top of page

Elmgreen&Dragset


Bu yıl İstanbul Bienali iyi bir komşu temasıyla ev, mahalle, aidiyet ve müşterek yaşam olgularına mikro ölçekten bakarak kişisel komşuluk ilişkileri üzerinden temelleniyor. Ne tesadüftür ki küratörler Michael Elmgreen ve Ingar Dragset de Kopenhag’da bir barda ilk defa karşılaşıp tanıştıkları gecenin bir noktasında aslında komşu olduklarını fark etmişler...

Fotoğraf: Emre Ünal

Komşuluk kavramının ne olduğu üzere uzun zaman kafa yormuş biri değilim. Sadece “insan kendini yalnızca insanda tanır” sözü içine işlemiş bir birey/vatandaş olarak her tür komşuyla dürüstlük üzerinden bir ilişki kurduğumu biliyorum. Ancak son bir yıldır yaşamakta olduğum binada henüz kimseye merhaba bile dememiş olduğumu 15. İstanbul Bienali’nin basın toplantısından tam bir ay sonra şaşkınlıkla fark ettim. Hatta bunu bile bu kadar geç görebilmiş olmama üzüldüm. Yavaş yavaş yaşadığım şehrin bir uzantısı haline dönüşüp değişmiş; uzun saatlerini trafikte geçiren, her türlü medeni haktan mahrum kalmaya alışmış, zamanla daha da mutsuzlaşıp insan ilişkilerini zayıflatmış bir İstanbullu olmuşum, hem de hiç fark etmeden. Dikiz aynasıyla bana çarpıp özür bile dilemeyen vatandaşı nefessiz bırakana kadar boğmayı düşündüğüm anı hatırlayınca diyorum ki “nefes aldığım yer ‘ben’ oluyor.”

Elmgreen&Dragset, Modern Musa, 2006

Kentsel dönüşüm, jeopolitik sorunlar, terör, politika gibi olgular uzağındayken sanki sanalmış gibi geliyor oysa bunlar ete kemiğe bürünmüş, kanlı canlılar. Peki bunu fark etmemiz/ettirebilmemiz için ne yapmamız gerekiyor?

Elmgreen ve Dragset tam da bu perspektiften bakarak toplumsal sorunları mikro ölçekte ele almaya, bu ülkenin içinde bulunduğu durumun kıyısından geçip uzağında naralar atmak yerine tam da içine girip yarasına pansuman yapmak ister gibi bir Bienal teması seçmişler. Çok basit olarak şunu söylüyorlar: Bunca derdin tasanın arasında çözümler ararken hiç dönüp kendine bakıyor musun?

Elmgreen&Dragset, Evlilik, 2004

İnsanın yaşamıyla ilgilenen geniş kapsamlı bir alan olarak tanımlayabileceğimiz sosyoloji bilimi “başkalarıyla ilişki kurmayan çocuklar gelişemez, yetişkinler ise varlıklarını sürdüremez” ilkesinden yola çıkarak, toplumu insanın var olabilmesi için en belirgin koşul olarak öne sürer. Bireyler hem toplumlardan etkilenirler hem de toplumu kendi eylemleriyle yapılandırırlar. Hatta sosyolog C. Wright Mills sosyolojik imgeleme ilişkin makalesinde “kendi yaşamöykümüzün toplumsal kurumların tarihsel gelişimiyle ilgisini kavrayamazsak kendimizi bireyler olarak anlayamayız. Öte yandan, bu kurumların bireysel eylem içinde ve sayesinde de düzenlendiğini anlamadıkça da bu kurumların doğasını kavrayamayız,” der. Bu çerçevede iyi bir komşu’yu ve 15. İstanbul Bienali’nin uyandırmak istediği ruhu zihnimde iyice oturtturabiliyorum.

