Açık yapıt olarak Minipod
- Merve Akar Akgün
- 29 dakika önce
- 13 dakikada okunur
Koleksiyon ve Koz Susani Design iş birliğiyle Compasso d’Oro 2025 ödülünü kazanarak tasarım tarihine geçen Minipod’un serüvenini; Koray Malhan ve Defne Koz ile ofislerin geleceği, açık yapıt kavramı ve etik üretim sorumluluğu ekseninde derinleşen bir sohbette ele aldık
Röportaj: Merve Akar Akgün

Minipod. Koz Susani Design ve Koleksiyon'un izniyle
Bugün artık hiçbir nesneyi, salt bir kullanım aracı olarak göremiyoruz. Bir sandalyenin duruşu, bir masanın dokusu ya da içinde çalıştığımız bir ofisin kurgusu dünyaya, zamana ve birlikte yaşama biçimlerimize dair politik ve felsefi fikirler taşıyor. Tasarımın, felsefeden ve sosyolojiden ayrı düşünülemeyeceği, nesnenin ötesinde bir anlam üretimi olduğu gerçeği, belki de çağımızın en belirgin farkındalıklarından biri. Tam da bu eksende, Türkiye tasarım tarihi adına çok kıymetli, bir o kadar da gurur verici bir ana tanıklık ediyoruz.
Tasarım dünyasının en köklü ve saygın otoritelerinden kabul edilen, bir nevi bu alanın Nobeli sayılan Compasso d’Oro (Altın Pusula), 1954 yılından bu yana İtalyan tasarımının mükemmeliyetini simgeliyor. 2025 yılında, Expo Osaka kapsamında açıklanan sonuçlarla, bu prestijli ödülün rotası bu kez tanıdık bir hikâyeye, Koleksiyon ve Koz Susani Design iş birliğine çevrildi. Defne Koz ve Marco Susani’nin, Koleksiyon’un vizyoner yaklaşımıyla hayat verdiği Minipod, değişen çalışma kültürüne getirdiği “yeni nesil bir yuva” önerisiyle ödüllendirildi ve ADI Design Museum’un kalıcı koleksiyonundaki yerini aldı.
Ancak bu ödülü, sadece bir başarı plaketi yahut "müktesebat"a eklenen bir satır olarak okumak haksızlık olur. Bu, Faruk Malhan’ın temellerini attığı "kültür üretimi olarak tasarım" anlayışının, Koray Malhan’ın entelektüel liderliğinde evrensel bir dille buluşmasının tezahürü.
Röportajı gerçekleştirmek için Koray Malhan ve Defne Koz ile bir araya geldiğimde, amacım ödüllü bir ürünü konuşmak değildi. Zira her ikisi de alanlarında "düşünen" ve "sorgulayan" isimler olunca sohbetin yönü kaçınılmaz olarak derinleşeceğini biliyordum. Defne Koz’un malzemeye ruh üfleyen, teknolojiyi şiirsel bir sessizlikle gizleyen rafine yaklaşımı ile Koray Malhan’ın mimariyi müzik teorileriyle, sosyolojiyi caz doğaçlamalarıyla harmanlayan çok katmanlı zihni ile karşı karşıya geldiğinde konu konuyu açtı ve konuşmamız, David Sim’in Soft City kavramından ilhamla geliştirilen Soft Work Habitat felsefesinden başlayıp; Zygmunt Bauman’ın Akışkan Modernitesi’ne, oradan Umberto Eco’nun Açık Yapıtı’na ve hatta doğadan eksilttiğimiz malzemelerin etik sorumluluğuna kadar uzandı. Ben Minipod’u modern zamanın bitmek bilmeyen gürültüsü ve hızı içinde insanın kendine yarattığı bir sığınak, kaotik bir partisyonun içindeki kıymetli bir es anı olarak görmeye çalıştım ve bu doğrultuda sorular sormaya çalıştım.
Bir tasarımcı, yarattığı formun yüzyıllar sürecek “yok oluşundan” da sorumlu mudur? Otoritenin tek bir merkezden alınıp bireye devredildiği yeni dünya düzeninde, mekanlar bize nasıl eşlik etmeli? Ve en önemlisi; her şeyin hızla tüketildiği bu çağda, “zamansız” bir iz bırakmak mümkün mü?
