Conatus’un Cebi ve dünyada yer açma çabası
- İlke İmer
- 14 dakika önce
- 10 dakikada okunur
Anita Sezgener’in şiirleriyle Sercan Kerinç’in çizimlerini bir araya getiren Conatus’un Cebi, göç, kayıtsızlık, bedenler arası geçirgenlik ve içkin üretim düşüncesi üzerinden şiir ile resmi ortak bir alan olarak ele alıyor. Kerinç ve Sezgener ile conatus’un varoluşun en kırılgan katmanlarında nasıl iz bırakan bir düşünme biçimine dönüştüğünü üzerine konuşuyoruz
Röportaj: İlke İmer
Görseller: Sercan Kerinç,

Sevgili Anita ve Sercan, benimle söyleşi yapmayı kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Conatus’un Cebi kitabınız, ilk sayfalarından itibaren beni çekim alanına aldı; her okuyuşumda katman katman açılarak yeni anlam ufukları sundu; duyuşunuza, kaleminize sağlık.
Felsefecileri kızdıracak bir giriş yapayım ve şunu diyerek başlayayım: conatus, organsız bedene kavuşuyor gibi geldi bana eserinizde. Daha açık bir ifadeyle, Spinoza’nın yaşamı sürdürme çabası olarak tarif ettiği conatus, Deleuze ve Guattari’nin arzu akışlarına açık, kontrol edilemeyen beden tasavvuru organsız beden (body-without organ) ile buluşuyor sanki. Yaşamın içkin gücü, artık sadece varlığını korumakla kalmıyor, aynı zamanda serbestçe dönüşüyor, akıyor, yeniden bedenleniyor. Conatus, klasik anlamda özün korunmasıyla ilgilenirken, sizin eserinizde bu öz durağan değil; açık, oluş içinde, farklı etkileşimlerle sürekli dönüşen bedeni tarif ediyor. Söyleşiyi de bu düşünce hattında tasarlamaya çalıştım. Öncelikle, okuyucuyu çağırdığınız, sizleri çoktan çağırmış olan o bitişik his’den söz edebilir misiniz? (“Taşları tek tek mi toplayacağız?/Yoksa onların içinde/Çoktan bitişik bir his mi var?”)

Anita Sezgener ve Sercan Kerinç: Böyle açılıyor kitap, kitaba uğuldayan çağrı ile. Sercan’ın şiirinde geçen bitişik his geçmiş, şimdi ve geleceğin birbirinden ayrılamayacağını vurguluyor. Bu birlikte akış, Hakikatin sürekliliğine göz kırparken beraberinde getirdiği Hakikat arayışının da uğultusu.
Taşları tek tek toplamak analitik bir süreçken, o bitişik his hakikatin ve zamanın birlikteliğine çağırıyor okuyucuyu. Bu, Hakikatle hareket etme, dünyayla ilişkide güçlenme ve dünyayı daha iyi kavrama çabası.
Bitişik his ile dünyada kalacaksak nasıl kalacağız, neresinden çıkarak? Ve bu noktada Hakikati ne kadar taşıyabiliyoruz? “Taş” metaforu bedenin dünya ve doğa ile kurduğu ilişkisine de gönderme bir yandan. Neden taş? Taş, sahiplenmenin, aitliğin ortadan kalktığı bir metafor mu? İşte daha çok bu sorularla yola çıktık, çıkıldı, zamanların yan yanalığı ve bitişikliğinde.
Resimlerde genellikle insan figürlerinin merkezde olduğunu görüyoruz, şiirlerde ise insan-dışı olanın. Yan yana durduklarında günlük hayatın akışına benzer bir akışta buluşuyor iki aks sanki. Diğer bir değişle, bu iki farklı anlatım düzlemi (insan-merkezli görsel ile insan-dışı şiirsel anlatım) yan yana geldiklerinde, gündelik yaşamın çok katmanlı ve karmaşık yapısını yansıtan bir bütünlük oluşturuyor. Bu kasti bir tercih miydi?

