top of page

Ev ev üstünde


Paris'te yer alan Galerie Paris-Beijing'de 1 Şubat - 24 Mart 2018 tarihleri arasında gerçekleşen Home is where the he(art) is, dokuz Türkiyeli sanatçının yaşamı ve üretimi ekseninde ev ve aidiyet kavramlarına ve bu kavramların beraberinde getirdiği sorulara odaklanıyordu. Yann Perreau küratörlüğünde gerçekleşen Home is where the he(art) is'i Serra Yentürk değerlendirdi

Halil Altindere, Muhammed Ahmed Faris with Family

İnsanın tek bir evi olabilir mi? Öyleyse bu, kişinin doğduğu ev midir, en uzun süre yaşadığı ev mi? Bir adresin mülki sahibi olmak, orayı ev olarak sahiplenmeye yeter mi? Bu durumda geçici işgal ettiğimiz veya paylaştığımız yerleri nasıl tanımlıyor, hafızamıza nasıl kaydediyoruz? Peki, “anayurt” dendiğinde, göçebelerin “yurt” çadırlardaki kadar dolaysız, kendimize tanıdık bir ev kavramına varıyor muyuz? Başka bir deyişle, insanın memleketi mutlaka evi mi? Yoksa, belleğimize, alışkanlıklarımıza, beğenilerimize ait eşyaları beraberimizde taşıdığımız; inziva, huzur, konfor, güvenlik duygusuna kavuşabildiğimiz; beslendiğimiz ve kendimizi gerçekleştirebildiğimiz her yer, evimiz sayılır mı? Daha da önemlisi, yeni bir yere yerleşmenin, ev, aidiyet, kimlik algılarımız üzerindeki etkisi nedir?

Şubat ayının başında Paris’teki Galerie Paris-Beijing’de açılan Home is where the he(art) is başlıklı sergi, bu ve benzeri sorulara, sanatçıların yaşamı ve üretimi ekseninde odaklanıyor. Halil Altındere, Yeşim Akdeniz, Volkan Aslan, Mehtap Baydu, Antonio Cosentino, Gözde İlkin, Yaşam Şaşmazer, Güneş Terkol ve Mehmet Ali Uysal’dan oluşan dokuz sanatçının işlerine yer veren serginin küratörü, aynı galeride iki yıl önce Uysal’ın kişisel bir sergisini de hazırlayan Yann Perreau.

Home is where the he(art) is sergi görüntüsü

Her ne kadar “Türkiye’li sanatçılar” seçkisine indirgenmek istenmese de, sergideki tüm sanatçıların Türkiye bağlantılı oluşunun ardında iki neden var. Bunlardan ilki, galeriyle çalışmaya başlamasından sonra Mehmet Ali Uysal’ın galeri, küratör ve İstanbul arasında bir diyalog başlatmış olması. İkinci neden ise, Türkiye’deki çağdaş sanat alanını değerlendirirken atlamamamız gereken; sanatçıların giderek artan uluslararası mobilite durumu. Nitekim, son yıllarda, özellikle yurtdışındaki sanatçı programlarına gösterilen ilgideki artış, sanatçıların Türkiye’yle eşzamanlı olarak başka yerlerde bulunma eğiliminin açık bir göstergesi. 2013 sonrasında farklı bir ivme kazanan toplumsal ve kentsel dönüşümün kültür sahasına yansımaları, herkesin biraz taze hava almak istemesine yol açmış olabilir; ancak konuya yalnızca bu açıdan yaklaşmak yüzeysel olduğu kadar aldatıcı da. Zira bu, belli başlı örnekler haricinde alana desteğin yetersiz kalması, homojen dağılamaması gibi sorunları; ya da en temelde, sanatçının öncelikle kendi için tanıdık olan düzenin dışına çıkma ihtiyacını gözardı etmek olur. Perreau’nun politik bir çerçeveden bilinçli şekilde uzak durarak, bir takım retorik sorularla varmayı hedeflediği esas mesele de bu: Pratiğini yabancı bir ortam içine sokarak gözden geçirme, açımlama, yeni esin kaynaklarına erişme güdüsü taşıyan; dünyayı evi haline getiren sanatçının, bu kavramı estetik olarak nasıl değerlendirdiği.

