top of page

Eğer ilgileniyorsanız karmaşık olduğunu bilerek gelin


Grafik tasarımcı Okay Karadayılar ile sanatçı ve mimar Ali Taptık’ın bir araya gelerek kurduğu Onagöre bir süredir heyecan verici ve tatmin edici projelere imza atıyor. 16. İstanbul Bienali’nin de görsel kimlik tasarımını üstlenen ekiple hem yaptıklarını incelemek hem de çalışma evrenlerini daha yakından tanımak üzere bir araya geldik

☕️ 20 dakikalık okuma

Ali Taptık ve Okay Karadayılar, Fotoğraf: Elif Kahveci

“Sanatçı ve mimar Ali Taptık ile grafik tasarımcı Okay Karadayılar arasında bulunan yaratıcı kimyanın çok fonksiyonlu atölyesi ve yaşam alanı” olan Onagöre ofisinde Ali ve Okay ile bir araya gelerek, görsel iletişim alanında ürettikleri detaycı ve titiz çalışmalarının yanı sıra yayıncı olmak, sanat yayıncılığı ve bu bağlamda üstlenilen sorumluluklar üzerine konuştuk.

İKSV ile olan ilişkinizden bahsedebilir misiniz?

Okay Karadayılar: İlk tanışıklık 3. İstanbul Tasarım Bienali’nde, Beatriz Colomina ve Mark Wigley’nin Are We Human? adlı kitabının tasarımını yapmamla oldu. Esen Karol’un Tasarım Bienali’nin iletişiminin Türkiye’den tasarımcılar tarafından yapılmasını önermesi ve küratörlerin beş tasarımcıyı farklı rollerde kullanmaya karar vermesiyle gerçekleşmişti. Bundan sonra Venedik Mimarlık Bienali’ndeki Türkiye Pavyonu’nda gerçekleşen Vardiya projesinin görsel iletişimini yaptık. Bir sonraki sene ise, Venedik Sanat Bienali’ndeki Türkiye Pavyonu’nun görsel kimliğini yapmak üzere seçildik. Sergiyle aynı zamanlarda 4. İstanbul Tasarım Bienali’nin davetiyle YAY-POP adlı “Yayıncılığı Anlama Yayını”nı yaptık, Merve Ünsal’ın editörlüğüyle. Bütün bunların devamında da, Bienal zamanı bizimle tekrar görüştüler.

Bir görsel kimlik çalışması neleri kapsar?

Ali Taptık: Sergiyi insanların kafasında görsel olarak işaretleyerek o serginin, etkinliğin tartışmaya açtığı belli konuları gösterecek bir tasarım üretmek.

OK: Kurum kimliği gibi düşünülebilir. Her iletişim öğesinin tek bir dilden çıkması üzerine çalışıyoruz. Dosya ve içine konan basın bültenden web sitesi ve sosyal medya içeriğine kadar tasarlıyoruz. Serginin dilini sergiyi görmeden anlatabilmek için yapılan bir çalışma. Tasarıma ilk başladığımız zaman Pavyon’daki işin ne içereceği bizim için tam netleşmemişti. İnci Hanım’ın bize anlattığı dünyanın kelimeler üzerinden ve İnci Hanım’ın yarattığı karakterlerle temsil edilebileceğini düşündük. Yaklaşımımız, serginin mesajını damıtıp görsel olarak hazmedilebilir hâle getirmekti.

Şu an ne yapıyorsunuz Bienal için?

OK: Bienal büyük ölçekli bir etkinlik. Üç ana mekân var ve biz de aynı görsel tema üzerinden üç farklı anons hazırladık. Bu Nicolas ile yapılan konuşmalarımız sonrasında süreç içerisinde ortaya çıktı. Üç farklı tasarım olması sac ayağı hissi yaratıyor. “Üç ayağın varsa ayakta durabilirsin,” gibi bir duygu. “Okyanusta biriken ve yedinci kıtayı oluşturan büyük plastik çöplere hem yakından hem de tersten nasıl bakabiliriz?” diye düşündük. Bunların ilki okyanustan toplanmış “mikroplastik” parçalarının soyutlanmış halleriydi. Yazıların etrafını kaplıyorlar, üzerlerine çıkıyorlar yavaş yavaş boşlukları istila ediyorlar.

