top of page

Documenta 14’ün Atina’sı üzerine


Doğrusunu söylemek gerekirse, ben pek makbul bir sanat izleyicisi değilim. Belki de sanatçı olmanın getirdiği mesleki deformasyondan, özellikle büyük ölçekli sergilerde yerleştirme taktikleri, ışıklandırma, baskı kaliteleri, askı aparatları, duvar metinleri derken genelde birlikte sergiyi birlikte gezmesi çekilmez bir insana dönüşüyorum. Bu yüzden de bienal gibi sergilerle ilgili fikirlerimi arkadaş meclislerine saklayarak natamam bir izleyici olduğumun bilinciyle böyle konularda yazmıyorum. Fakat Documenta 14’ün Atina ayağı gerçekten bende öyle bir iz bıraktı ki bunu bir şekilde anlatmaya çalışmayı önemli buldum.

Documenta 14’ün her şeyden evvel bir sanatçı sergisi olduğunu düşünüyorum. Karşılaştığım diğer sanatçılarla da izlenimlerimizi paylaştığımda fark ediyorum ki bu sergi-etkinlik-durum karışımında sanatçının üretim biçimini merkeze alan, farklı bilgi üretimlerinin imkanlarını araştıran, bu yüzden de sanatçıların hassasiyetiyle birlikte çalışarak yaratılmış, üreticilere ışık tutabilecek bir güncellik var. Olmakta olan, her gün değişen sosyo-ekonomik, sosyal, kültürel hallerle ilgili iş yapmak hiçbir zaman mümkün olmasa da Documenta 14, sanatsal jestlere yoğunlaşarak burada önemli bir önerme yapıyor: Eğer temsil edemiyorsan, içine gir. Şehirle bütünleşen, bazen görünmez olan, geçici, durumsal performanslar sanat ile sanat olmayan arasındaki çizgiyi flulaştırarak hassasiyetin ne kadar radikal olabileceğini gösteriyor.

Pope. L’nin Fısıldama Kampanyası (Whispering Campaign, 2016-17), künyesi ile başlı başına bir jest. Kullanılan malzeme olarak listelenen: Ulus, insanlar, his, dil, zaman. İşin toplam süresi 9.438 saat. Bu işle ilk defa Güncel Sanat Müzesi’nde karşılaştım. Bir duvarın içine gömülmüş olan, bir erkeğin seslendirdiği Yunanca fısıltıların etrafında işin metnini ya da açıklamasını göremeyince ilk önce gerilla bir iş olduğunu düşündüm. Anlayamadığım bir şeyin orada bulunmasına ihtimal vermemiş olmam belki de şu ana kadar işleri tecrübe etme biçimlerim hakkında bir şeyler söylüyor. Daha sonra bu işin mantığının aslında tecrübe edilememe, anlaşılamama ve görmediğimiz ama hissettiğimiz şeylerin aktive edilmesini anlayınca Pope. L’nin işbirlikçisi haline geldim. Polytechnion'un (üniversite) bahçesindeki paslı direkte de bu işi bulmak mümkündü, Atina’nın ilk mezarlığında da. Şehre nüfuz eden sesler, Atina’nın fısıltılarını ne kadar yansıtıyordu bilmemiz mümkün değil ama bu kurgulanmış durum direnç gösteren bir jest.

Paris’teki pasajları andıran, ancak terk edildiği ve kullanılmadığı zaman modern absürtlüklerini farkına vardığımız mekanlardan birinde, dükkan camındaki bir yazı olarak karşılaştığım, Irena Haiduk’un Birleşme Belgelerinin Kopyaları (Copies of In-Corporation Documents, 2017), Batı-Doğu ilişkileri, kültürel kapitalin nasıl kullanılabileceğini, suiistimal edilebileceğini Yugoexport üzerinden anlatırken, asla nakledilemeyecek bir metin olduğundan ötürü, aslında bu konu ettiği şeylerin yapılmasını da engelliyor. Parçası olmuşken parçası olmamayı başaran, tamamen içinde eriyerek, kendini bırakarak aslında siyasi bir duruş edinilebileceğini hatırlatan Haiduk’un bu işi, Documenta’nın nefes kesici anlarından.

Henryk Górecki’nin Symphony No. 3, Op. 36’sını Atina Devlet Orkestrası işbirliğiyle bir konser olarak Atina Konser Salonu Megaron’da hayata geçiren Ross Birrell ve David Harding’in işi, Documenta’nın dönüştürücü noktalarından. Suriye dışında yaşayan Suriyeliler’in oluşturduğu senfoni orkestrası ile Atina Devlet Orkestrası’nı bir araya getirerek oluşturulan işbirliğinin, bestekarın en bilinen işi olan Kederli Şarkılar Senfonisi’ni (Symphony of Sorrowful Songs) devlet konser salonunda çalması (AKM’nin çürüyen konser salonuna selam ederek) güncel sanatın jestler üzerinden kurgulandığında aslında ne kadar kuvvetli olabileceğini anımsatıyor. Bir araya getirilen kişiler ve yaratılan durumlar ince düşünülmüş ve bazen de başka mecralara alan verilmesinin, selam vermenin, saygı duruşunda bulunmanın insanları nasıl birleştirdiğini gösteriyor. Suriyeli maestronun, konser sonunda Atinalı meslektaşlarına hediye olarak Suriye’den bir parçayı çalacaklarını söylemesi, umutla hüznün aynı anda nasıl güçlü bir şekilde tecrübe edilebildiğini hatırlatıyordu.