Anita Sezgener ve Sercan Kerinç: Farklı deneyimlerimiz ve dünyasal kaygılarımız üzerinden ortak bir meselede buluştuğumuzu düşünüyoruz. Dünyanın kayıtsızlığı, insanın yeryüzüne ve diğer canlılara ihtimamı kesmesi üzerine konuşuyorduk. İki farklı anlatım düzleminin olması, iki farklı ifade biçimi -şiir (ki açılış ve kapanış şiirleri Sercan’a ait) ve resmin- bir arada olmasının yanı sıra bir geçişlilik var.
Kayıtsızlığı merkeze koyarken başlangıç noktamız insan oldu. Ama kitabın insan-merkezli olmamasına özel olarak dikkat ettik, doğayla ve taşların arkaikliğiyle açılıp hayvanlara da uğruyor kitap.
Birimiz dünyanın kayıtsızlığını bir göç deneyimi, gündelik hayat ve oluş üzerinden resimlerle aktarırken, diğerimiz var olma mücadelesini sürdüren bu insanlara iç yapmaya çalıştı şiirleriyle.
Resimlerde ve şiirlerde ifadecilik ve duyumsama var, okunması gereken kaçış çizgileri, oluşlar, duruşlar ve bir başkasının acısı.
Mekânsallıktan bahsedecek olursak, mekânda tam bir doluluk yok, mekânın insan hayatına nasıl etki ettiği ve yavaşlattığı var. Ve bir yandan bunun bedenleri nasıl parçaladığı. Resimlerin içinde de böl(ün)meler var, zamanların bir aradalığını yaratmaya elverişli. Mekânın Poetikası’nda Bachelard’ın vurguladığı gibi, mekân, sadece fiziksel değil, psişik ve poetik bir alan; yani anılar, duygular, hayaller ve umutlarla yoğrulmuş bir yer. Burada da göçle birlikte eski mekânın hayali ve anısı yeni mekânın deneyimiyle iç içe geçiyor.
Sercan Kerinç: Bir göçmenin ya da savaşa, sürgüne maruz kalanın sıkıntılarını görmek, anlamak seni bir tanıklığın içine sokuyor. Hem bir gözlemci hem bir tanık. Bir ressam olarak başkalarının derdini, deneyimlerini kayıt altına almaya çalışıyorsun. Gördüğüne kayıtsız kalmayarak “dünya ile yeryüzü arasında açılan yarık”ta göçmen bedenler organsız bedenleşiyorlar, ‘yerleşik’ bir halkın berisinde, dışlanmayı, ikincil olmayı haykırarak.
Dünyanın kayıtsızlığına tepkiyi işleyen sanatçılar düşüyor zihnime. Kathe Kollwitz’in resimleri geliyor ilkin. Onun, insanın acısını, savaşın yaralarını, kaybı ve dayanışmayı poetik bir biçimde işlemesi.
Ya da Van Gogh’un Ayakkabılar’ı. Ayakkabıların deformasyonu, çatlakları, eskimiş derisi derin bir anlatı, köylüler ve işçilerin emeğinin ve günlük mücadelesinin sessiz metaforu.
Kitapta da üretim sürecinizde de farklı bedenlerin (canlı- cansız/ insan- insan-dışı) birbirine temas edip izler bıraktığı, sınırların geçirgenleştiği bir ortak-oluş hâli (öznelerarasılık- intersubjectivity) hissediliyor. Birlikte üretme sürecinizden bahsedebilir misiniz biraz? Sercan, bu kitabın senin şiirle başka türlü bir ilişki kurmana vesile olduğunu biliyorum. Anita ile birlikte üretmenin, resimle kurduğun ilişkinin neresinde duruyor şiir?
Anita Sezgener: Bir kavram üzerinden ortak bir bağlam kurma açısından dediğin gibi bir öznelerarasılıktan bahsedebiliriz. Üretim sürecimiz eş zamanlı üreterek gerçekleşti. Farklı bir deneyimdi. Bir ilk oldu benim için. Resimlere şiir yazmak ve birlikte bir yol alış.
