankara’da bir kapı açıldı: İhsan Doğramacı’nın evi, Bilkent’in hafızası
ve Ara Güler’in Ankarası
Merve Akar Akgün
Ankara’nın belki de en çok bilinen özelliklerinden biri, kamusal olanla özel olan arasındaki keskin çizgiyi titizlikle koruyan, mesafeli yapısı. Bakanlık binalarının, elçiliklerin, üniversite kampüslerinin ardında kalan hayat çoğu zaman kapalı şekilde yaşanan bu kentte, dışarıdan geçenler için yalnızca siluetler, ışıklar ve -muhtemelen asılsız- tahminler var. Bilkent’in yamaçlarında, çam ağaçlarının arasına gizlenmiş olan İhsan Doğramacı’nın konutu de uzun yıllar böyle bir kapalı hayatın mekânıydı. Bu ev, bir iş insanının gündelik rutinini, misafirlerini, aile fotoğraflarını, sofra düzenini saklayan, dışarıdan bakıldığında ise yalnızca “özel mülk” olarak görünen bir yapıydı. Şimdi ise kapılar ilk kez açıldı; üstelik bu açılış, Ara Güler’in Ankara fotoğrafları eşliğinde gerçekleşti.
Bilkent Üniversitesi, Türkiye’de vakıf üniversitesi fikrinin ete kemiğe büründüğü yer olarak biliniyor. Tıp eğitimi almış, pediatri alanında uzmanlaşmış bir hekimin, İhsan Doğramacı’nın, hayatının son döneminde kurduğu bu üniversite, eğitim-öğretim verip meslek kazandıran bir okuldan daha fazlası kültürle iç içe geçen bir bütün olarak kuruldu. Müzik fakültesi, güzel sanatlar, baskı ve gravür atölyeleri, kampüsün içine yerleştirilmiş sanat eserleri; bunların hepsi, Bilkent’in Ankara’nın teknik ve bürokratik kimliğinin yanına bir de sanat ve düşünce alanı ekleme isteğinin parçaları. Üniversitenin baskı atölyesinde “mabet” duygusuyla çalışan öğrencilerin, Avrupa’nın büyük atölyeleriyle kıyaslanabilen bir ortamda üretim yapabildiğini anlatan hocalar, bu mirası somut olarak sürdürüyor. Şimdi bu kültürel damar, kampüsün hemen yakınındaki bir konut üzerinden yeni bir kanala kavuşuyor.

Doğramacı konutunun kamuya açılması, üniversite çalışanları için sıradan bir protokol değişikliğinden çok daha fazlasını ifade ediyor. Hazırlık sürecinde, “ilk defa halka açılıyoruz” derken sesinin titrediğini saklamayanlar var; “sanki halka arz oluyoruz” diye espri yaparken belki minik endişelerini de ifade ediyorlar. Yıllarca Bilkent’in, vakfın, aile mensuplarının ve belli protokol çevrelerinin adım attığı bir mekânın önüne, “Keçiören’den biri de gelebilir” cümlesi kurulduğunda, evin statüsü bir anda değişiyor. Güvenlik önlemleri konuşuluyor, kapıdaki yüz kontrolü, isim listeleri, ama bütün bunların ardında başka bir soru dolaşıyor: Bu konutun kimin hafızasını taşıyor ve kimlerin görmeye hakkı var? Verilen cevap net: Ankara’da yaşayan herkesin.
Konutun hikâyesi, kentin dönüşümüne paralel ilerliyor. Mimar Arif Hüseyin Baş’ın imzasını taşıyan bina, 1991’de tamamlanıyor; üst kat uzun yıllar Doğramacı ve eşi için bir yaşam alanı olarak kullanılıyor. Onlar hayattayken burası gündelik hayatla devlet ve üniversite protokolünün kesiştiği bir yer. Labirent gibi koridorlar, misafirlerin birbirini görmeden odalar arasında dolaşmasını sağlayan düzen, zaman zaman altmış yetmiş kişiye uzanan yemek davetleri, masanın üzerindeki gümüşler, çeşm-i bülbüller… Ailenin çeyizinden gelen porselenler, salondaki halılar, duvarlarda yer alan tablolar bir konutun iç dünyasını kurarken, aynı zamanda bir ülkenin tıp, eğitim ve siyaset tarihine de yan yollardan temas ediyor. Daha sonra bina vakfa bağışlanıyor; bilim, sanat ve kültür merkezi olarak tasarlanıyor, fakat bu rolünü tam anlamıyla oynayabileceği gün şimdiye dek gelmiyor.