Aşağıda okuyacağınız satırlarda malzemeden manaya uzanıyoruz.
Defne, İstanbul'da kök saldınız, Milano'da Ettore Sottsass gibi bir ustanın yanında piştiniz ve şimdi Chicago'da üretiyorsunuz. Bu üç farklı coğrafya; duygu, estetik ve inovasyonu farklı şekillerde tanımlıyor. Sizin tasarımlarınızdaki evrensel dil, bu üç kültürün çakışmasıyla oluştu diyebilir miyiz?

Defne Koz: Aslında birbirinden bir hayli farklı üç kültürden bahsediyoruz. İlk ikisi, yani Türkiye ve İtalya, coğrafi yakınlıkları nedeniyle yeme-içme kültüründen hayattan keyif alma biçimlerine, dostluk anlayışına kadar pek çok ortak geleneğe sahip. Ancak aramızda çok temel bir fark, bir Rönesans gerçeği var. Bu faktör, birbirine benzeyen bu iki kültürü önemli ölçüde ayrıştırıyor. Türkiye beni ben yapan, kimliğimi oluşturan yer; İtalya ise beni profesyonel olarak yetiştiren ülke. Bu iki kültürün sentezinin ne kadar büyük bir zenginlik olduğunu İtalya’da yaşarken hissetmeye başlamıştım.
Sonra denkleme Amerika eklendi; ilk ikisinden tamamen farklı bir dünya. Başlangıçta uyum sağlamakta zorlansam da diğerlerinde olmayan farklı çalışma biçimlerini ve bakış açılarını bana öğretti diyebilirim. Özellikle global şirketlerin vizyonundan start-up ekosisteminin doğuşuna kadar pek çok farklı sektörde deneyim kazanmamı sağladı.
Peki, bu kültürler çakışıyor mu? Evet, bazen çakışabiliyor ama günün sonunda hepsi birleşiyor, üst üste biniyor ve beni tasarım konusunda daha donanımlı kılıyor. Türkiye’de yaşadığım süreden çok daha uzun zamandır yurt dışındayım ama özümde elbette en çok Türk’üm. Yine de tasarım yaparken “Şimdi biraz Türklüğümü vurgulayayım” ya da “İtalyan tarafımın altını çizeyim” diye hesap yapmıyorum. Bu, okuduğunuz kitapların zihninizde yer etmesi gibi; kültürel birikimler insanı zenginleştiriyor ve projeler hayata geçerken kendiliğinden, doğal bir şekilde ortaya çıkıyor.
Bu melezlik beni çok ilgilendiriyor. Kültürler üst üste geldikçe lokal olana bakış da bir o kadar değişiyor. Bunu sizin nasıl anlatacağınızı merak ediyordum. Teşekkür ederim, Rönesans detayı dikkate değerdi… Marco Susani ile Koleksiyon için geliştirdiğiniz “yeni nesil çalışma yuvası” Minipod, tasarım dünyasının Nobel'i olarak görülen Compasso d’Oro ödülüne layık görüldü. Tebrikler! Compasso d’Oro, 1954'ten beri verilen, dünyanın en prestijli ve alınması en zor tasarım ödülü. Ödülün Koleksiyon ile alınmış olması Türkiye tasarım tarihine de bir “ilk” olarak not düşülüyor. Bu ödül, kişisel kariyerinizdeki sayısız başarının yanında, Türkiye’nin tasarım ekosistemi ve sanayisi için nasıl bir dönüm noktası ifade ediyor?
Defne Koz: Bu bizim için bir ödülden çok daha fazlası; bir paye. Bu ödül, bir Türkiye firmasının koleksiyonuna, bizim tasarladığımız ürüne verildi. Burada gururumuzu okşayan, tüylerimizi diken diken eden birkaç faktör var: Öncelikle bu çok sık verilen, herkese dağıtılan bir ödül değil; özellikle yabancılara nadiren layık görülüyor.
