Düşünme biçimlerine dair fragmanlar
- Nazlı Pektaş
- 10 dakika önce
- 10 dakikada okunur
Samih Rifat’ın Çok İş Var Yapacak isimli kişisel sergisi 17 Ağustos 2025’e dek Pera Müzesi’nde devam ediyor. Rifat’ın çok yönlü entelektüel kimliğini öne çıkaran sergi üzerine Pera Müzesi Sergiler ve Yayınlar Koordinatörü Zeynep Ögel, serginin küratoryal danışmanı Serhan Ada, serginin fotoğraf danışmanlarından Esra Özdoğan, sergi ve katalog tasarımını yapan Bülent Erkmen ile konuştuk
Röportaj: Nazlı Pektaş

Samih Rifat ve Oktay Rifat
Samih Rifat’ın yaşamı boyunca yarattığı şey yalnızca işleri değil aynı zamanda bir tür düşünme aralığıydı. Ne şiirle yetindi ne çeviriyle, ne fotoğraf bir sondu onun için ne de mimarlık bir başlangıç. Hepsi birer uğrak. Her biri, bir diğerine komşu. Her biri, diğerinden haberdar. Bu nedenle onun ardında kalanlar bir tür bilgi değil yalnızca; bir düzen içinde sınıflanacak belgeler hiç değil. Aksine, düşünmenin biçimlerine dair fragmanlar. Arşivleştirilebilir ama yekpareleştirilemez bir bütünlük içinde. Hiçbir alanı öne çıkarmadan, hiçbirini ihmal etmeden. Disiplinler arasında dolaşan değil disiplinlerin ta içinde duran bir üretim biçimi onunki. Hem içerde hem de dışarda olup da kendini sakınarak üretmeyi bilen; üretimi varlık göstergesi olarak değil de varlığı askıya alma biçimi olarak gören…
Vardığı yere yerleşmeyen bir dikkat biçimiyle Rifat’ın üretimi, yapı kurma eylemini biçimsel olmaktan çıkararak kavramsal bir zemine taşır. Mimarlığı yalnızca bina tasarımı olarak değil aynı zamanda bir bakışın inşası olarak yorumlar. Bu bakış, şiiri biçimle, sesi çizgiyle, fotoğrafı çeviriyle akraba kılar. Disiplinleri birbirine benzetmeden bir arada tutmayı başarır. Bu da onu sadece çok yönlü değil, çok merkezli bir üretici yapar.
Rifat’ın Pera Müzesi’nde gerçekleşen sergisi, herhangi bir temsil düzeniyle değil bu aralıkların dilini kurarak ilerliyor. İzleyiciye değil düşünene sesleniyor. Sergilemekle teşhir arasındaki farkı gözeterek belgeyle duyumu yan yana getiren bir dikkatle örülmüş. Rifat’ın defterleri, notları, metin kırıntıları, film kareleri, yerleştirilmiş değil dokunulmuş. Her biri bir eşiği işaret ediyor. Ne içeri çağırıyorlar ne dışarı itiyorlar. Kalınacak bir yer değil geçilecek, ama tam olarak geçilemeyecek bir çizgi. Sergiden çıktığınızda, anlatılanlardan çok anlatılmayanlar kalıyor akılda. Ve bu yarım kalma hâli, anlamaya değil, Rifat’ı zihinde sürdürmeye teşvik ediyor izleyeni.
Hem Batı’nın hem de Anadolu’nun sanat ve düşünce mirasından beslenen, geniş ilgi alanlarıyla yetkin bir kültür insanı olan Rifat’ın üretim sürecine, entelektüel merakına ve sanata bakışına dair yeni bir perspektif sunan sergiyi; Pera Müzesi Sergiler ve Yayınlar Koordinatörü Zeynep Ögel, serginin küratoryal danışmanı Serhan Ada, fotoğraf danışmanlarından Esra Özdoğan, sergi ve katalog tasarımını yapan Bülent Erkmen ile konuştuk.