AT: Çok parçacıklı, çok katmalı bir iş üretmek istedik. Bizim anlatım konusunda kolay tatmin olamama gibi bir durumumuz var... Plastiklerden oluşan bir kıta, ekoloji, plastik... Ancak bu anahtar kelimeler bize yetmedi. “Bizim bildiğimiz ve insanlarla paylaşabileceğimiz başka neyimiz var?” diye sorduk kendimize.

OK: Konunun birçok farklı alana açılması gerektiğine inandık. O sırada İnternet'te bir Uzay Çöpü üzerine bir teorinin anlatıldığı bir videoya rast geldik. Bu konu, ciddi bir problem olmanın eşiğindeymiş. Eski, kullanılmayan uydular, birbirlerine çarparlarsa kurşun hızıyla yörüngede hareket eden parçalar saçılıyor. Bu parçaların zincirleme bir reaksiyonun başlamasıyla birlikte yörüngede kalmaya devam edeceği ve zamanla Dünya’nın etrafında bir kafes oluşturup bizi hapsedebileceğine dair bir teori. Uzayda çöp olur? Ama insan orayı da kirletiyor belli ki. Biz de bu durumu soyutluyoruz. İnsanın dikkat etmezse kendi ürettiği altında ezilme tehlikesi var. Benzeri bir durum sosyal medya çağının da bariz bir getirisi. İnsanlar arası iletişim dünyası da giderek çöp biriken, kalabalık ve bağırtılı bir ortam mevcut.

AT: Youtube’a sadece bir gün içerisinde yüklenen videoları bir kişinin izlemesi için dört yıl harcaması gerekiyormuş. Bizim çok sevdiğimiz bir web sitesi var, Youtube’da o ana kadar hiç kimsenin izlemediği videoları açıyor. Yanlışlıkla çekilen, orada biriken ve ne olduğu belli olmayan, izlenmeyen bir data yığını var. Buna çöp de diyebilirsin.

OK: Ve Bienal bütün bunlar üzerine düşündürmek için var.

Mekân değişiminin tasarımınıza bir etkisi oldu mu?

OK: Mekân diyagramlarını baştan yapmak zorunda kaldık. Bienalin iki yayını var, ilki özellikle gezerken yardımcı olacak Rehber, diğeri de Saha Raporu alt başlığıyla çıkan bir birikim. İçerisinde Nicolas’nın Küresel Isınma Çağında Sanat Üzerine Tezler adlı uzun bir makalesi var Ayrıca sanatçılarla birlikte bu kitap için yaptığı bir proje var: Tümünü Yanıtla (Reply to All). Küratör, tüm sanatçıların cc’de olduğu bir e-posta gönderiyor. Orada yer alan soruya herkes cevap veriyor ve konuşmalar açılan konular üzerinden devam ediyor. Forum gibi...

Küresel ısınma yerine artık küresel ısıtma deniyor.

OK: Evet, hatta iklim değişikliği yerine de iklim krizi.

Greta Thunberg büyük farkındalık yarattı bu kullandığımız kelimeler konusunda. Hepimize bir görev düşüyor da, bazen bizim bireysel olarak gösterdiğimiz hassasiyetler büyük ölçeğin yanında anlamsız kalsa da... Yedinci Kıta teması çok iyi geliyor bana. Siz ne düşünüyorsunuz?

OK: Çok güncel bir konu. Türkiye’nin gündeminde pek yer kaplamıyor ama herkes iklimin değiştiğinin farkında.. Büyük şirketlerin yanında halkın yapacaklarının etkisi konusunda kötümserlik olsa da, yapabileceği kişisel seçimler var: Et tüketimini azaltmak vb... Grupça hareket edilmesi büyük ve hantal yapıları uyandıracaktır. Bienallerin insanlara bu bilinci aktarmakta, zihin açıcı önermelerde bulunmakta faydalı olduğunu düşünüyorum.

İstanbul Bienali de her sene daha fazla kişiye ulaşıyor. Ne kadar etkisi var bilmiyorum. Bunu ölçemiyoruz.

OK: Mesela bu Yedinci Kıta hikâyesi güzel bence. Hiçbir konuya aşina olmayan biri için giriş niteliğinde. Atıklarımızın birikip okyanusta kıta oluşturması... Bunu hayal ederken parçaları birleştirene kadar “Eyvah biz ne yaptık?” diyorsun. O açıdan kuvvetli bir mesajı var.

Ve çarpıcı da... Bienallerin iletişim programlarının sizce toplum üzerinde nasıl etkileri oluyor?