Son üç hafta içerisinde apartmanımdan beş komşumla tanıştım. Bir tanesiyle neredeyse düzenli görüşmeye başladık. Bu küçük fark ediş ve ardından gerçekleştirdiğim ilk hareket beni deney alanına girmiş gibi hissettiriyor. Bütün heyecanımla Ingar ve Michael ile Beyoğlu’ndan Maslak’a gideceğimiz bir araba yolculuğu için buluşuyoruz. Hem araba kullanıyorum, hem onları dinliyorum hem de her dakika (istemeden) şehirle ilişkiye girerek üzerine konuşacak yeni alanlar açıyorum...

Elmgreen&Dragset, Van Gogh'un Kulağı, 2016

Michael ve Ingar’ın Adahan İstanbul Hotel’de kaldıklarını ve iki ay gibi uzun bir süre orada yaşayacaklarını biliyorum. Buradaki “ev”lerini sevip sevmediklerinden başlayarak “ev” kavramı üzerine konuşuyoruz. 2001 yılından beri birçok kez İstanbul’a gelmiş olan ikili şehrin değişimine, enerjisine ve hareketine hayran. “İstanbul kadar çok değişen başka şehir tanımıyorum. Şehirleşme, modernleşme bütün çalkantılara rağmen devam ediyor ve burada olmak hiçbir zaman sıkıcı değil,” diyor Michael. Ben tam negatif bir şeyler söylemeye hazırlanıyorum Ingar araya giriyor ve “benim pek çok sanatçı arkadaşım İstanbul’a gelip düzenli olarak kalıyor çünkü bu şehri çok canlı buluyorlar. Yaşanan tatsız olaylara rağmen hala çok aktif bir sokak yaşamı devam ediyor. Halbuki bizim Avrupalı arkadaşlarımız sokakta kimsenin olmamasından dem vuruyorlar. Burada erkek arkadaşım sokakta yürürken kalabalıktan yürüyemediği için heyecanlanıyor,” diyor ve kahkahayı basıyor. “İnsanlar ne kadar depresif olsalar da dışarı çıkmaya devam ediyorlar. Bu yıl özellikle yeni yılda yaşanan saldırılardan sonra bir ara her şey çok donuktu ama insan hafızası böyle, unutuyoruz,” diyor Michael. Gezi esnasında ve sonrasında yaşananlar zihnimde canlanıyor tekrardan öfkeyle “Evet Türkiye’de her şey on saniyede tarih bile olmuyor tarihten siliniyor,” diye devam edecekken Ingar “Sadece Türkiye de değil bu bütün dünyada böyle,” diyor, “Hayat devam etmeli.”