Çok İş Var Yapacak, Sergiden görünüm
Zeynep Ögel: Çok parçalı ama bütünsel bir yaşam

Samih Rifat’ın üretimindeki disiplinler arası geçişler ve şiirsel duyarlılık sergiye kurumsal bir çerçeve kazandırırken bir yandan da mekânsal anlamda ve serginin kurgusunda esnemeyi gerektiriyor. Bu çok katmanlı yapının Pera Müzesi çatısı altında kurulması sürecinde sizce nerelerde genişlediniz, nerelerde sınırlara çarptınız?
Farklı ilgi alanlarıyla yetkin bir kültür insanı olan Samih Rifat, müzikten çeviriye, şiirden resme, yazıya çok yönlü çalışmalarıyla zaten geniş bir yelpazede üretti yaşamı boyunca. Burada önemli olan genişlemek ya da sınırlar değil onu olduğu gibi vermekti bizim için. Ne eksik ne de fazla…
Serginin kurgusunda dikkat etmeye çalıştığımız, onun bu çok parçalı zengin üretkenliğini, merakını, yapılandırma yeteneğini doğru yansıtmak, bunu da etik ve estetik değerlerine bağlı kalmaya çalışarak yapmaktı. Onu ve üretimlerini, kültür ve sanatla kurduğu ilişkiyi, aynı olduğu gibi, sade bir biçimde ayırmadan, öncelemeden vermeyi tercih ettik. Klasik sergileme biçimlerinin dışında yaptıklarını kendi anlatsın ve yeniden keşfedilsin istedik.
Hezârfen bir üretim kişiliğinin ardından hazırlanan sergi kitabı da bu çoğulluktan ilhamla çok yazarlı, çok sesli bir yapı kuruyor. Röportajlar, metinler, görsel belgeler ve belleğe dayalı tanıklıklarla örülen bu yayın dili, yalnızca bir sergi katalogu değil; Rifat’ın düşünsel mirasına dair bir arşiv estetiği de öneriyor. Bu yayının oluşum süreci ve yapısal kurgusu nasıl belirlendi?
Kitabı da aynı sergi gibi Rifat’ın çok parçalı ama bütünsel yaşamını yansıtabilecek biçimde oluşturmaya çalıştık. Farklı konulardaki üretimleri dışında, metinlerde Samih Rifat’la bir biçimde yolu kesişmiş isimlere yer verdik. Anılardan yola çıkan yazılar dışında çeviri, şiir ve fotoğraflarına bir “üst bakış” diyebileceğimiz metinler de var. Bunların yanı sıra, Samih’in sevdiği bir format olan, yakın dostları ve iş arkadaşlarıyla yapılan söyleşinin hızlı bir Samih Rifat kronolojisi olması, onu tanımak isteyenler için olduğu kadar az bilinen yönlerinin keşfedilmesi açısından da önemli.

Fotoğraf: Samih Rifat
Esra Özdoğan: Normatif olmayan, deneysel bir anlayışın sınırında
Samih Rifat, fotoğrafı bir “zanaat” olarak görürken, aynı anda ona şiirin gölgesini düşürme arzusunu da taşıyordu. Bu yalınlıkla şiirsellik arasında salınan yaklaşımı, seçkiyi oluştururken sizin için nasıl bir estetik ölçüt oluşturdu? Fotoğraflar, Rifat’ın görsel hafızasının izleri olarak mı, yoksa bir şairin baktığı yerden görülen fragmanlar olarak mı sergide yerini buldu?
Kendi adıma fotoğrafları seçerken öncelikle Samih Rifat’ın arşivindeki baskın temaları ve fotoğrafların estetik değerlerini göz önünde bulundurduğumu söyleyebilirim. Bir sonraki adımda dil ve şiir anlayışındaki yalınlığın, hem yazıları hem de şiirlerinde benimsediği hümanist değerlerin, çocukluk gibi, yaşamın gelip geçiciliği ve doğanın sarsılmaz gücü gibi temaların fotoğraflarda da kendine geniş yer bulduğunu fark ettim. Bunun üzerine bu ortaklık doğrultusunda ikinci bir eleme yaptım.