OK: Bir tartışma sırasında “hangi bienal, ne zaman gerçekleşti ve konuya nereden girildi” soruları üzerinden konuşmuştuk. Mesela, Yedinci Kıta çok rahat anlatılabiliyor ama aslında o kadar da basit değil. Temayı yaratan bir ağlar sistemi var. Birini suçlayarak veya bir şeyi değiştirerek her şeyi değiştiremeyeceğini, bu global iletişim çağında herkesin konu hakkında çok daha fazla bilgisi olması, yalan bilgiler ve alternatif gerçekler gibi şeyler üzerinden konunun karmaşıklaşması, insanın bütün bunların altında ezilmesi... Bundan nasıl çıkılır? Nasıl korkulmaz? Biz şehirlerden yola çıktık; büyüyen şehirlerden... Yedinci Kıta’yı şehrin içine mi soksak demiştik ama Nicolas; “daraltmayın, olabildiğince geniş ve soyut yaklaşın” gibi bir yorumda bulundu. En azından ben öyle anladım. Ürettiğimiz bienal görsellerinin uzaktan nelerden oluştuğunu anlamasanız bile bir kirlenme dokusu olduğunu hissediyorsunuz.

Bienal gibi büyük ölçekli sergilerin amacı daha fazla insana ulaşmak günün sonunda.. Babam veya sanata babam kadar ilgisi olan -çok ilgisi olmayan- biri üzerinden konuşuyorum. Sizin tasarladığınız bu iletişim modeli çok önemli. Aldığınız sorumluluk nedir?

AT: Bienal’in iletişiminin içerisinde biz de alanın bir parçasıyız ama kontrol etmiyoruz. Reklam kampanyasının sorumlusu İKSV.

Geçtiğimiz İyi Bir Komşu temalı İstanbul Bienali’nin reklam kampanyası başarılıydı... Peki, babamın bienali anlama olanakları sizin ne kadar derdiniz oldu?

AT: Biz karşımızdaki insanın kafasının en az bizim kadar çalıştığını düşünerek üretmeye çalışıyoruz: İzleyiciye tepeden bakarak, indirgeyerek anlatmamak, eğer karmaşıksa onu bir düzen içerisinde kurgulayıp karmaşıklığın korkutucu tarafını azaltmak.

OK: Karmaşıklığını da vererek yani “bu karmaşık bir konu eğer ilgileniyorsanız karmaşık olduğunu bilerek gelin,” der gibi...

Çağdaş sanattan korkmaya devam.

OK: Bu bizim de hep konuştuğumuz ama çözemediğimiz konu. Bence problem tartışmaların farklı seviyelerde yaşanıyor olması. Bu tartışmaya girebilmek için biraz efor gerekiyor. Nicolas’nın da bütün derdi o zaten; konuya çok farklı açılardan ve derinlemesine bakmaya davet ediyor. Bize göre bu daveti doğru karşılayacak olan yaklaşım buydu. Sonuçta bu çalışmalar reklam değil. Albenileri de yok ama ilginçler. “Bu ne?” dedirtiyorlar. İnsanı içine çekiyorlar ama anında bir şey satmıyorlar. Başka şeyleri hatırlatarak, seks üzerinden ya da bir şeyleri arzulatarak mesaj vermeye çalışmıyorlar. Arzuladığın şeyleri düşünmektense, bu konu üzerine kafa yormak kişi için bir atlama tahtası olabilir. “Gerçekten mikro plastik çöplüğüyle sosyal medya çöplüğü benzer seviyelerde birleşebilecek şeyler.” Biz; eğer bu bağlantıyı kuruyorsan, bir yere gidebilir ve başka bağlantıları da görebilirsin diye düşünüyoruz.

İsmail Saray, 2018, Kitap tasarımı

Peki, bu aralar Bienal’den başka neler yapıyorsunuz?

AT: Yine görsel kimlik ve kitap tasarımları yapıyoruz. Ara Güler Müzesi’nde Sinem Dişli’nin yeni sezonda açılacak sergisi için çalıştık. Beirut Art Center’da bir sergide hem benim Oğlak Dönencesi ve sansür üzerine yoğunlaştığım bir seri iş var hem de Onagöre’den Yay-Pop var Merve Ünsal ile hazırladığımız. Kitap hazırladığımız New York Beirut arasında çalışan bir mimarlık ofisi müşterimiz var. Şanal Mimarlık ile HEY! Hayal Edilebilir Tasarım Kılavuzu’nun görsel iletişimini yürütmeye çalışıyoruz.