Bu soruya Merleau-Ponty’nin alıntısıyla cevap verecek olursam: “Başkası, başka bir bedene sahip olan bir ben’dir”.
Sercan Kerinç: “Yaşantılarımda başkalarının varlığını sezebilmem” özneler arası oluşla ilgili ve mümkün. Kitaptaki ortaklaşma ise şiir ve resim yolu ile ortak bir alan kurmak üzere mümkünleşti. Bachelard’a göre, geçirgenleşen sınır hem içeriyi açar hem de içeriye yabancıyı davet eder. Sınırların geçirgenleşmesi bir akışa, bir akışkanlığa da karşılık gelebilir. Resimlerde bedenler arası geçirgenlik daha çok bir karşılaşma şeklinde. Kimi zaman temas var, kimi zaman temassızlık. Ama bir aradalığın izi hep var.
Ortak kitap fikri üzerine konuştuğumuzda ve üretime başladığımızda resimlerin şiir olmaya yaklaştığını konuşuyorduk ve bu süreçte Anita’nın bana “sen şairsin, şiir yazmalısın” demesiyle birlikte benim şiirle ilişkim arttı.
Bir alfabenin parçalı yapıda sırt bilgisi nasıl doğar size? Bu oldukça kapalı görünen soruyu şu şekilde açmaya çalışayım: Dil, ifade ya da anlam sisteminin tamamlanmamış, kırık dökük halinden doğan sezgisel, taşıyıcı, bedensel bilgi nasıl duyumsanır? Parçalı, eksik, belki dağılmış anlam sisteminden (alfabe) gelen, bedenin arkasında beliren, belki taşınan sırt bilgisi neyin bilgisidir? Size nasıl ulaşır? Bu sorunun cevabını ikinizden ayrı ayrı duymak isterim. Hangi sırt bilgisiydi sana bu resimleri çizdiren Sercan?
Anita Sezgener: Burada sırt bilgisi derken, insanın önce kendi omurgasının sağlamlığında durması ve sonra başka sırtlarla yan yana gelebileceğini kastettim aslında. Alfabe verili bir anlam sistemi ve şu an elimizde olan bu. Biz bir alfabeyle nasıl bir sırt yapacağız? “Düşünce alfabeden sonra bütünüyle kabuk değiştirdi” diyor Ivan Illich. Bu bir kutsama mı, yoksa alfabeyi bir kabuk olarak görme mi? Alfabe bir teknoloji aynı zamanda. Bir değer bilgisi belki de. Bir sırt dünyayı görürken, bir alfabe dünyayı tanımlamaya çalışır. Biz bu kitapta sırt ve alfabeyi aynı anda olduk gibime geliyor. Dünyanın omurgasında nasıl kelimelerle, çizgilerle oturacağız ve nasıl değeceğiz diğerlerine. Kayıtsızlığı ön planda tutarak -adalet sistemine ki alfabe buna hizmet etmeli ve sırt ki yeryüzüne dik bakmamızı sağlıyor- dünyaya, yeryüzüne, Heidegger’ce söylersek yeryüzü ile dünya arasındaki yarıktan bakmaya çalıştık.
Sercan Kerinç: Bir alfabe sadece bir yazı aracı değil, bir bellek taşıyıcı da. Her harfin sırtında bir yük, bir iz, bir geçmiş yazılı. Bir sırt görünmeyenin yüzü, bir alfabeyi yüzünden değil sırtından okumak, sezgiyle, duyuşla, harfleri imgeleri aslında biraz da tersinden okumak, onların taşıdığı izlerle. Bu kitapta da biraz bu var, anlamı yüzünden değil sırtından okumak ve görmek.
Sırt bilgisi, bence Gösteri Toplumu’nda Debord’un eleştirdiği gösteri toplumuna karşı şiirsel bir dilin epistemolojisi. Sırt bilgisi temsile dayalı bilgi biçimlerinin karşısına duyuyu, duymayı, duyumsamayı koyuyor.