Katalogdaki yazınızda taş, eşik, bahçe gibi kavramlardan söz ediyorsunuz uzun uzun. İmge ve kavram arasında Rifat’ın fotoğrafları nerede duruyor?
Az önce de söylediğim gibi, belli temalar (bunlara kavram diyeceksek şayet) Samih Rifat’ın fotoğraf olsun, çeviri ya da yazı olsun farklı üretimlerinde sık sık karşımıza çıkıyor. Yapılardaki ya da doğadaki taşlarla bahçeler şiirsel ya da görsel imge olarak dönüp dönüp gelen bu ortak konuların en belirginleri arasında. Eşik kavramına gelince, bunu Samih Rifat’ın fotoğraf anlayışını betimlemek üzere ben belirleyip bir araç olarak kullandım. Çünkü fotoğrafa bakışı modernist fotoğrafın gerçekçi ve kuralcı yapısıyla fotoğraf mecrasını diğer medyumlarla (şiirle, resimle) buluşturan daha serbest, normatif olmayan, deneysel bir anlayışın sınırında duruyor.
Samih Rifat'ın desen çalışmalarından
Bülent Erkmen: Çok parçalı bir üretkenlik
Labirent gibi kurgulanmış sergi mekânı, pleksi zarflarda korunan orijinal defterlerle, fotobloklara basılmış el yazıları, çeviri metinleri, çizimler ve Samih Rifat’ın çektiği siyah-beyaz fotoğraflar arasında dolaşmayı bir tür metinsel ve görsel orman deneyimine dönüştürüyor. Bu çok katmanlı atmosferde Rifat’ın gitar kaydı mekâna yayılıyor ve izleyiciye sessizliğin içinden gelen bir iç ses gibi eşlik ediyor. Ancak bu kurguda orijinal defterlerle doğrudan karşılaşmıyoruz; el yazılarına birebir temas etmek yerine, onların yalnızca fotoğraflarıyla, bir perde aralanır gibi karşı karşıya kalıyoruz. Bu tercih, izleyiciyle Samih Rifat arasına estetik bir mesafe koymak mıydı? Yoksa defterlerin mahremiyetine dokunmadan, belleğe saygılı bir yaklaşım mı önerildi?
Samih Rifat farklı kültürel konulara ilgisi olan, bir konuda yoğunlaşmak yerine, ilgisi olduğu her konuda sürekli üreten bir entelektüel. Yazan, çizen, çeviren, derleyen, fotoğraf çeken, belgesel film yapan, gitar çalan, yayın yöneten bir “mimar”! Yaşamı çok parçalı bir üretkenlik. Yaşamı bu parçaların bir bütünü. Yapacağı işlerle beslenen, yaptığı işlerle besleyen “kendinden menkul” bir kişilik örneği.
Bu sergi ve kitap için kurduğum küratoryal ve editoryal konsept, onun yaşamının bu çok parçalı yapısının bir yansıması. Yaptığı farklı işlerle var olan Samih Rifat’ı, onu kaybettiğimiz günden 18 yıl sonra, bir retrospektif anlayış içinde, onun adına bir seçki yapmaya çalışmadan, sadece onun yaptığı işlerle ve ondan alınan alıntılarla “göstermek” istedim. Görünmeden gösteren anlayışın anlamlı örneği olan Samih Rifat’ın kendisini göstermeden, yaptığı işlerin dışındaki hayatına da değinmeden onu “sergilemek” istedim.
O çok parçalı tüm işlerinden, yaklaşık 450’yi aşkın örneği herhangi bir sınıflandırma yapmadan, işlerin anlamsal birlikteliğini sergileme birimlerinin içinde kurarak bu birimlerin sergi mekânının bütünündeki dokusal yapısı içine yaydım. Tıpkı yaptıklarının onun yaşamının bütününe yayılması gibi.