Hem Michael hem de Ingar için “ev” ne demek peki? İkisi de ilk başta soruma “sadece bir valiz,” diyerek cevap verseler de konuştukça biraz derinleşiyoruz ve Berlin’in -elbette pek çok faktöre dayalı olarak- onlara en fazla “ev” hissini veren şehir olduğunu fark ediyorum. Adahan İstanbul’u seviyorlar sahibi için “aileden biri gibi” diye bahsediyorlar. Berlin’i ve özellikle atölyelerini çok seviyorlar, atölye asistanlarından “aileden biri gibi” diye bahsediyorlar ve sohbetimiz esnasında pek çok kez “ev” ile “aile” kavramını bağdaştırdıklarını gözlemliyorum. Bir yandan da Michael Danimarkalı, Ingar Norveçli. Kopenhag’da bir barda tanışıyorlar ve tanıştıkları gece aslında aynı binada oturduklarını fark ediyorlar! Sonra beraber Berlin’e taşınıyorlar. Berlin’den New York’a residency için gidiyorlar. Sonra Berlin’e oradan Stockholm’e ve tekrar Berlin’e... Sonra Michael 7 sene yaşayacağı Londra macerası için İngiltere’ye gidiyor. Sonra Berlin’e geri geliyor ama bütün bu hikayeden de görüleceği gibi Berlin onlar için hep hayatlarının merkezinde yer alıyor. Berlin’de hiç olmadıkları kadar özgür olduklarını söylüyorlar. “Berlin öyle bir şehir ki özgürlüğü bütün damarlarınızda hissediyorsunuz. Bu seviyede bir özgürlüğü bence dünyanın başka hiçbir yerinde bulamazsınız. İnsanların küçük kitapçıları, tasarım dükkanlarını ya da ufak galerilerini işlettikleri, sade bir hayatları var. Günlük yaşam dertsiz, çok efor sarf etmeden yaşanılabilir ve fiyatlar makul,” diyor Ingar. Michael ise “Berlin özellikle sanatçıları bir araya getiren büyük bir şehir. Sanat kurumları asortik (fashionable) değil, daha çok sanatçıya odaklanmış durumdalar. MoMA ya da Tate Modern için delirmiyorsanız Londra, Paris ya da New York’ta yaşamak anlamsız olabilir. Böyle şehirlerde hem yaşam çok pahalı hem de stresli. Büyük şehir uygun fırsatlar sunsa bile vakit öyle dar ki insanları bile sadece kısa süreli görebiliyorsunuz. Ben özellikle bu tip konularda çok eski kafalı olduğumu söyleyebilirim. İnsanlarla uzun uzun oturup sohbet etmeyi seviyorum ve bu bir sanatçı için oldukça önemli,” diyor ve ekliyor “Evet, Berlin için kesinlikle ‘ev’lerimizden biri diyebiliriz.”

Elmgreen&Dragset, Morg Çekmeceleri

 

Peki komşularınızla ilişkileriniz nasıldır? Ve iyi bir komşu sizin için nedir?

Michael Elmgreen: Ben Berlin’deki atölyemizde yaşıyorum. Bu atölye kendi başına bir bina ve etrafında pek bir şey yok, dolayısıyla benim komşum yok (gülüyor). Ama oturduğum mahalle Neukölln ve burası son derece Türkiyeli bir mahalle! Komşum olsaydı sanırım beni özgür bırakmasını isterdim.

Ingar Dragset: Ben bir apartmanda yaşıyorum ve komşularımla iyi ilişkilerim var. Evimin giriş katında bir kafe var ve genellikle hep kalabalık oluyor. Bu da benim çok hoşuma gidiyor. Orada genellikle arkadaşlık etmekten hoşlanacağım insanlarla karşılaşıyorum. Bence iyi bir komşu ihtiyacın olduğu zaman yanında olandır. Bir malzemen eksik olduğunda gidip isteyebileceğin ya da evinin anahtarını bırakabileceğin ve bırakabilecek kadar güvenebileceğin komşu iyi bir komşunun tanımı olabilir.

 

Elmgreen ve Dragset’in, daha önceden küratörlük deneyimleri olsa bile, bir sanatçı ikilisi olması Bienalin küratörleri olacakları açıklandığı zaman kimi ortamlarda çok sert eleştirilmişti. Bu eleştiriye katılmamış ve ikilinin küratör olarak hazırladıkları sergileri ilgi çekici bulmuş biri olarak küratöryel yaklaşımlarını anlamak için konuyu iyi bir komşu’ya geri getiriyorum ve Michael nereden hareketle bu yola çıktıklarını şöyle anlatıyor: “Politikayı insanlar yapıyor ve politika insanları etkiliyor. Bu bizim günlük hayatımızla hiçbir ilgisi olmayan soyut bir kavram değil. İnsanlara şunu hatırlatmalıyız: Politika önemlidir ve siz de üzerinize düşeni yapmakla yükümlüsünüz. Biz daha çok kişisel alanı kazanmayı hedefliyoruz. Bunun zor olduğunu biliyorum ama bir yandan da hepimiz hayatımızı yaşamaya devam ediyor ve hiçbir şey yapmıyoruz.”