Debord sonrası düşüncede resim gösterinin malzemesi, hatırlayan bir yüzey olarak işler. Şiir ise sözün özgürleştiği yer. Bu durumda, resim-şiir birlikteliği hem gösteriyi yeniden üretir hem de ona direnir. Kendi konfor alanını bırakır, sorumluluk üstlenir hem kendinin hem bir başkasının sorumluluğunu. Bu kayıtsızlığa karşı bir panzehir.
Anita, kitabın açılışına kondurduğun dizeler, bedenlerin kendini suyun asfaltına bırakması ve göç üzerine. Bunu biraz açmanı isteyeceğim. Berlin’e beni ziyarete geldiğin sırada benim Berlin’de yaşama deneyimim, senin Berlin ziyaretin hakkında sohbet ederken bazı bölgelerin asfalt, bazı bölgelerinse sıvı olduğunu, insanın asfalta istese de dalamayacağını söylemiştin. Bu fikir şiiri yazdığın sırada mı düştü aklına? Hangi bölgenin asfalt hangi bölgenin sıvı olduğunu nasıl duyumsuyorsun? Kendini suyun asfaltına bırakma imkânı nerede, nasıl mümkün oluyor öyleyse? Ve bunu göç ile nasıl ilişkilendiriyorsun?
Anita Sezgener: Ben yarım bir göç deneyimi yaşadım birkaç sene bir ülkede kaldım, kalmayı seçmek ve seçmemek arasında çok bocalamıştım, çok gençtim, gençken kararlar almak daha zor oluyor bence. Sonunda geri dönmeyi seçmiştim. Orada da asfalt çoktu, sıvı yerler arardım, anadilin sıvısını belki de. “Dil, dünyam”sa, orada bir sapmaya varmıştım. Kendini suyun asfaltına bırakma hem bir imkân hem bir imkansızlık, güvende hissetmek istiyorsun ama öyle bir şey mümkün olmuyor. Kendine sıvı bir bölge yaratıyorsun, o da yazmak. Yazmak asfaltı sıvılaştıran şey, senin güvenli alanın oluyor.

Göç ile ilişkili olarak sana şunu sormak istiyorum Sercan: Bu kitabın çıkışında ve Anita ile ortak çalışma pratiğinizde senin göç deneyimin nereye oturuyor? Üretimlerinle göç deneyimin arasında nasıl bir ilişki kuruyorsun?
Sercan Kerinç: Göç deneyimi ve göç olgusu için yanıma bazı kavramlar alıp ilerlemek isterim. Bir nevi taş sürmek.
Hannah Arendt‘in yurtsuzluk kavramı, “dünyada yer bulamama, dünyayı kaybetme” hâliyle baş başa bırakıyor bizi ki kendisi sürgünden sonra ve sürgün bilinciyle yazmış çoğu kitabını. Spinoza içinse yurtsuzluk, conatus’un yeniden doğduğu yer haline gelebiliyor. Deleuze ve Guattari ise yersizyurtsuzlaşma (deterritorialization) kavramıyla göçü deneyimleyen bir kimliğin, bir varlığın ya da yapının alıştığı düzenin dışına çıkması ve kendini çözmesi ihtimaline işaret ediyor. Onlara göre bu, yeni olasılıkların doğabileceği bir akışa geçme hali. Ben bu tutamaktan çıkacağım sanırım.
Yer değiştiren kişi, yersizyurtsuzlaşmayı deneyimler; göçten farkı ise, bu süreçte bedenin kendi sınırlarını yoklaması ve sorgulamasıyla birlikte varoluşsal ve simgesel bir yer değiştirmenin iç içe geçmesidir. Yer değiştirenin bildiği, aşina olduğu anlam haritaları bozguna uğrar; artık yeni bir haritalandırma yapmak zorundadır. Kaybın bağrında ise yeniden doğuş rizomlanır (köksaplaşır). Bu kavramlar eşliğinde, dünyada yer alma (worldliness) kapasitesinin azalması/ artması, düşünmenin ve eylemenin yeni biçimlerini aramak ve yaratmakla oluyor galiba. Resimlerle bunu aktarmaya çalıştım, varoluşunu sürdürmeye çalışan insanlara (organsız bedenleşen göçmen bedenler) bir eşik yaratma, eşlik etme halinden bahsedebiliriz. Bir başkasının conatus’una da açılma arzusu bu aynı zamanda.