Serhan Ada: Bir entelektüelin kendini kıyasıya sorgulaması

“Yapacak çok iş var, zaman az” notu, yalnızca yaratıcı bir disiplinin içinden gelen bir ifade değil aynı zamanda modern entelektüelin zamanla kurduğu sancılı ilişkinin bir özeti gibi. Bu sözün sergide kurduğu merkezî ağırlık sence hangi tarihsel ya da kültürel suskunlukları hatırlatıyor? Bu kısa cümleyle Rifat neyin eksik kaldığını duyurmak istiyor olabilir? Bu ifadeyi serginin merkezine alırken, Rifat’ın üretimle, zamanla ve kendisiyle kurduğu ilişkiyi nasıl yorumladınız? Yazınızda da belirttiğiniz gibi, bu sözün ardında eleştirel bir iç ses mi var yalnızca?
Kavramsal bir çerçeve hazırlarken belirlenen sergi açılış tarihine ancak aylar kalmış olmasına rağmen Samih Rifat’ın elimizdeki ve son anda görebildiğim defterleri üzerinde epeyce zaman geçirdim. Farklı zamanlarda sık tekrarladığı, önemsiz gibi görünen, yapmak istediklerinin kalan zamana sığmayacağına dair yakınmaları dikkat çekiciydi. “Tarihsel ve kültürel suskunluk”la kastedilen nedir doğru anladığımı sanmıyorum. Bana göre, meraklarının peşinden gitmekten yılmayan ve titizlikle üretmekten vazgeçmeyen bir entelektüelin kendi kendini kıyasıya sorgulamasıydı bu ifadeler. Bir bakıma, daha çok üretebilmek konusundaki iştahını da apaçık ortaya koyuyorlar. Sergide yer alan onca işe rağmen bu yet(e)meme duygusunun izleyiciye sezdirilmesi önemli. Ürettikçe daha çok üretesi gelen insan pek makbul sayılmasa da şu sıralar…
“Tarihsel ve kültürel suskunluklar” derken hem Rifat’ın dinmeyen üretim arzusu hem de büyük bir iştahla ilgilendiği alanlara yönelik kolektif bir ihmali birlikte düşünmek mümkün. “Yapacak çok iş var, zaman az” sözü bana hem kişisel hem de kültürel bir yükü taşıyormuş gibi düşündürdü…
Samih Rifat hem aileden hem de yetiştiği, arkadaşlık ettiği çevreden Anadolu’ya dair, onun birikimine dair azımsanmayacak bir geleneği edindi, sonra da edindiğini araştırıcılığıyla üstüne koyarak zenginleştirdi. Bunu bilinçli bir plan çerçevesinde yürütmektense ilgilerini derinleştirerek yürüttü. Gününü, çağdaşı olduğu ifadeleri de ihmal etmeden. Yine de sergiye ve kitaba adını veren cümlecik kendi kendine yaptıklarının bir nevi toplamını alıp yapacaklarının bakiyesini düşünürken söylenmiş/yazılmış bence.
Rifat’ın düşünce coğrafyası Troya’dan Bizans’a, Ege’nin çok dilli belleğinden Yunanca’ya uzanıyor. Bu yönelim, sadece tarihsel bir ilgi değil, aynı zamanda dil, kültür ve aidiyet üzerine derin bir arayış gibi görünüyor. Sizce Rifat bu kültürel katmanlarla nasıl bir ilişki kuruyordu? Bu yönelim onun dünyaya bakışında neyin karşılığıydı?