Dolayısıyla bunu Türkiye tasarımı adına aşılmış önemli bir eşik olarak görüyorum. Bu durum bana, çalıştığım firmaya ve genel olarak Türkiye’de tasarım alanına büyük bir sorumluluk yüklüyor. Koray’la da konuşurken altını çizdiğimiz gibi, bir dönüm noktası olarak görüyoruz. Bu aşamayı geçtikten sonra vizyonumuzun da genişlemesi gerekiyor. Daha önce Alman, Amerikan veya İsviçre menşeli pek çok ödül aldık; ancak bu ödülün yeri başka. Artık uluslararası arenada da varlığımızı çok daha güçlü ve farklı bir şekilde ortaya koymamız gerekiyor.

Koray Malhan: Defne ile olan dostluğumuz ve meslektaşlığımız, bizi klasik anlamda bir tasarımcı-sanayici ilişkisinden çok daha başka bir yere taşıyor. Bunun benzerlerini İtalya tarihinde, kurucusunun bizzat tasarımcı olduğu moda evlerinde görürsünüz; patron hem finansı yöneten hem de işi tasarım kafasıyla başlatan kişidir. Bizim markamızın da bir mimar tarafından kurulmuş olması, kurumun içinde mimari genlerin yaşaması ve gelişmesi çok kritik. Bu ortak genetik kod sayesinde Defne ile karşılaşmamız, birbirini karşılıklı besleyen çok güçlü bir zemine oturuyor.
Türkiye'nin tasarım dünyasındaki yerine dair önyargılar olsa da bu algıyı yıkan çok başarılı örnekler var. Uluslararası festivallerde jüri koltuğuna oturan yönetmenlerimizden, dünya sahnelerinde kapalı gişe çalan piyanistlerimize kadar pek çok figür bu zinciri kırıyor. Özellikle Kadın Voleybol Takımımız gibi örnekler, bunun bir şans eseri olmadığını kanıtlıyor. Futbolda bazen görülen “bir kez şampiyon olup sonra yirmi yıl kaybolma” durumunun aksine; burada bir sporcu disiplini, muazzam bir devamlılık ve istikrar kültürü var.
Michelin yıldızlı şeflerimizden tasarımcılarımıza kadar uzanan bu başarılar bir standart belirliyor. Bu ödülleri ve başarıları, “Müktesebat budur, minimum kalite standardı burasıdır.” diyen bir sorumluluk belgesi olarak görüyorum. Nasıl ki bir kente çok iyi bir mimari eser yapıldığında çevredekiler de ona benzemeye çalışıp güzelleşiyorsa, bizim de amacımız arkada bir iz bırakmak. Farklı kültürlerle ve coğrafyalarla konuşabilen, evrensel bir dilde üretim yapmak ve bizden sonrakilere o çıtayı emanet etmek, omuzlarımızda hissettiğimiz en büyük sorumluluk.
Defne Koz: Çok güzel ifade ettin, bu gerçekten önemli bir iz. Ancak bu iz, tek başına kalmış, izole bir nokta gibi durmamalı. Yani güzel bir dokunuş olsa bile, tesadüfi bir leke gibi tekil kalmamalı; biz bunu yaymalı ve genişletmeliyiz. Türkiye’de tasarımının genelinde de bu algının değişmesini bekliyoruz, öyle değil mi? Başarının şans eseri, rastgele denk gelmiş bir olay gibi görünmemesi için bunun bir silsile halinde devam etmesi, kendini tekrar eden bir istikrarın parçası olması çok kıymetli. Ancak o zaman gerçek bir tasarım kültüründen ve kimliğinden bahsedebiliriz.
Compasso d’Oro jürisi estetik ile birlikte ürünün arkasındaki araştırmayı, teknolojiyi ve toplumsal etkiyi de ödüllendiriyor; geçici trendler yerine kalıcı olanı seçmesiyle biliniyor. Minipod’u tasarlarken onun bugünün bir ihtiyacını (açık ofislerde mahremiyet) karşılarken aynı zamanda yıllarca eskimeden kullanılabilecek bir klasik olacağını hissetmiş miydiniz?
Defne Koz: Tıpkı bir ressamın fırça darbesinden ya da bir yazarın satırlarından kim olduğunu anladığınız gibi, bir tasarımcının da kendine has, özgün bir ifade dili vardır. Benim tasarım lisanımda kalıcılık her zaman bakidir. Hiçbir zaman geçici trendleri izlemedim, popüler akımların peşine takılmadım. Bir formu nasıl olması gerektiğini düşünüyorsam öyle yorumluyorum ve ortaya çıkan işin zamansız olduğunu hissediyorum.