OK: Bizim asıl yoğunlaştığımız konu kitap yapmak. Bu bize göre bir içeriğin izleyiciyle buluşturulması arasında tüm ihtiyaçlarının karşılanması. Ham bir word dokümanı da olabilir bu, bir fikir de... Çoğu zaman kitaplar hazır, bitirilip getirilmiş şeyler olmuyor. Bu yolda düzülen şeyler oluyor genelde... Özellikle bir tarihe yetişmek gibi bir iddiası varsa, o ittirme her zaman kitaba olumsuz yansıyor. Bu çok karşılaştığımız bir problem. Sen de yakından biliyorsun...

Dar zamanda iş çıkarmak kolay bir iş değil. Genellikle bu durum zincirleme şekilde gelişiyor. Son dakikacılık biraz da kültürel mi acaba diye düşünmeden duramıyorum.

OK: Sebebini bilmiyorum ama nasıl çözüleceğini biliyorum: Planlı olmak ve plana uymak. Bizde planları Ali yapıyor çünkü ben de planlı bir insan değilim. Bir şeyin ihtiyaç duyduğu özenin verilmesi gereken zamanı hesaplamak, onu küçümsememek, öngörmek. Bunların hepsi tecrübeyle geliyor. Bizim şöyle bir problemimiz var: İki görselle Instagram üzerinde anlaşılacak projelerin peşinde değiliz. Kitabın kapağı içindekileri anlatmaya yetmez. Bütün öğelerinin bir araya nasıl geldiği kitabın anlatısının bütününü oluşturur.

Bir şahsiyet oluşturuyorsunuz bu marka üzerinden. Bu çok önemli bir şey. Peki bu Türkiye’de sanat yayıncılığını konuşalım biraz. Sizin yurtdışı deneyimlerinizden yola çıkarak karşılaştırmalar da yapabiliriz.

OK: Bence net bir şekilde Türkiye’de kitaptan ziyade kitabın getirdiği prestijin sevildiğini söyleyebiliriz. Ama o prestiji elde etmek için “yapılması gereken çok temel şeyleri bilmemize rağmen yapmıyoruz” diyen insanlar var, bir de “yapıyoruz” diyenler var. Her yerde olduğu gibi... Bir sandalyeyi anlatmanın bin bir yolu var. “İşte bu sandalye, hadi otur,” dersen ayrı; oturmanın tarihinden girip “belini destekleyen ahşap bir yapıdır” diye başlarsan apayrı bir şey oluyor. Hele sanat gibi iletişimi karmaşık olan bir şeyi anlatmaya/tanıtmaya çalışan bir şeyin, anlattığına belli bir açıdan misal verebilen bir fiziksel yapının, görsel bir dünyanın kurulması gerektiğini düşünüyoruz. Bu da zaman isteyen bir süreç. Çöpe atacağın bazı şeyler üzerine belki de uzun süre çalışmak demek.

AT: Yani genellikle bir sergi için üç dört sene önceden çalışmaya başlıyor büyük, isimli müzeler. Sanat dergileri aslında neredeyse bir ay, iki ay önceden basıyorlar. Planlamayı coğrafyanın karmaşıklığı da etkiliyor. Burada da kabahat bizim. Bunlar daha sağlam planlanarak, daha gelişmiş ve sakin bir yayıncılık anlayışıyla yapılabilir. Sanat yayıncılığı üzerine uzmanlaşmış kurumlar hâlâ çok genç. En yaşlısı Istanbul Modern. O da 15 yaşında. Proje4L’yi unutuyorum...

OK: Çok uzun geçmişi olan, ne yaptığını çok iyi bilen yayıncıların da belli bir sertliği, atıllığı var. “Anladık, aynı fikrin savunucususunuz,” diyeceğimiz bir durum olabiliyor. Türkiye’nin bence olumlu bir özelliği, çoğu durumda her şey baştan keşfediliyor ve bu özgün şeyler çıkmasına sebep oluyor. Anlatacağın şeyi önce belli bir seviyede anlaman lazım. Bu sektörün ve projelerin içerisinde olan insanlar çok özverili. İşlerini belli bir arzu, şevk ve bağlılıkla yapıyorlar. O yüzden belli kalitenin üstünde çok iş üretiliyor ülkemizde. Bunun bütün dünyayla da “iletişilmesi” ayrı bir eksiğimiz. Burada üretilenler şeyler belki Batı ülkelerindeki nicelikte olmayabilir ama kaliteli ve ilgiye değer.