Samih’in düşünce kökleri arasında sayılanların dışında başka şeyler de var. Bir kere dede Samih Rifat Türk Dil Kurumu’nun kurucu başkanı. Samih dil konusunda çok titizdi. Günümüzde yaşayan halini asla ihmal etmeden. Baba Oktay Rifat’ın şiir dünyamıza katkılarını biliyoruz. Ama Rifat’ların evindeki yağlı boya tabloları onu bir ressam olarak da selamlamamızı gerektirecek kadar soylu. (Samih’in Ada kitabındaki Karafa bölümüne eşlik etsin diye sergi için yazdığım metinde ancak bir tanesine yer verebildim.) Bence Oktay Rifat resimleri yeniden değerlendirilerek başlı başına bir sergiyi hak edecek cinsten. Anne Sabiha çevirmen. Bütün bunlar daha yola koyulurken yakınında buldukları.
Ama Samih bununla yetinmemiş. Fransızca edebiyat ve Fransız kültürüyle çok yakından alışveriş içinde. Nitekim çevirilerini o dilden yapmış.
Gitar müziğinin piri kabul edilen Fernando Sor’u tanıyor ve çalıyor. Bach’ı da… Sergide gezenlere dinledikleri gitar parçalarının Samih’in icrası olduğu hatırlatılmalı.
En beğendiği yönetmenler arasında İngiliz Derek Jarman ile ABD’li Jonas Mekas da var.
Samih Rifat dünya sanat ve kültür verimini kendi tercihleri doğrultusunda değerlendiriyor ve içselleştiriyordu. Ama ne yaparsa yapsın hep “buralı”ydı. Bana göre, düzyazı, çeviri, desen, fotoğraf ne yaparsa yapsın hepsi başka başka kılıklarda da görünse düpedüz şiirdi.
FOL dergisinde birlikte çalıştınız. Oradaki metinlerdeki merakla bu serginin kurduğu yapı arasında bir süzgünlük, bir ortak ton var mı? Bugün kavramsal hızın ve görsel sıkışmanın ortasında, Samih Rifat gibi figürlere dönmek sence neyin ihtiyacından doğuyor?
FOL’u Engin Altaş, Enis Batur, Hakkı Mısırlıoğlu, Mehmet Ulusel ve Nevzat Sayın hep beraber çıkardık. Derginin sponsoru GÖN Deri ve Engin Altaş’dı. Türkiye yayın tarihinde örneğine rastlanmayan bir yayın modeliydi. Dergi hiçbirimizin “işi” değildi. Ancak büyük bir merakla ve heyecanla hepimizin sanata ve hayata bakışını yansıtması için ona seve seve saatlerimizi veriyorduk. O zamanlar epey eleştiri ve alay konusu oldu. Her sayıda derginin kimliğini ve yeni içeriği en baştan tartışırdık. Şimdilerde galiba bir kült yayın olarak sahafların baş köşelerinde…
“Süzgünlük” derken kastınız biraz süzülmek, mahmurluksa açıkçası cevap vermekte zorlanıyorum. Ama benzerlik derseniz, ortak ton derseniz, evet Samih Rifat’ın meraklarını göstermesi ve onların peşinden nasıl kararlılıkla gittiğini göstermesi bakımından bir ortaklık ya da paralellikten söz edilebilir. Aslında sorunun kesin yanıtını sergi tasarımını üstlenen Bülent Erkmen daha doğru/dan verebilir.
Peşinden umutsuzca koşup yetişilemeyen hız ve görsel şenlik/kakofoni ortamında düşüncenin kendine içinde sakince dolanabileceği alanlar bulması anlamında bu sergi belki küçük bir ipucu olabilir. Tabii onunla birlikte yapılacak paneller, film gösterimleri, resital vb. diğer etkinliklerle bir bütün halinde.

Fotoğraf: Samih Rifat
Rifat’ın metinlerinde ve işlerinde sıkça karşılaştığımız “yarımlık” (tamamlanmayan mı demeli) bir estetik tercih mi, yoksa düşünsel bir alanı açık bırakma biçimi mi? Sergide bu tamamlanmamış izleri bir araya getirmek sizi hangi düşünsel veya etik sınırlarla karşılaştırdı?