Günümüzde yaşanan hızlı sanayileşme ve kentleşme süreci mevcut değer ve inanç sistemlerini temellerinden sarsarak insanları büyük çalkantılar içine itiyor. Oysa ki gerçek anlamda milletleşmenin özü insanların yaşadıkları toplumla bir olması ve bütünleşmesi ilkesine dayanır. Halbuki tarihsel çizgiyi izlediğimizde Türkiye’de toplumsal yapının Osmanlı’dan beri giderek derinleşen ve Cumhuriyetle de niteliğinden hemen hemen hiçbir şey kaybetmeyen ikili kimliğini sürdürdüğünü görüyoruz. Bu zorlu durum aslında tarihin sorunu değil; benim, senin, Ayşe Teyze’nin sorunu... Ancak biz bulunduğumuz perspektiften bunu yeteri kadar içselleştiremiyor her şekilde kendimizi çemberin dışında hissedebiliyoruz. İyi bir komşu belki de çemberin içerisine girmek için naif bir adım olabilir mi?

Bienal ile ilgili aklımda olan bir diğer soruysa Türkiyeli sanatçıların rakamsal olarak çok az olmasıydı. İstanbul Bienali için sadece 10 Türkiyeli sanatçının seçilmiş olmasını çok az bulmuştum. Bu derdimi dile getirince acilen cevabımı aldım: “Aslında bu geçtiğimiz yıllardaki sergilere nazaran yüksek bir oran. 56 sanatçının 10 tanesi Türkiyeli neredeyse yüzde yirmi gibi bir orana ulaşıyor. Bizim için Bienali az sayıda sanatçıyla yapmak önemliydi çünkü sanatçıların her birine ayrı ayrı yeterli zamanı ayırmak istedik. Bütün sanatçıları yakın diyalog içerisinde ilerlemeyi doğru buluyoruz. Belki bazı küratörler çok sayıda sanatçıyla bunu yapmayı başarabiliyorlardır ama biz başaramazdık.”

Michael ince bir sesle “Ah seni davet ediyorum çünkü işlerini sevdim,” diyerek dalga geçiyor. Anlıyorum ki istedikleri sanatçıları tek tek yakından tanımak, çalıştıkları teknikleri ve uğraştıkları sorunları ince ince işlemek. “documenta’da 160 sanatçı varmış,” diyor Ingar “Biz bununla yarışamayız!” Sanatçı sayısını az tutarak sanatçılara mekan ve bütçe anlamında daha cömert davranabildiklerini söylüyorlar, bana söyledikleri her cümle mantıklı geliyor, daha fazla bir şey eklemiyorum. Çok sayıda büyük ebatlı yerleştirme olacağı bilgisini alıyorum. “Sanatçıların çoğu da sizin şehrinizden, Berlin’den,” diyorum. “Evet Berlin’de yaşayan ama dünyanın çok farklı yerlerinden gelen bir sanatçı seçkisine yer verdik,” diyor Ingar “çünkü Berlin her sanatçının yaşaması gereken yer.” Tabii ki bu Berlin sevdası hepimizi güldürüyor. 56 sanatçının 32’si farklı ülkelerden geliyor, 10 tanesinin de Türkiyeli olduğunu düşünürsek neredeyse her bir sanatçı Dünya’nın ayrı bir noktasından gelerek İstanbul’da buluşacak diyebiliriz. Küratörler Türkiye’den sanatçıları seçerken çok uzun süren araştırmalar yaptıklarını ve özellikle Candeğer Furtun gibi uzun süredir eserlerini sergilememiş hatta şu an sanat camiasının bile neredeyse varlığını unuttuğu bir sanatçıyı Bienal vesilesiyle tekrar sahneye döndürüyor olmaktan gurur duyduklarını söylüyorlar. “Olağan şüphelileri oynamak istemedik. Bienal’in daha önceki edisyonlarına katılmış olan sanatçıları tekrar seçmeyi çok ilginç bulmadık. Özellikle bazı genç isimlere yer vermek bizim için çok önemliydi çünkü Bienal uluslararası sanat komitesini bir araya getiriyor ve biliyoruz ki Türkiye son zamanlarda bu anlamda olumsuz bir dönemden geçiyor. Bienal bu gençleri onlarla tanıştırmak için ve onlara da buraya ait iyi işleri gösterebilmemiz için çok iyi bir platform.”