Bu sergiyle birlikte o bekleyiş bitiyor. Konutun salonu, Ara Güler’in siyah beyaz Ankara fotoğraflarını taşıyan panoları ağırlamak üzere yeniden düzenleniyor. Halılar kaldırılıyor, panoların ağırlığına uygun bir zemin hazırlanıyor, mekânla fotoğraflar arasında bir diyalog kurulmaya çalışılıyor. Bir yandan üst kattaki yatak odaları, dolapta asılı kıyafetler, yatak odasının avizesi olduğu gibi duruyor; bir insanın fiziksel olarak artık bulunmadığı ama varlığının hissedildiği odalar. Alt katta ise Bir Avuç İnsan belgeselinin gösterildiği küçük bir sinema bölümü, bahçeye açılan büyük camlar, içinde gölet bulunan bir peyzaj alanı var. Ev, böylece hem bir müze hem de yaşayan bir anlatı hâline geliyor: Ziyaretçi, önce bir konutun içinden geçiyor, sonra Ankara’ya bakan fotoğraflarla karşılaşıyor.
Sürecin en büyük sürprizi ise, Ara Güler arşivinde İhsan Doğramacı’ya ait bir fotoğraf bulunması. Sergi ekibi Ankara fotoğraflarını tararken bu kareyi baştan beri bildiklerini sanmıyor; görüntü arşivden çıkarıldığında aile üyeleri bile fotoğrafın nerede ve ne zaman çekildiğini hatırlamak için yeniden düşünmek zorunda kalıyor. Bu küçük keşif, İstanbul’un her köşesini fotoğraflamış, neredeyse ezbere bildiğimiz Ara Güler imgesini Ankara üzerinden yeniden kuruyor. Eski Ankara’nın kaybolmuş sokakları, binaları, siluetleri zaten başlı başına güçlü bir duygu yaratırken, bu kez o fotoğraflar Bilkent’in kurucusunun hayatıyla kesişiyor. Bir tarafta Ankara’nın kamusal yüzü, diğer tarafta özel bir evin içi; iki alanın kesişimi, sergiyi sıradan bir fotoğraf gösteriminden çıkarıp daha karmaşık bir hafıza alanına dönüştürüyor.

Bu açılış, Bilkent için de önemli bir eşik. Üniversite bugüne kadar sanat ve kültür alanında güçlü bir üretim yapısına sahip olsa da, bu yapının çoğu zaman kampüsle sınırlı kaldığı söylenebilirdi. Şimdi ise hem Ara Güler Müzesi’nin arşiv ekibi hem de üniversitenin fakülte ve vakıf temsilcileri şunu söylüyor: “Biz burada yalnızca kendi öğrencilerimize, kendi çevremize kapalı bir alan kurmak istemiyoruz.” Doğramacı’nın evinin, Ankara’nın farklı ilçelerinden, farklı yaş gruplarından, sanatla profesyonel bağı olsun olmasın pek çok ziyaretçiyi ağırlaması hedefleniyor. Bilkent’in eğitime, bilime ve sanata bakışının somutlaştığı yer, artık üniversite haritasında yeni bir nokta daha taşıyor.
İhsan Doğramacı’nın konutuna bugün adım atan biri, bir kurucunun biyografisini sırayla okuduğu bir “anıt ev”de gezmiyor aslında. Girdiği mekânda bir yanda pediyatri tarihine, vakıf üniversiteleri fikrine, uluslararası tıp çevreleriyle kurulmuş ilişkilere dair izler görüyor; diğer yanda kaybolmuş bir Ankara’yı Ara Güler’in gözünden. Bu karşılaşma, tam da Ankara’ya yakışan bir mesafeden kuruluyor: Ne fazlasıyla duygusal bir nostalji ne de steril bir kurumsal anlatı. Bilkent, kendi geçmişine ait bu evi açarken, başkalarının hikâyelerine de yer açıyor. Kapıdan içeri giren herkes, hem bir evin içini hem de kentin hafızasında bugüne dek kapalı kalmış bir odayı görmeye çağrılıyor.