Bu sadece benim hissim de değil; 1994’te tasarladığım ürünlerin bugün hâlâ piyasada olması ve talep görmesi bunun en somut kanıtı. Biz tasarımcılar zamanla ilginç bir yarış içindeyiz: İnsanların henüz alışık olmadığı yeni tipolojileri ve kullanım alışkanlıklarını herkesten önce öngörüp hayatlarına sokarak zamanın önüne geçiyoruz. Ancak asıl marifet, bu yeniliği getirdikten sonra, doğru bir tasarım diliyle o ürünün yıllarca eskimeden, kalıcı olmasını sağlamakta yatıyor.
Minipod. Koz Susani Design ve Koleksiyon'un izniyle
Koray Bey, Defne Koz ve Marco Susani ile çalışırken onlara nasıl bir problem veya hayal ile gittiniz? Minipod fikri masaya geldiğinde, Koleksiyon'un Self-Organized Workplace (Kendini Kurgulayan İşyeri) felsefesinde hangi boşluğu doldurmasını hedeflemiştiniz?
Koray Malhan: Ben genellikle üç-dört senede bir, dönemin ruhunu ve değişen parametreleri analiz eden tematik bir metin kaleme alırım. Tasarımcı dostlarımla masaya oturduğumuzda “Yeni bir sandalyeye ihtiyacımız var.” demek yerine, bu metin üzerinden felsefi bir tartışma yürütürüz, nelerin değiştiğiyle ilgili biraz daha farklı bir öngörü sahibi olmaya çalışırız. Minipod süreci de böyle başladı.
Bu fikrin özü, kent kuramcıları Edward Soja ve hocamız İlhan Tekeli’nin tartıştığı Self-Organized City (Kendi Kendini Örgütleyen Kent) kavramına dayanıyor. Eskiden Haussmann’ın Paris’i veya Amerika’nın ızgara planlı şehirleri gibi, her şeyi yukarıdan aşağıya dikte eden ve bugün tarihe karışan bir tanrı-mimar figürü vardı. Ancak bugün görüyoruz ki kent, Taksim’den Galata’ya uzanan simbiyotik bir ağ gibi, yaşayanların ihtiyaçlarına göre kendi kendini örgütleyen bir organizma. Taksim’i kapanırsa Arnavutköy patlıyor…
Ofis tasarımlarında da benzer bir yukarıdan dayatma sorunu var. Birkaç yönetici oturup binlerce çalışanın hayatını belirleyen katı planlar yapıyor. Ancak kararlar o gün için ne kadar doğru olsa da beş sene sonra gerçeklik değiştiğinde o bin kişilik sabit mobilya yığını işlevsiz kalıyor ve çöp oluyor. Bizim Self-Organized Workplace dediğimiz felsefe tam burada devreye giriyor: Planı öyle kuralım ki, içindeki insanlar aktif katılımcı olarak mekânı dönüştürebilsin.
Minipod gibi tasarımlar, Jonathan Raban’ın Soft City (Yumuşak Şehir) kavramındaki esnekliğe atıfta bulunuyor. Buradaki Soft, ürünün malzemesinin yumuşaklığı değil elbette; kentin katı gridler yerine insan ilişkileri ve komünitelerle örülmesi anlamına geliyor. Dolayısıyla hedefimiz, yapıyı daha atomik ve küçük parçalara bölerek, bu parçaların birbirleriyle de serbestçe ilişki kurabileceği esnek bir sistem yaratmak. Minipod, bu teorik altyapıyı pratikte birebir karşılayan bir ürün.
Baktığınızda alışılagelmiş bir masa görmüyorsunuz, Minipod her yüzeyi döşemeli, dokusal olarak masadan ziyade bir kanepeyi andıran, ama işleviyle masa olan hibrit bir yapı. Üzerinde tablası olan ancak tamamen tekstil ile kaplanmış böyle bir masa tipolojisinin başka bir örneği olduğunu sanmıyorum.