AT: Benim argümanım biraz daha farklı. Bence yayıncı eksikliği var. Sanat yayıncılığı daha çok kurumlar tarafından yapılıyor. Yayıncılık çok uzun zaman içerisinde deneyimle geliştirilir, yapılmayacak bir şey değil. Sorun aslen yayıncı olmamaları. Bir dağıtımcı ya da tanıtım şirketi gibi mekânizmalardan hizmet almaları lazım ki bu kitaplar ve yayınlar daha fazla insana ulaşabilsin.

OK: Yayıncı bunun sorumluluğunu alan ama bundan da kâr edecek olan insan. Bu ticari bir iş. Sanat eseri alıp satmak da ticaret ama sanat yayınları Türkiye’de genelde hediye olarak dağıtılan, sponsor ile fonlanıp ucuza satılmaya çalışılan, az basılan, zaten takipçisi sınırlı olan şeyler olduğu için gelişemiyor. Bu gelişimi bizim gibi arzulayan çok fazla insan var mı bilmiyorum.

Füreya, 2017, Kimlik, logo ve kitap tasarımı

Evet, sanat kitapları genelde yayıncılar tarafından basılmıyor. Daha çok müzeler, galeriler..

AT: Çünkü maliyeti çok yüksek kitapların.

OK: Kâr eden var ise söylesin. Sanat yayıncılığından hatırı sayılır kâr eden bir kurum olduğunu hiç zannetmiyorum. Yayıncı en azından sosyal bir kâr ile ekonomik olarak kendini sürdürülebilir bir hale getirse... Avrupa’daki modeller daha küçük, yeni, deneyimsiz ve sürekli kitap yayımlamaya alışık olmayan kurumların böylesi yayıncılarla iş birliği yapması.

AT: Avrupa’da bir takım kamusal fonlar devlet destekli oluşumlar ve vakıflar var. Amerika’da özel fonlar daha güçlü ama onlar da aslında bireysel destekçilerle güçlüler ve yoğun bir bireysel destek kültürü var. Türkiye’de ise neredeyse sadece sponsorluk üzerinden işleyen bir düzen söz konusu. Mesela bir sergi için yapılacak bir kitap düşünün. Bizim alıştığımız anlamda orta düzeyde bir sponsorun beklentisi belli: Logom kapakta mı? Ne kadar yayında ismim geçti? İçeride benim hediye ettiğim insanlara ters gelecek bir görüntü var mı? Halbuki, bu kitabın kamuya nasıl bir katkıda bulunacağı üzerinden düşünmek bu katkıların niteliklerinin basit bir reklam kampanyasının getireceği görünürlükten çok daha öte olduğunu idrak eden kuruluşlar çok daha etkili oluyor.

Çok geniş bir alan ama insanlara dokunmakta hâlâ daha çok zorluk çeken bir alan.

AT: Kültürlü orta-orta üstü sınıf hiç barışamadı güncel sanatla...

OK: Bu hayal ettiğimiz sanat ortamının oturması için önümüzde en az bir 50 sene var bence. Tamam, iletişim çok fazla, her şey herkes tarafından erişilebilir, anlaşılabilir diyoruz ama bazı şeylerin yerleşmesi, insanların radarına girebilmesi için Bienal’in on altıncısı olması yetmiyor.

Zaman önemli. Sadece eğitimden nasibini almış kitlenin de çok küçük bir kısmı ilgileniyor. Herkes sanatla ilgilensin demiyorum ama genel olarak çağdaş sanata karşı bir kapalılık var gibi geliyor. Hafif bir küçümseme... Anlamamaktan kaynaklı veya değil. Hep bunu tartışıyoruz. Öncelikle arada çok büyük bir seviye farkı var. Hep en başa dönüp anlatmak lazım. Bu aralık nasıl kapanabilir? Bu önemli bir soru. İkincisi de, İstanbul yirmi milyonluk bir şehir. Bu çok önemli ve güç katan bir durum. Ancak bu yirmi milyon insanın o kadar az bir kısmı sanatla ilgileniyor ki... Bu bağlamda büyük ölçekli sergilerin belki biraz daha kucaklayıcı bir tavrının olması hoş olabilir.

OK: Ben daha farklı bir yerden gireyim. Sonuç olarak sanatla ilgilenmek, sanata vakit ve zihninde yer ayırmak bir karakter yapısı. Türk komedi filmlerine bakarsan çok sayıda ve belli ki çoğu ticari başarı elde ediyor ki, çokça üretiliyorlar. İnsanlara sanat lazım, sanatın faydasının farkındalar. Ama insanlar bu faydayı bir kaçış üzerinden almayı tercih ediyor. Fakat sanat; acı ilaç gibi senin için faydalı, kendini tanıyacağın, insanlığına dair bir şeyler göreceğin bir yer bazen.