The ready-made planet isimli tuali serginin girişinde yer alan Yeşim Akdeniz, bu araştırmaya iki ayrı kademede yanıt veriyor: Tüketim odaklı yaşantılarımızda ev denince kendimize ait, somut bir alan ve onu dolduran objeleri düşünüyoruz. Oysa tüm insanların paylaştığı ev, ekolojik bir mutasyon geçirterek Antroposen çağa soktuğumuz dünya. Bu dünya-evin tüm sakinlerine seslenen; gelenekten arındırılmış modern mimariden referanslar taşıyan, sembolik bir dil kuruyor Akdeniz. Bu serinin teknik ve içerik açısından bir öncekinden ayrışmasını ise, yaşadığı yerle birlikte değişen reflekslere bağlıyor sanatçı. Dolayısıyla “ev neresi?; sanatçının kendi dolaşımı, algısını ve ifadesini nasıl etkiler?” sorularının cevapları bu tuvalin içine yerleştirilmiş halde.

Yeşim Akdeniz, The Ready Made Planet, 2015, Tuval üzerine yağlıboya, 160 x 145 cm

Sergideki işlerden ikisi, biçim ve göstergeler bakımından evle doğrudan bir ilişki kuruyor. Bunlardan ilki, Mehmet Ali Uysal’ın bütünüyle transparan evleri. Birinde, sanatçının kendini çıplak şekilde üç boyutlu ürettiği bir modeli; diğerinde ise minyatür bir ağaç dışında hiç bir şey yer almayan bu iki ev, görünür kılınan bir boşluk üzerinden yeni mekanların belleğine dair önermelerde bulunuyor. Volkan Aslan’ın 15. İstanbul Bienali için ürettiği 3 kanallı videosu, Home Sweet Home ise, yine birbirini tamamlayan iki meskenle alternatif bir ev kurgusu sunuyor. Görüntülerde rastlanılan, murano küllük gibi bazı objelerin hoş bir tanıdıklığı var. İngiliz yazar Jeanette Winterson, “Evindeki her eşyaya ait bir hikaye anlatabiliyorsan, bir yuvan vardır. Herkes alışveriş edebilir ancak mana satın alınamaz” diyor. Aslan’ın videosundaki kurgu ev de bu bağlamda belki biraz gerçeklik payı barındırıyor. Öte yandan, İstanbul’un kendine has coğrafyasından faydalanarak, şehrin marjlarında dolanmak; ne oradan ayrılabilmek, ne içinde barınabilmek; kent ve kentlinin arasında manyetik bir alan olduğunu düşündürüyor. Antonio Cosentino’nun daha önce Liman sergisinde gösterilen desenlerinden bir grup, benzer şekilde, bazen bir sahil kıyısından, bazen bir tren camından; bir sirkülasyona ait izlenimler sunuyor.

Ekonomik ya da politik gerekçelerle, evin bir toplumsal birimden ötekine doğru aktarımı anlamında genelleyebileceğimiz göç olgusu, sergideki kimi işlerin arkaplanında beliriyor. Mehtap Baydu’nun 2011 tarihli Brot-Ekmek’i, 1950’lerin sonundan itibaren ‘misafir işçi’ kapsamında, Almanya başta olmak üzere Avrupa’nın çeşitli ülkelerine çalışmaya giden; zamanla aile birleşimi yoluyla yeni yerleştikleri bu şehirleri kendi evlerine dönüştürmeyi deneyen; ancak bu süreçte kendi kültürel kimlikleri de dönüşen anonim göçmen işçilere dair bir anımsatıcı. Halil Altındere’nin Uzaydaki Mülteci Projesi ise, 1987 yılında Sovyet uzayaracı Soyuz TM-3’ün mürettebatlarından biri olarak yedi gün uzayda görev yapan; ancak 2012’de Esad rejiminden kaçıp Türkiye’ye yerleşmek durumunda kalınca, milyonlarca Suriyeli sığınmacıdan birine dönüşen Halep’li astronot Muhammed Ahmed Faris özelinde yaklaşıyor eve. Faris’in ailesiyle sıradan bir ev içi anını gösteren resmin etrafını çevreleyen neon bant, bir zaman ulusal kahraman statüsündeki Faris’in yurduyla birlilkte mecburen terkettiği mesleki kimliği gibi sıradışı. Ülkelerin milliyetçi direnç mekanizmaları yüzünden global bir krize sürüklenen mülteciler için, zorbalık ve adaletsizlikten muaf bir alan olarak önerilen Mars’a virtual reality video ile yapılan yolculuk esnasında, dünyayı Faris’in gözüyle, bölünmemiş bir bütün olarak görme imkanı buluyor izleyiciler.