Bu deneyim üretmek ve yaşadığını dönüştürmek yoluyla, Spinoza’nın dediği potentia’ya (varlığını artırma gücüne) de dönüşebilir. Etkilenmeler, gözlemler, devinimler, köksap oluşlar, dalmalar ve yüzeye çıkmalar, bağlar, bağlantısallıklar, geçmişin imgesiyle şimdi arasında kurulan yeğinlikler ve sezgiler yoluyla. Bir cebe sığamayacak ama cepsiz de asla olamayacak bir conatus (“İnsan var oluşunu her durumda nasıl koruyabilir ve sürdürebilir?”). Conatus’un Cebi, rizomatik bir cep, her yerden çıkmaya, fışkırmaya çalışan gözler gibi işliyor.
Şu dizelerin üzerine birlikte eğilelim isterim: Belirsizlik çabayı / sekteye uğratınca / sızar dünya / bir tohumdan / bir etkileşimin / ferahlamasıyla. Conatus, yaşamı sürdürme çabası olarak düşünülürse, dünyanın çabanın sekteye uğradığı yerde belirmesi ne anlama gelir?
Anita Sezgener ve Sercan Kerinç: Bu soruna biz de seninle eğilelim istedik ve Negri’nin çokluk kavramı ve immanent (içkin) üretim anlayışıyla yol alabileceğimizi düşündük. Negri’ye göre çokluk, her bir tekilliğin kendi gücünü artırırken başkalarıyla ortak güç üretmesi, kudretlenmesi. Spinoza’nın potentia’sı Negri’de potentia communis’e evriliyor: “Bir hayat, hiçbir şeye indirgenemez, saf imanans olarak bir hayat vardır.”
Negri’de anlam bir immanent (içkin) üretimdir: “Anlam verilmez, yaratılır.” Anlam dışarıda aranıp bulunan bir şey değil, yaratılan, birlikte oluşturulan bir şey. Bu şiirde de ve kitabın genelinde de bir anlam olarak dünya bir şablon değil, içeriden, küçük bir yaşam nüvesinden, bir tohumdan içkinleşerek üretiliyor. Bu tohum sessiz ama inatçı. Bu üretim tekilliklerle değil, ilişkiselliklerle, çokluklarla ferahlıyor. Sızma edimi burada belirsizliğin etkileşimler, etkilenmeler ile dönüşümünü imliyor. Bir içkin parlayış olarak.
Dünya belirsizliklerle örülü ve conatus, bu belirsizliğin içinde yönünü bulmaya çalışan çaba. Conatus’un Cebi’nde de zaman zaman conatus’a sekte vuran bir belirsizlik seziliyor ama bir yandan küçük kanatlıların hareketi gibi ışığa doğru bir hareket var. Karanlıkta kalan bölgelerden ışıyan bölgelere doğru karşılıklı bir akış mevcut.
Burada belirsizlik, durmayı imlemiyor, akış kırılabilir ama akışın kırıldığı yerdeki bu duraksama yeni bir şeyin sızabileceği bir boşluk görevi görebilir. Belirsizlik bir yarık, bir çatlak. Bu kırılma, yavaşlama, belki de tükenme anlarında devam etme gücünü kendi içinde yeniden bulmak: Üreterek, yaratarak. Bu da direşkenliğini artırıyor. Tüm canlılığın ve üretimin bir kriz anında patlaması gibi. Bir çakım anı.