Defne Koz: Koray ile düşüncelerimiz bu noktada birebir örtüşüyor. O meseleye daha teorik ve geniş bir spektrumdan bakarken, biz bu tasarımı sunduğumuzda “Teorimle bundan daha iyi bağdaşan bir ürün olamaz.” dedi. Aslında Minipod, o felsefenin somutlaşmış bir tercümesi. Biz buna kısaca deskless desk (masasız masa) diyoruz. Artık ofisleri o sonsuz, birbirinin aynısı masa yığınları olarak hayal etmiyoruz; çünkü yanında rahat bir divan varken kimse sert bir masada çalışmak istemez.
Amacımız, kullanıcının kendini masayla özdeşleştirebileceği, onun bir parçası gibi hissedeceği, sıcak bir sistem kurgulamaktı. Bu yüzden malzeme olarak kumaşı ve poliüretan dolguyu seçtik; bu sayede ürün aynı zamanda ciddi bir ses yutuculuğuna da (sound absorption) sahip.
Piyasada inip kalkan (sit-stand) masalar var ama hepsi çok mekanik ve teknolojik görünüyor. Biz ise bu soğukluktan tamamen uzaklaşıp, arkadaki o ciddi mühendisliği ve teknolojiyi gizledik. O küçük strüktürün içinde yoğun bir teknoloji var ama kullanıcı baktığında bunu görmemeli. Tek isteğimiz; masa sizi sarsın, sarmalasın; entegre ışığı ve yumuşak dokusuyla kendinize ait o odaklanma alanını yaratsın.
Son dönemde yaptığım okumalarda karşıma çıkan, gelecek ve teknoloji dendiğinde zihnimizde canlanan soğuk, mekanik ve insani değerlerden uzaklaşmış bir dünya tasviri var. Belki yaşla, belki de çağın hızıyla ilgili ama insan artık biraz daha nostaljik bir sıcaklık arıyor gibi hissediyorum. Minipod, bir ofis mobilyasından ziyade, ofis içinde kendine ait bir hacmi olan mikro-mimari bir yapı gibi duruyor. Açık ofislerin yarattığı gürültü ve odaklanma sorununa karşı, Minipod’u tasarlarken kullanıcının içinde hissetmesini istediğiniz temel duygu neydi? Dış dünyanın bu kaosuna karşı kullanıcıya güvenli bir sığınak hissi vermek ya da tamamen fonksiyonel, yani hayatı üretmeye ve konsantrasyona odaklı bir izolasyon aracı yaratmak mı?
Defne Koz: Kişisel yaşamımdan örnek vereyim: Seyahat etmeye bayılıyorum çünkü ironik bir şekilde tek odaklanabildiğim, etraftan kopabildiğim zamanlar yoldayken oluyor. Günlük hayatın hızı bizi öyle bir hale getirdi ki düşünmeyi unuttuk; sakince oturup düşünebilmek artık bizim için büyük bir lüks. Bu yüzden bir tasarım veya ortam, beni düşünmeye ve odaklanmaya teşvik ediyorsa mutlu oluyorum.
Rönesans resimlerine baktığınızda bilge figürü hep loş bir mum ışığı altında, kendi masasında resmedilir. Yazmasa bile oradadır, düşünüyordur. Minipod'u tasarlarken tam olarak bu atmosferi yakalamak istedik. Elbette günümüzün tüm ergonomik gerekliliklerini ve çalışma konforunu sağlamak zorundayız ama amacımız; gerçek bir mum olmasa da mum ışığının sıcaklığını ve yarattığı o derin konsantrasyon alanını modern ofise taşımaktı.
Günümüzün performans toplumu bizi öyle bir noktaya getirdi ki; uyuşturucu kullanımı bile şekil değiştirdi. İnsanlar artık keyif almak, yüksek duygulara ulaşmaktan ziyade, sadece daha aktif ve üretken kalabilmek için, iş yapabilmek için, bir tür yakıt niyetine uyuşturucu kullanıyor. Yani sistem bizden sürekli bir süper insan performansı bekliyor. Tasarımcı olarak sizce bu sağlıksız gidişatı mekânlarla veya objelerle dengeleyebilir miyiz?