Halil Altindere, Space Refugee

2014 yılında Galeri NON’da sergilenen Holografik Kayıt serisinin bir kısmını burada ses içermeyen bir düzenlemeyle yeniden kuran Güneş Terkol’un kumaş ve projeksiyon yardımıyla anlattığı hikayeler, doğrudan göçe işaret etmeseler de, bir kısmı göçmen olan ve toplumun dışında kalmış insanlarla günlük karşılaşmalardan derleniyor. Adına human billboard denilen; günlük bir ödeme karşılığında bütün bir gün sokaklarda üzerinde ilan yer alan bir pano veya giyilen bir kutuyla dolaşan bu insanların, bir taraftan kimliklerini örten şey diğer taraftan, tıpkı bir ev gibi, onları dış dünyadan yalıtan bir kabuk haline geliyor.

Güneş Terkol, Holographic Recording enstalasyon görüntüsü

İstanbul ve Berlin arasında yaşayan sanatçı Yaşam Şaşmazer’in sergide yer alan iki büst ve bir heykel çalışması bu kabuklanmanın başka türlü temsilleri. Psikanalizde, benliğin baskılanmış, karanlık yerlerine yapılan bir yolculuğun ruhsal bir dönüşüme yol açması durumunu tarif eden; ve Jung’a göre içsel bir iyileşme sağlaması bakımından yapıcı bir eylem olarak değerlendirilen “Metanoia” kavramı, Şaşmazer’in işlerinde önemli bir yer tutuyor. Sanatçının yaşadığı bölgeden toplayıp heykellerinin üzerine yerleştirdiği gerçek mantarlar gibi, kendilerini içten içe kemirip harap eden durumları, adeta derilerinin dışına atıyorlar. Belki bu sayede direnç kazanan; çocukluktan yetişkilnliğe evrilen figürlerin bedenleri, aynı zamanda bu mantarlar için bir ev oluyor. Roger McGough’un şiiri The Rot’taki gibi, durdurulamayan ve bedeni yok edene kadar sembiyoz şekilde onunla var olan bu maraz, hayal kuran, acıyı hisseden bir parçaya dönüşüyor. Sergi temasına dönecek olursak, kendi başına yaptığı yolculukların; başka bir coğrafyada yaşamanın, bu içsel yolculuğu tetiklediğine değinen Şaşmazer’in işleri de, malzeme ve bağlam olarak evrildiklerini belli ediyorlar.

Yaşam Şaşmazer, Devastation, 2016

Sergide, 2009’dan bu yana ürettiği, işleri bir arada kurgulayan Gözde İlkin’in temel malzemelerinden olan buluntu kumaşlar, eve dair kuvvetli çağrışımlara sahip. Kumaşların yüzeyinde cinsiyeti kimi zaman anlaşılan, kimi zaman muğlaklaşan figürlerine eşlik eden bitkiler, mekana adaptasyon güçleri ve dirençleri bakımından, kişinin ayak bastığı toprağın politik ve toplumsal gerilimlerine, belirsizliğine, çalkantılarına rağmen tutunmanın; dahası yeşermenin umudunu taşıyorlar. İlkin’in işlerinin yanına yerleştirdiği Yer Düşü İçin Sayıklamalar şiiri, tüm işlerde varolan ortak bir fikri vurgularcasına, evi ev yapanın, aslında bir düşün peşinden gitmek olduğunu hatırlatıyor ve ekliyor:

“Geldik sayılır.”

Comments


bottom of page