Sercan, çizimlerinde genellikle renk kullanmıyorsun; yalnızca kırmızı balon bir istisna. Le Ballon Rouge filmine bir gönderme mi bu? Kırmızı balon senin için neyi temsil ediyor?
Sercan Kerinç: Çizimlerimde renk kullanıyorum. Ama bu kitabın siyah beyaz basılması gerekti. Kitapta balon kırmızı değil, ama biz balonun kırmızı olduğunu biliyoruz.
Evet, La Ballon Rouge’u hatırlıyorum. Filmde balon sıradan bir nesne olmaktan çıkar, canlanır; çocukla balon arasında masum, dostane bir bağ kurulur. Çevresindeki çocuklar balonu yok etmeye çalışır. Finaldeki uçuş sahnesi ise hayal gücünün ve dostluğun yok edilemeyeceğini hatırlatır bize. Aynı zamanda, her şeyin siyah beyaz olduğu bir alanda renkli balonların havalanması, göğe doğru açılan bir temastır.
Dostluk ve temas demişken, bu kitapta bir dostluk teması da var. Anita’yla bir araya gelip bir üretim gerçekleştirdik, bunlar sadece şiir ve resim değiller, burada bir kudretlenme ve çoğalma da var. Farklılıklarımızla, özerkliklerimizi koruyarak bir yol alıştı bu. Hannah Arendt dostluğu “dünyayı birlikte düşünme ve konuşma yeteneği” olarak tanımlarken politik bir ilişki biçimi olarak da görüyor.
İnsanlar arasında temasın azaldığı bir dünyada böyle bir araya gelip üretmelerin, iş birliklerinin, ihtimamlı ortaklaşmaların artması, dünyanın kayıtsızlığına da iyi gelecektir diye düşünüyorum.
Anita, merak ve arzu arasında kurduğun ilişkiyi ve bu kitap için önemini açabilir misin? Özelikle şu dizeler üzerine düşünelim istiyorum: Bir sandalye/ arzusuz kalınca/ insan merakından… Merak bir iz/ yüzü olmayan bir iz.
Anita Sezgener: Merakı çok önemsiyorum. Merak bir yönelim. Bir şeyin kendisine değil, bıraktığı belirsizliğe yönelen. Merakta çağıran bir iz vardır. Derrida, iz kavramını, anlamın hep erteleyerek var olduğunu göstermek için kullanıyor. Merak yoksa arzu yoktur.
Sercan boşlukta bir sandalye çizmişti ilkin, sonra onun üzerini boyamak istedi, şiir sandalyesiyle kalmış oldu ama. “Yüzü olmayan bir iz” derken bir ihtimale, bir davete işaret etmek istedim. Verimli bir boşluk için bir şeyin seni çağırması ama ne olduğunu söylememesi gibi.
Conatus’un cebi, Anita’nın dizeleriyle düşünecek olursak kayıt-sız bir dünyanın/ kaydını tutma çabası olarak değerlendirilebilir mi? Kitabınızda taşlar ve onlarla kurulan ilişki(ler) önemli bir yer tutuyor. Çatlağın derinine inen mi görür taşların birbirine gülümsediğini? Ne demektir bu? Taşların, taşlaşmaların, kayıtsızlığın, Deleuze’ün kaçış çizgisi kavramı ve Walter Benjamin’in Tarih Meleği alegorisiyle nasıl bir ilişkisi var? Geçmişe dönüp bakmak ne vaat ediyor bize? Sınır çizgisi ve kaçış çizgisi arasındaki gerilimde nereye oturuyor taş, taşlaşma, geçmişle ilişkimiz? (A: kollarını kavuşturmuşsa zaman/ hatırlamak hakikat olunca; S: Yoksa orası mısın geçmişin ve şimdinin?)