Yürüyen bakışla kadrajlanan kentler: Ara Güler’e dair
Nazlı Pektaş
Afrodisias kentinin hikâyesini bilirsiniz. Ara Güler, 1958’de Kemer Barajı’nın fotoğraflarını çekmek üzere Aydın’a gider. Güler ve şoför barajın olduğu mevkii bir türlü bulamaz yollarını kaybeder ve Karacasu yakınlarında bir köye varırlar. Karanlık çöker, yön bulamazlar ve bir kahvehaneye sığınırlar. Gözleri loş ışığa alışınca şaşırtıcı bir manzara görür: Köylüler, antik sütun başlıklarını masa gibi kullanarak domino oynamaktadır. Loş bir kahvede masaya dönüştürülmüş sütun başlıkları önce bir rastlantı gibi görünür ama bu sahne Ara Güler’in kamerasıyla bir haber için gittiği bölgede bambaşka bir yer ararken karşısına çıkan tesadüfi bir görüntü olmanın ötesine geçecektir sabah olduğunda. Güler’in gündelik hayatına karışmış bir mermer onun gözünden, toprağın altındaki zamanla şimdinin arasında sabitlenir. Fotoğrafını çektiği anda mermer hem masa hem antik bir kentin izi olarak iki zamanı tek bir kadrajda birbirine sürter. Güler için bu sahne, tarihle gündeliğin neredeyse hiç ayrılmadığı, insanların antik kalıntıların içinde yaşadığı bir yerin habercisi olur. Ara Güler’in kentlere bakışını anlamak için güçlü bir başlangıçtır Geyre köyündeki bu karşılaşma.
Ara Güler’in röportajlarında sık sık anlattığı Afrodisias kentinin dünyaya açıldığı bu an, Michel de Certeau’nun The Practice of Everyday Life kitabındaki Walking in the City bölümünde yazdıklarıyla temas eder. Yazara göre: Kent ne bir resimdir ne de plancıların soyut tasarımlarının işlemesini beklediği bir düzen içinde yaşanır. Kentin dokusu, sokakta yürüyenlerin bitmek bilmeyen pratikleriyle ortaya çıkar; her adım, yürüyenin kendi fark edemediği bir kentsel metne dönüşür. Beden, o metni çözemese de her adımıyla kentin yoğunlaşan ve incelen çizgileri boyunca yol alır.[1]
Güler’in Afrodisias’ta bulduğu iz ile İstanbul’un sisli sabahları yahut Ankara Kalesi’nin taş sokaklarında peşine düştüğü görüntüler de böylesi bir dönüşümü işaretler. O yerler arasındaki ortak alfabe Güler’in bakışına eşlik eden yürüme eylemi içinde kurulur. Böylece, eski ve yeni kentler, onun kadrajında kendi adımlarının açtığı temas alanlarında yeniden yazılır.
Ara Güler’in fotoğrafları bu yürüyen bakışın mekân/bellek/zaman üçgeninde imgeye nasıl dönüştüğünü gösterir. Fotoğrafçı ile özne ve kent arasındaki ilişki bu alanların her birinde kendine özgü bir biçim kazanır. Güler’in fotoğraflarında yer alan, yüzler, duvarlar, sokaklar, meydanlar yahut nesneler fotoğrafçının niyetiyle çarpışan bir irade taşır. Fotoğrafçının niyetiyle “öznesine hükmetme” çabası hiçbir zaman tamamen ortadan kalkmaz ama asıl mesele bu mücadeleyi kabul etme biçimidir. Fotoğrafçı gerilim de diyebileceğimiz bu şeyi yok saydığında görüntü donuklaşır. Mücadeleyi çalışma zemini olarak kabul ettiğinde ise kadraj çoğaldıkça çoğalır ve o anda fotoğrafçı artık tanık konumundan uzaklaşır ve karşısındaki öznenin yahut mahallenin varlığını aşmaya çalışan biri yerine onun kendi temsil biçimini keşfeden bir kişiye evrilir. Güler’in insan yüzlerindeki sahicilik de buradan gelir. Herhangi bir hareketin içerisindeki birey, dahil olduğu kent yahut kırsal görüntüsüyle zaten olağan bir akışın içerisindeyken, fotoğrafçının isteğiyle tamamen teslim olmuş bir beden değildir. O kendi akışında kendi zamanındadır. Böylece Ara Güler fotoğrafı ne tümüyle fotoğrafçının buyruğuna indirgenmiş bir görüntüde ne de öznenin kendini olduğu gibi bıraktığı bir poz da var olur ikisinin de birbirine sürtündüğü bir yerde yeni bir imge olarak salınır.