Metinlerde “yarımlık” hali pek göremiyorum. Aksine Ada kitabı, Akla Kara Arası, çevirilerine yazdığı önsözler son derece derli toplu tamamlanmış metinler kanımca.
Yarım olarak görünen defterlerdeki notlar, kendisi için yaptığı ya da zaman zaman dostlarına hediye ettiği desenler filansa ayrı düşünülmeli. Onlar bir “usta”nın egzersizleri, yarımlıklarıyla bize onun hakkında çok şeyler söyleyen fragmanlar. Fotoğraflara gelince, Samih onların sergilenmesini düşünmediğini açıkça söylemiş ve yazmış. Tümüne topluca bakınca bir şiir havası alınabilir bana göre. Yapacak Çok İş Var'da onun iradesine kısmen karşı gelerek bir entelektüelin mutfağını da açmış olduk galiba.
Sergi yazınızda defterler, notlar, kenara iliştirilmiş cümleler belirgin bir yer tutuyor. Sence bu dağınıklık bir unutma biçimi mi, yoksa hatırlamak için bilinçli bir strateji mi? Bu parçalı yapıyı bir anlatı biçimi olarak mı, yoksa bir direnme yolu olarak mı görüyorsunuz?
Öncelikle küratöryel çalışmaya dair kimi şeyler söylemeliyim. Bana göre küratörlük çok sanatçı tanımak, atölye ve müze ziyaret etmek ya da sanat tarihini iyi bilmekten ibaret değil. Küratörlük aynı zamanda ve en az onlar kadar önemli olmak üzere araştırma da demek. Aksi durumda yapılan iş, hedeflenen izleyici, iletilmek istenen mesaj ne olursa olsun bir “gösteri(m)” oluyor. İzleyeni sorularla göndermek ve çıktıktan sonra da biraz olsun meraklandıracak bir şey yapmak ancak sergilenen şeyin/ küratöryel nesnenin derinlerine kadar inip ona iyice yakından bakmakla mümkün. Bu da zaman ve emek demek. Ben az sayıda küratörlük deneyimimde öyle yapmaya çalıştım.
Kavrama gelince onu yine araştırma malzemesinin içinden devşirmeyi doğru buluyorum. Sonuçta küratör çok çalışıp kendini aradan çıkararak auteur’ü, sanatçıyı öne koyan kişi. Bunu yapabilmek de ancak o “defterler, notlar, kenara iliştirilmiş cümleler” önem kazanıyor. Her birinden beklenmedik anlamlar, keşfetme zahmetine katlanana heyecan verecek şeyler çıkıyor.
Samih Rifat’ın çeviriyle kurduğu ilişki sadece başka dillerden Türkçeye sözcük taşımak değildi sanki. O, çevirdiği metinleri okurken hem kendi sesini arıyor hem de başkasının sesine kulak veriyordu. Herakleitos’tan Yves Bonnefoy’ya, Leonardo’dan Bizanslı şairlere kadar uzanan bu çeviri hattı. Sizce onun düşünce dünyasında nasıl bir yer tutuyordu çeviri?
Samih Rifat’ın çevirileri hakkında Pera Müzesi’ndeki sergi süresince en azından bir panel düzenlensin çok isterim. Çeviri yayıncılığı bakımından zihin açıcı olacaktır. O, sadece kendisine önerilen metinleri alıp çeviren biri değildi. Şimdi ilginç gelebilir ama, emin olmamakla birlikte, belki de Amin Maalouf çevirileri (Yüzüncü Ad, Uzaktan Aşk, Yolların Başlangıcı) hariç.
