top of page

Dediğim dedik...


Paris’te yaşayan sanatçı Utku Varlık’ın kendi blogu için yazdığı ve bir nevi günlük tadında olan yazılarını artık Unlimited çatısı altında yayınlayacağız. Bu yazıların ilki geçtiğimiz günlerde Varlık’ın serbest çağrışım ile aklına düşen ve son dönemlerde üzerinde düşündüğü sanatın 'çağdaşlaşması' üzerine yazdığı oldukça öznel ve eleştirel bir bakışı anlatıyor

736 kelime

Sophie Calle

Uzun bir süredir narratif (anlatımsal) geziler yapıyorum ya da “merak” adına imgesel alanlarda; kentin sanata adanmış müzelerinde, galerilerde dolaşıyorum! Ben atölyemde dinginliği sevmem. Eskiden müzik doldururdu bu boşluğu, şimdi bir radyom var ama dinliyor muyum, bilinmez. Beynimin işlevi otomatik kılmış̧; kulağım ilgilendiğim her şeye açık. Geçenlerde bir gün duydum: Annette Messager... Sergi... Institut Giacometti... Bir haber... Bugün öyle bir açılıma geldik ki kimin yaşayıp kimin öldüğü belli değil. İtalya’da Elba adasında yaşayan ressam Behçet Safa’nın da geçen haftalarda ölüm haberini gördüğümde şaşırmıştım, oysa ona söz vermiştim adaya geleceğim diye. Düşündüm de, La Palette’de karşılaşmamızın üzerinden 22 yıl geçmiş! Sözüm ona gözden ırak olmak biraz da unutulmak gibi oluyor. Sonuçta Annette Messager’in de bu dünyadan göçtüğünü sanıyordum, yanılmışım! Sergiden daha çok Giacometti’nin bu eski mekânını görmek için gittim. Ama mekândan ve sergiden önce şunun altını çizeyim: Giacometti’nin atölyesini ve de şahsen kendisini fotoğraflarda görmeyen yoktur; üstü başı dökülen, saçı başı dağınık, kalender dış görünüşü, kendine yakışan o denli dağınık atölyesinde hep bir ağrı çektiği ya da mutsuz olduğu görüntüsü vermiştir. 60’lı yıllarda bizim ressamların uğrak yeri olan Montparnasse’de yer alan Le Select’te içkisini içerken, onunla selamlaşanlar daha sonra “arkadaşım Giacometti” gibi anılar yazdılar ama bilmiyorlar ki, o yıllar Galerie Maeght ve de Amerika’daki sergi ve ödülleriyle, yaşayan en zengin sanatçıların başında geliyordu. Ne yazık 1966’da bunun keyfini çıkaramadan öldü. Daha sonra adına kurulan kurum, bu atölye ve binayı -özellikle Art Deco yanını koruyarak- restore ederek bu sergi mekânını kurmuş̧.

Annette Messager, Giacometti et moi

Annette Messager, bu sergide biraz da Giacometti’nin eşi Annette Arm ile adaş olduğunu belirtiyor; sanatçının annesinin ismi de Annette Stampa’ymış; kanımca bu serginin de çıkış̧ nedeni Annette! Sergini ismi Odalarımız. Misafir odası, burun odası, dağınık oda, Annette’nin odası. Yerleştirme, fotoğraflar, aşk, dost ve sanatçı mektupları, oyuncak bebekler, çocukluğa dair objeler, kumaş̧, file, Giacometti’nin formlarına gönderiler ve sanatçının melankolisini yansıtan gölgeler gibi detayları içeriyor. Kız enstitülülerinin yıl sonu sergileri gibi, kadınsal yanıyla, mekânına gönderi yaptığı kişilik büyük bir çelişki içinde! Buradan hareketle anlatmak istediğim: 1970’lerden bu yana resmin yatağını değiştirip, onu ikinci plana atan kavramsalın can çekiştiği ama hâlâ ölmediği! Oysa o ilk yıllarda Leo Castelli’nin topa tuttuğu tüm isimler hâlâ ortalarda ve giderek Fransa’nın tekrar “çağdaş” lobisinin milyarderlerini (François Pinault, Bernard Arnault...) kendisine çekmesi, uluslararası kontrolü de elinde tutmasıyla çekim alanının tekrar Paris’e dönmesi; Versailles Sarayı, Louvre Müzesi ve Grand Palais’i performansa açmaları! Şaşırmamak gerekir ama benim Japon kültürüne ayrı bir duygu alanım vardı, bu haberle biraz sarsıldı: Sanatta Nobel olarak nitelendirilen Praemium Imperiale Ödülü’nün yirmi sekizincisi plasticienne (Fransızcada plastik sanatlarla uğraşan sanatçılara verilen isim) Annette Messager’e verilmiş̧! Güzel ama anlayamadığım, vizyon olarak bana ulaşan, tümüyle geçmişine indiğim bir Japon kültürünü bu manipülasyona sokan, onu çağdaş olarak yöneten, kafasını yıkayan güç kim olabilir?

La Palette

Plasticienne olarak tanındıktan sonra bilesiniz ki size tüm kapılar açıktır; Fransa’da medyayı elinde tutan bu lobi, içerikten öte kişisel açılıma meraklı olduğu için kendi örgütü içindeki tüm “modern müzeler,” “çağdaş sanata yönelik” etkinliklerde sizi ön plana itecektir. Söyleyecek sözünüz olmasa bile, bir bahane bulup, dergi, televizyon, radyo ve(ya) İnternet’te size bir yer açacaktır. Sözüm ona, Annette Messanger’den söz ederken kocası Christian Boltanski ve 80’li yıllarda Paris banliyösü Malakoff’da paylaştıkları atölyede Sophie Calle’den de bahsetmek gerekir. Geçenlerde o da kendisinden söz ettirdi; “absürd”ü babasının malı gibi kullanıyor ama bu kimi ilgilendiriyor! Örneğin geçmişte bir fotoğraf sergisi açıyor ama fotoğrafları kendi çekmemiş̧; bir dedektif bürosuna sipariş vererek, onların çektiği fotoğrafları kendi adına sergiliyor. Bu kez yine tüm basın ondan söz etti; aralıklarla yitirdiği kedisi ve beyaz faresine yaptığı hommage! Galerie Perrotin’de açtığı İki Proje: Parce que&Souris Calle, Fransa’nın tanınmış şarkıcılarına sipariş verdiği, kedisi ve beyaz faresinin yitirmesi olayının bir chanson’a (şarkı) dönüşmesi.

Sophie Calle, İki Proje: Parce que&Souris Calle, Galerie Perrotin

Bunları anlatmamın nedeni, sanatı bu kıyılara getiren dalgaların da yorulmuş olması; açıkça bu performansları yapanla yaptıranların botox’lu yüzlerinden de görüldüğü gibi sanat şamataya dönük bir orta oyunu olamaz; üstünde plastik sanatlar yazan kapıdan girerek pentürü bir kenara itip yerine kavramsalı oturtanların malzemesi tükendi. Documenta’nın çöktüğünün farkında bile değiller! Öbür yandan, “modern” ve “çağdaş” oyununa gelmeyen sinema ile yazın, belki hiç bir zaman olamayacak kadar güçlü ve verimli. Şiir ise yavaş yavaş bir sığlaşma içinde, belki çağımızda şiiri yapan algı ve metaforlar, insanın kendini dinlediği yıllar gibi değil!

bottom of page