Batı’da sanatın bazı zor tüketilen türlerinin arzulanıyor, üretilebiliyor olmasının en önemli nedeni bence uzun süredir sahip oldukları refah. “Ben yarın konforumu sağlayacak miktarda para kazanabilecek miyim?” diye sorusu dünyanın büyük çoğunluğuna nazaran çok daha hafif bir soru. Böylece kendi içlerine bakabilecek, soyut düşünmeye yönelebilecek alan kazanabiliyor toplumun belli bir kısmı. Bu eksikliğin basit bir hamleyle kırılabilmesini gerçekçi bulmuyorum. Araya bir köprü kurarsın belki ama insanın kendi yürümesi lazım.

İnci Eviner, Biz Başka Yerde, Venedik Bienali 58. Uluslararası Sanat Sergisi, Türkiye Pavyonu görsel kimliği

O köprü klasik sanatla kurulmuş belki. Modern ve ardından çağdaş sanat ile de araya gezegenler girmiş sanki. Ben çağdaş sanat dergisi yaptığım için buna çok takılıyorum. Bir sürü kültürlü, üniversite mezunu, çocuklarını müzelere götüren arkadaşım hâlâ sergilerin ardından “Çok komik, yani çağdaş sanat gerçekten çok saçma geliyor” gibi yorumlar yapıyorlar. Bu insanları ne etkileyebilir? En azından ilgi duyabilmeleri için? Elbette her çağdaş sanat yapıtı iyi örnek olmayabilir. Göz, göre göre iyiyi seçecek. Bu da bir süreç. Sadece daha da fazla insan ilgilense güzel olurdu diye düşünüyorum. Ben kendime bir sorumluluk biçiyorum. Sizlere de sorumluluk düşüyor diye düşünüyorum.

AT: Türkiye’de “muasır medeniyet seviyesine erişme” söyleminin insanlarda garip bir psikotik durum yarattığını düşünüyorum. Sürekli yetişilecek erişilecek bir yer var ve sen orada değilsin. Şöyle açıklayayım; bir sergi turu verirken genç bir öğrenci “Ben buraya geliyorum, bu şeyleri çirkin buluyorum, anlamıyorum. Kendimi kötü hissediyorum,” dedi. Ben de, “Saçmalama neden kendini kötü hissediyorsun? Git kendi yapacağını yap sonra ‘bu kötüdür, çünkü...’ diye yaz,” diyebildim. Önce kendimize güvenmeliyiz. Birinin sanatı onaylaması şart değil. Senin dirayetin de onu doğrular.

OK: Onaylanma kısmı çok önemli. Yayıncılıkta da öyle. Büyük bir kurumun açtığı bir sergiyi otomatik olarak yüksek bir görünürlük elde ediyor. Çağdaş sanatı destekleyenler Türkiye’nin ve Avrupa’nın en zenginleri olunca çağdaş sanat da onların gündemini temsil ediyor gibi zannedilebiliyor, bu da bir bariyer oluşturuyor olabilir..

AT: Paris’te bir Larry Clark sergisi olunca şehrin öteki ucuna kadar sıra oluyor. Çünkü arada köprü insanlar var. Moda, sinema, müzik gibi daha popüler alanlarla işbirlikleri bunda etkin oluyor. Bu tartışmaların sığlaşmadan popülerleşmesi de lazım.

OK: Gerekirse sığlaşsın da... Bu sanat sen sorgulayasın diye var. Kabul edip müridi olasın diye değil. Bazı insanlara o şık, anıtsal sanat mekânlarının soğuk gelmesi hayli mümkün...

Küçük sanatçı inisiyatifleri çok alışıyorlar sanatın tanıdık merkezlerinde değil, mahallelerle birebir ilişkiye giren kimi kurumlar.. Bu ruhu yaşatmaya kitap üzerinden çalışan girişimler de var. border_less Art Book Days, Fuam... Bas’ın sanatçı kitapları koleksiyonunun Torun’da sergileniyor olması İstanbul için kayıp fakat Ankara için büyük kazanç.

All rights reserved. Unlimited Publications.

Meşrutiyet Caddesi No: 67 Kat: 1 Beyoğlu İstanbul Turkey

Follow us

  • Black Instagram Icon
bottom of page