Söyleşiyi yaptığımız gün 9 Ağustos Çarşamba sabahı Pera Müzesi’nin önünden geçerken müzeye harıl harıl işlerin sokulduğunu gördüğüm an Bienal’in ön gösterimine gelmiş gibi heyecanlanıp biraz incelemiştim, sonra da ne kadar iyi bir zamanlama diye düşünmüştüm. Bu sene Bienal hazırlık temposu çok vakitli gidiyor diye düşündüm ve bunu küratörlerle paylaştığımda “Biz Berlin’de yaşayan İskandinavlarız ne sandın?” cevabını alıyorum.

Fotoğraf: Emre Ünal

Elmgreen ve Dragset’in 2009 yılı Venedik Sanat Bienali için Nordik ve Danimarka Pavyonu’nu bir arada düşünerek küratör olarak görev aldıkları The Collectors sergisinden açıyorum konuyu. Verdiği bir röportajda Ingar özellikle de Giardini’de yer alan Nordik Pavyonu’nun mimari yapısının bir galeri olmak için hiç uygun olmadığını ancak inanılmaz güzel bir ev olabileceğini düşündüğünü anlatıyordu. Bu çıkış noktasından sergiyi bir koleksiyonerin evindeymiş gibi kurgulayarak hazırladıklarını anlatıyordu. Mekanla birlikte düşünüldüğünde çok etkileyici bir sergiydi, Giardini’de bir havuz, içinde bir ölü bir adam, havuzun dibinde dolarlar... Parça parça tahrip edilmiş ve içi sanat eserleriyle dolu mükemmel bir ev... Bu deneyimden sonra Bienal mekanlarının onlara neler hissettirdiğini merak ediyorum. “Galata Rum İlköğretim Okulu bizim için etkileyici bir mekandı, eğitim ve çocukluk anılarıyla ilişkili projeleri oraya yönlendirdik. Ark Kültür de orijinal bir sergileme mekanı ve bu özelliğini kaybetmemesi adına orayı sadece bir sanatçıya ayırdık ve o da kendi müzesini kurdu!” diyor Michael.

O sabah (9 Ağustos) Paris’te yaşanan terör saldırısı üzerine konuşuyoruz sonra insanlığın bu dönemde çok zor bir sınav verdiği fikri üzerinde birleşiyoruz. İnsanların her zaman öteki insanlarla birlikte, onlarla iletişim içinde, alışveriş halinde, rekabet ve işbirliği içinde yaşamak olmalarının anlamı nedir? Önümüzde bizi bekleyen bienal bize böyle basit soruları sık sık hatırlatacağa benziyor. Bize göre “öteki” olan yaşam biçimlerini anlayabilmek, bizden “farklı” olanı tek taraflı karikatürler olarak betimlememek, kendi yaşam biçimimizin dışındaki yaşam biçimlerinin iç mantığına ve anlamına anlayışla bakabilmek, “kendimiz” ve “onlar” arasında keskin sınırlar çizmemek adına(1), hadi önce bir kendinize bakın, sizin komşularınızlar ilişkileriniz nasıl?

Sokrates çağdaşların yüzüne hakikat aynasını tutmuş, ama çağdaşlar onu affetmemişler...(2)

(1) Zygmunt Bauman, Sosyolojik Düşünmek

(2) Cemil Meriç, Sosyoloji notları ve konferanslar, İletişim Yayınları, 1995

bottom of page