Rifat kendi okuduğu, ilgilendiği, daha fazla araştırmak istediklerini çevirmeyi tercih ediyordu. Defterlerinden birindeki 1 Haziran 1996 tarihli şu not anlamlı: “P Dergisi mal istedi: Bizans şiirleri çevirmeyi önerdim. Kısa sürede dergiye vereceğimden çok fazla çeviri oluştu. Bir kitaba gidiyorum. Mabeyinci Pavlos!” Bir dergiye verilecek birkaç şiirden bir kitaba. Kitap şimdi elimizde. “İş olsun” diye değil, yakın ilgiyle, şevkle yapılan çeviriler söz konusu.
Da Vinci’nin Bilmeceler (Kehanetler) toplamına yazdığı önsözde çeviri yaklaşımını özetliyor: “Benim çevirim Bilmeceler’de saklı şiiri vurgulama amacını taşıyacaktı daha çok… Ama hemen vazgeçtim; sonuç olarak asıl önemli olan elimizdeki metindi ve okuyucu -tıpkı benim yaptığım gibi- yanıtların olmasa da sorunun tadını alabilir, yanıtsız soruyu’ görebilirdi’. Yanıtsız soruyu görmek de şiirin alanına girmek sayılmalı.
İç sorgulamalarından birinde “çeviri işini azaltıp kendi kitaplarımı yazmak istiyorum. Yazabilir miyim? Şiir” demiş. Bence düzyazı çevirileri de şiirdi onun.
Yazınıza aldığınız “Yalınayak basmak ipek halısına sözün” dizesi Çocuğu Anlat Bana kitabından. Bu dizeler sizce bir ihlal mi, yoksa bir teslimiyet mi?
Bence ne o ne o. Sözün halısına basmak ihlal olabilir ama yalınayak basmak başka. Onunla bir olmak, hemhal olmak… Tek bir mısra da değerlendirilebilir elbet. Ama Çocuğu Anlat Bana’daki bu kısa şiirin tamamı onun şiire bakışının da özü adeta.
Çarıklarını kapıda çıkarıp
odaya giren köylü gibi
düşünceyi eşikte bırakıp
yalınayak basmak
ipek halısına sözün
Sözün kendisine, saf ve ham söze duyduğu derin saygı... 2005’deki şu cümlesi gibi: “Yazmak, iki yüzlü olmadan, yalan söylemeden, edebiyat yapmadan yazmak…zor!”
Baba Oktay Rifat, dede Samih Rifat, oğul Samih Rifat… Üç kuşağa yayılan bu ad zinciri, yalnızca biyolojik bir devamlılık değil aynı zamanda dille ve biçimle kurulan bir süreklilik hissi de yaratıyor. Samih Rifat’ın metinlerinde ve üretiminde bu soyun düşünsel yankılarını hakkında ne söylemek istersiniz?
Üç kuşaktan Rifat’lar arasında öyle öğretilerek değil ev ortamında aktarılan ve kendiliğinden edinilen bir düşünce akışı, bir entelektüel tevarüs olduğu anlaşılıyor. Hele Rifat’ların evindeki yazılı, basılı, boyalı malzemeyi gördükten sonra buna ikna oldum. Sözünü ettiğim akış babadan oğula doğru olduğu gibi dededen toruna da aynı zamanda. Dede ve torun iki Samih’in dil konusundaki merak ve duyarlılıkları önemli. Oğul ve baba olan Oktay Rifat ise bence dilde kendi yolunu çizip kararlılıkla yürümüş.
Yine de bugün bir üçlüden, üç kuşaktan söz ediyorsak bu süreklilik kadar kopuşlar sayesinde mümkün olabiliyor. Bir öncekinin gölgesinde kalanlardansa konuşmuyoruz hiç. Gölgede kalmamak zor iş. “BENİM SESİM NEREDEN GELİYOR! BABAMA MAHKÛM MUYUM?” Defterdeki bu iki cümle en açık kanıtı. Samih kendi sesini çıkarmayı becerebilenlerdendi.
Bir gün bir “Üç Rifat’lar Sergisi” yapılsın çok isterim. Bu yapılabilirse kuşaklararası süreklilik ve süreksizlik de derinlemesine ele alınabilir bence.