Ankara Kaleiçi fotoğraflarında kadrajın temel ekseni taş kütle ile insan bedeni arasındaki oran, ve Ara Güler bu orana bakışı öyle bir yerden kuruyor ki kale duvarları, evler, sokaklar teatral bir fon gibi okunmuyor. Oyunlar, yürüyüşler, bekleyişler ve şeyler. Hepsi izleyicinin bakışını kuşatan unsurlar olarak var oluyor. Duvarların kapladığı alan ile çocukların, işçilerin yahut türlü şeyin kadrajdaki konumu arasındaki fark kamusal mekândaki ilişkilerin olağan akışını tarif ediyor. Siyah beyaz fotoğraflar bir taraftan Kaleiçi’ndeki mimari geometrisini, devşirme malzemenin duvarlardaki tanıklığını öne çıkarıyor öte yandan ton dağılımını ışığın sokaktaki figürler üzerine etkisini görünür hale getiriyor ve böylece Kaleiçi nostaljik bir mahalle sahnesi üretmekten çok bu fotoğraflarını çekildiği günün aktüel yapısını bir belge olarak karşımıza çıkarıyor. Güler, kendini tüm bu fotoğraflarda foto muhabiri olarak tanıtsa da bu kareler haber üretiminden çok kamusal mekân ile iktidar ilişkilerini kayda alan bir görsel analiz de sunmakta. Fotoğrafları bugünden okuduğumuzda bunların kent arşivi olmalarını yanında şu soruyu öne çıkaran imgeler bütünü olduğunu görürüz: Cumhuriyet’in başkentinde Kaleiçi, Anıtkabir, Gençlik Parkı gibi yerlerde Güler bize hangi kadrajlarda ne gösteriyor ve niçin? Biz bu fotoğrafları şimdi izlerken Ankara’nın yüzeyleriyle nasıl temas ediyoruz?
Ara Güler’in Ankara karelerini okumak için İstanbul’da yıllar boyunca biriktirdiği kent arşivini de akılda tutmak gerekir. Liman, köprü, ara sokaklar gecekondu sırtları, kahvehaneler, işçilerin toplandığı meydanlar… Hepsi kentle kurduğu bakışın laboratuvarı gibidir. Hangi şehirde olursa olsun Güler’in kamerasını yönlendirenler benzerdir. Bu mekânda kimler var? Ne yapıyorlar? Hangi izleri gösteriyorlar? Ankara fotoğrafları da İstanbul’da yıllara yayılan bu birikimle birlikte düşünüldüğünde tek tek hikayelerden çok kentleri nasıl okunduğuna dair sürekliliği ortaya seriyor. Fotoğraflar kent hafızasını hangi kadrajların kurduğunu tartışmaya açan bir yandan arşiv diğer yandan da kentsel tarihin büyüleyici fotoğrafları.

Kendi sözleriyle tarihi zapt ediyor ya Ara Güler. İstanbul’un uyanışından, gözlerini kapatmadan geçirdiği geceye kadar tüm zamanlarda yürürken, Ankara’da yahut Anadolu’nun başka bir yerinde tarihe not bıraktığı görüntüler yerleştiriyor kadrajına. Sonra orada tohumlanan neredeyse 2 milyon kare dünyanın artık olmayan ya da sürpriz bir biçimde aynen devam eden halleriyle Ara Güler arşivine yerleşiyor.
Ara Güler zamanları birbirine geçtiği yerlerde de yürür, Ağrı Dağı’nın zirvesine de tırmanır, Anıtkabir’de aslanlı yola da Kaleiçi’ndeki dar sokağa da çevirir kadrajını balıkçılara da çocuklara da… Bakışı gerçekte yürür ve fotoğrafları, ona göre sanat değil gerçektir, peki kabul. Bana göre ise gerçeğin ta kendisi ve aynı zamanda Ara Güler’in foto muhabirliğinden ödün vermeyen düşüncesinin, estetik alana Güler’den de habersiz sızan, yürürken bıraktığı bakışının ihtişamlı izidir.
[1] Michel de Certeau, The Practice of Everyday Life, University of California Press, 1984, Walking in the City, s. 93–94.











Yorumlar