Anita Sezgener ve S: Oldukça yoğun bir soru, teşekkür ederiz. Benjamin, Tarih Kavramı Üzerine makalesinde Klee’nin Angelus Novus tablosundan bahseder:
Bakışlarını ayıramadığı bir şeyden sanki uzaklaşıp gitmek üzere olan bir meleği tasvir ediyor: Gözleri fal taşı gibi, ağzı açık, kanatları gerilmiş. Tarih meleğinin görünüşü de ancak böyle olabilir, yüzü geçmişe çevrilmiş. Bize bir olaylar zinciri gibi görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket. Biraz daha kalmak isterdi melek, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek... Ama cennetten kopup gelen bir fırtına kanatlarını öyle şiddetle yakalamıştır ki, bir daha kapayamaz onları. Yıkıntılar gözlerinin önünde göğe doğru yükselirken, fırtınayla birlikte çaresiz, sırtını döndüğü geleceğe sürüklenir. İşte ilerleme dediğimiz şey, bu fırtınadır.
Bu bağlamda taşlara, taşların gülümsemesine, taşlaşmalara ve kayıtsızlığa baktığımızda, taşlaşmalar arasında taşların birbirlerine gülümsemesi geçmişin yükleri ve zorlukları arasında bir bağın, yaşama çabasının, bir yaşam belirtisinin ışıldaması var, çatlağın derinine inenin farkındalığı biraz da bu. Merakın çizdiği. Taşlaşma ve kayıtsızlık geçmişin yükleriyle bazen de felaketleriyle bir sertlik ve donma haliyse, kaçış çizgisi rüzgârın hareketi gibi bir akışı ve özgürlük alanını çağırır, bir gülümseme noktası yaratır. Melek geçmişi iyileştiremeden zamanın ilerisine sürüklenir. (Hakikat geçmiş ile şimdinin neresinde durur?)
Sınır çizgisinin statik, durdurucu hâli kaçış çizgisinde yok, Deleuze ve Guattari’nin kaçış çizgisi dinamik bir çizgi, hareket, geçişlilik ve akışı getiriyor. Sabit yapılardan (taşlaşma, kayıtsızlık), baskılayan düzenlerden (hiyerarşi, otorite, normlar) kaçışı ve dönüşümü mümkün kılan bir çizgi. Bir sürekli oluş ve dönüşüm hattı da denebilir.
Conatus’un Cebi’ne bu soru üzerinden baktığımızda hem resimler hem şiirler “kayıtsız bir dünyanın kaydını tutma çabası” sahiden. Donmayı açmaya çalışan bir ısı pompası.

“İnsana yakınlaşırsak” diye başlıyor Bir açılış için; ben de söyleşi kapanışında insana ne yakışır diye sormak istiyorum. Geniş, klişe, hatta retorik görünebilecek bir soru bu; ama dünyanın asırlardır içinden geçtiği süreçte, insan ile dünya arasındaki gerilimli tahakküm ilişkisi düşünüldüğünde, bu soruyu sormaktan vazgeçmemenin önemli olduğuna inanıyorum. İnsana yakınlaşırsak, insana ne yakışır?
Anita Sezgener: İnsana yakınlaşırsak, insana empati yakışır. Anlama, yaklaşma ama kendinden de vazgeçmeden anlama gücü. İnsana, yok etmeme yakışır. Ne kadar ütopik olsa da. İnsana sınırların olmadığı, herkesin her yerde dilediğince var olabildiği, özerk olabildiği, yeryüzüne kayıtsızlığın olmadığı, ihtimamın, dayanışmanın olduğu bir dünya yaratmak yakışır.
Sercan Kerinç: İnsana yakınlaşırsak insana Hakikat yakışır. Hakikat tüm zamanları taşır.
Her çağın kendi hakikatini yazdığı bir mürekkep var, akışkan ve köksaplaşan.
Hakikatin bir kıvrılması var, bir açılma, bir görünürlük kazanma hareketi. (Heidegger’in “Hakikat= aletheia”, gizlenmişin açığa çıkışı demesi Hakikatin özüne. Bir varlığın gizden görünüre çıkması.) Hakikat bazı görünürlük anlarında duyumsanıyor. Ve biz orada insana yaklaşıyoruz.





Yorumlar