Apostolos Georgiou’nun konser salonunun hollerine yayılmış olan resimlerinin, duvarlara dayanarak durmaları, yerden spot ışıklarıyla aydınlatılmış olmaları ise konser sonrası yarı sarhoş hareket eden biz izleyicilerin birden bire kendi gölgelerini resimlerde görmeleri ile resimle temsiliyet ilişkisinin içine atıyordu. Resimlerdeki figürlerle kendi figürlerimizi birlikte görmek, sahne aydınlatmasının sahne dışında kullanımı, içerideki performansla dışarıdaki bu temsiliyeti birbirine geçirerek Georgiou’nun isimsiz tuvallerindeki figürlerin resmin dışına ellerini uzatarak bizi içeri çekmelerine ve iç dünyamızda ne kadar çok şeyin temsiliyetsiz kaldığı ile yüzleşmemize neden oldu.

Apostolos Georgiou, Untitled, 2013, acrylic on canvas, Megaron, The Athens Concert Hall, Athens,

documenta 14, Fotoğraf: Angelos Giotopoulos

Sergi mekanlarından birinin konservatuar binası olması, bazı işlerin yepyeni çerçevelerde okunmasını sağlıyor. Nevin Aladağ’ın Müzik Odası performansında kullanılan, performans saatleri dışında mekanda ‘duran’, mobilyalardan üretilmiş olan müzik aletleri, sanatçının İstanbul’da gerçekleştirmiş olduğu sergisinden dolayı tanıdık. Öte yandan, objelerin ya da daha doğrusu enstrümanların birbirleriyle mekanda ilişkilenecek şekilde yerleştirilmiş olması ve performansı gerçekleştiren müzisyenlerin mekanda hareket ederek müzik yapmaları, farklı enstrümanlarla ilişki kurma biçimleri bu işlere gerçekten bambaşka bir boyut katıyor. Sanki durmadan olmak üzere olan bir şeyi beklermiş gibi duran enstrüman-mobilyaların izleyicide uyandırdığı dokunma hissi ve performans olmadığı zaman bile sanki bir ses çıkarıyormuş gibi hissettirmeleri, işin mekanı gezerken şekilden şekle girmesine, sesten sese tınlamasına yol açıyor.

Daniel Knorr’un atık objeleri presten geçirerek sanatçı kitabına dönüştürdüğü projesi, serginin iki ayrı mekanında gösteriliyor. Konservatuardaki ufak bir iç avluda kurulmuş pres ve obje yığını, presin bu objeleri bastırırken, sıkıştırırken çıkaracağı sesin öngörüsüyle aktive edilmişti. Sanatçıların kitabını sergi boyunca sergi mekanında üretmesi-ürettirmesi ve satışa sunması (sanatçı kitabı için nispeten mütevazı bir fiyat olan 80 avroya) sergileme-tüketme paradigmalarıyla oynarken bir taraftan da durmadan değişen bir yerleştirme yaratmış oluyor. Knorr’un benzer bir yerleştirmeyi Ulusal Arkeoloji Müzesi’ne koyması da, atık, obje, kültürel miras gibi konular üzerine düşünmek için ironi dolu bir düşünce egzersizi. Aynı mekanizmayı iki ayrı sergi mekanında kuran sanatçı bu sayede bir taraftan da kendi işini sergi içinde çoğaltmış oluyor.

Daniel Knorr, Βιβλίο Καλλιτέχνη, 2017, materialization, installation view, Athens Conservatoire (Odeion), documenta 14,

© Daniel Knorr/VG Bild-Kunst, Bonn 2017, Fotoğraf: Mathias Völzke

Arkeoloji Müzesi’nin hemen yanındaki Epigrafi Müzesi’nde yer alan Gauri Gill’in işi, fotoğraf mecrası ile yazıya adanmış bu müzedeki taşları bir araya getirerek fotoğrafın hafıza ve tarih yazımıyla olan ilişkisiyle ilgili çok kritik bir noktaya değiniyor. Gill’in 1999’dan beri devam ettirdiği fotoğraflarında gösterdiği Batı Hindistan’daki sınır bölgesi, marjinalize edilmiş olan topluluklarla kurulmuş olan uzun soluklu ilişkinin bir yüzeyi. Bölgedeki zor yaşam koşullarını sadece göstermek yerine bu tecrübeyi geride bıraktığı izler üzerinden dillendiren Gill, sınıfların duvarlarına kolektif bir şekilde öğrenmek için çizilmiş anatomi desenlerini, haritaları, çizelgeleri belgeleyerek zaten kaydedilmiş bir görsel hafızayı ikinci bir süzgeçten yani kendi kamerasından geçirerek izleyiciye iletiyor. Bu şekilde sadece bölgedeki hayata işaret etmek yerine bu hayatı dönüştüren izleri kaydeden Gill’in, müzeye sanki aitmiş gibi gözüken siyah-beyaz gümüş baskıları, bir taraftan da zaman ve coğrafya farklarını aşan bir jest.

Nabokov 1948’de yazdığı bir metinde ‘kullanışsız haz’dan bahseder. Kelebeğin kendini ‘fazlasıyla’ kamufle etmesi, yani hayatta kalmak için gizlenmenin ötesinde kendini tamamen görünmez hale getirmesi ile sanatsal üretim arasında bir bağ kurar. Gerekli, lüzumlu olanın hep bir adım ötesine geçme isteği, sanatın kendini farkında olan estetik kaygıları, sanki Documenta 14’ün Atina ayağındaki sanatçıların ortak bir kaygısı gibi: farkındalık içinde, farkındalık ile, yapılanın lüzumsuzluğunu hem çok ciddiye almadan hem de fazlasıyla ciddiye alarak, kullanışsızlığı bir haz kaynağı haline getirirken aynı zamanda bir direniş biçimi olarak da öneriliyor.

bottom of page