Defne Koz: Sırf daha üretken olabilmek adına kimyasallara başvurmak, bana insanlık olarak oldukça patetik, hatta acıklı bir noktaya savrulduğumuzu hissettiriyor. İşte tam da bu yüzden durduğumuz yer çok kritik. Çünkü tasarım yapmak, geleceği ve davranış biçimlerimizi şekillendirmek demek. Yaptıklarınızın yaşamlarımız üzerinde bu denli belirleyici ve etkili olması, sorumluluğumuzu daha da artırıyor.

Minipod. Koz Susani Design ve Koleksiyon'un izniyle
Koray Bey, müzikle olan derin bağınızı ve tasarıma yaklaşımınızda ritmin, doğaçlamanın ne kadar belirleyici olduğunu biliyoruz. Müzikte sessizlik de notaların bir parçasıdır. Bu bağlamda Minipod’u, açık ofisin o kaotik ve hiç susmayan gürültüsü içinde bir es (duraklama) anı olarak tanımlayabilir miyiz? O yoğun ofis partisyonunda bu ürünün notası tam olarak nerede duruyor?
Koray Malhan: Müzik, benim ilgilendiğim bir alan olmanın çok ötesinde, kozmosun işleyişini, matematiğini ve ruhunu çözmeye en çok yaklaştığımız yerdir. Sergey Rahmaninov’un o meşhur sözündeki hakikate inanıyorum: “Müzik bir ömre yeter ama bir ömür müziğe yetmez.” Benim dünyamda müzik; edebiyatın, görsel sanatların ve diğer tüm disiplinlerin katbekat üzerinde bir yerdedir. Çünkü içinde semantik vardır, matematik vardır, fiziksel ve psikolojik bir oluş hali vardır.
Tasarım pratiğim ile müzik arasındaki asıl bağı, Umberto Eco’nun ufuk açıcı eseri Opera Aperta (Açık Yapıt) ile kurdum. Eco, sanat tarihinde çok kritik bir kırılmayı anlatır: 20. yüzyıla kadarki klasik eserler, örneğin bir Beethoven senfonisi, kapalı yapıtlardır. Besteci (yani otorite), her notayı, her “es”i, her nüansı belirlemiştir. İcracıya düşen görev, bu mükemmel kurguyu sadakatle tekrar etmektir. Ancak modern dönemle birlikte; John Cageler, Stockhausenler ve cazın o devrimci ruhuyla bu yapı yıkıldı. Eser artık bestecinin bitirip kapattığı bir dogma değil, icracının katılımıyla anbean yeniden yaratılan “açık” bir sürece dönüştü.
Miles Davis’i düşünün... Beethoven karşısında bir yorumcu değil, sahneye her çıktığında eseri yeniden inşa eden bir eş-yaratıcı. O anki doğaçlaması, eserin kaderini değiştiriyor.
Fakat dönüp kendi sektörümüze, ofis mobilyaları dünyasına baktığımda hâlâ 19. yüzyılın o kapalı eser mantığının hüküm sürdüğünü görüyorum. Mimarlar, plancılar ve uzmanlar bir araya gelip, tıpkı otoriter bir besteci gibi karar veriyorlar: “Sen şurada oturacaksın, şu saatte çalışacaksın, masan bu olacak.” Sonra da o insanın karşısına geçip “Hadi şimdi yaratıcı ol.” diyorlar. Bir insanı sabah 9’dan akşam 6’ya kadar sabit bir koordinata çivileyip, ondan zihinsel bir uçuş beklemekten daha büyük bir çelişki, ihtiyaçların daha kötü bir tercümesi olamaz.
Bizim Self-Organized Workplace (Kendi Kendini Örgütleyen İşyeri) dediğimiz felsefe, Zygmunt Bauman’ın Liquid Modernity (Akışkan Modernite) kavramına dayanıyor. Bauman, insanlık tarihinde ilk kez tek bir mutlak otoritenin (Kral, Tanrı, Patron) yıkıldığını ve yerini çoklu otoritelere bıraktığını söylüyor. Yani günümüzde otorite artık bir seçim yapabilme gücü.
İşte biz Minipod ve diğer tasarımlarımızla ofiste otoriteyi devrediyoruz. Çalışana diyoruz ki: “Sana bir masa, bir sandalye veya bir kanepe dayatmıyorum. Sana bir enstrüman veriyorum. Nerede, ne zaman, kiminle ve nasıl çalışacağını sen seçeceksin.”
Bu, Google ofislerinde gördüğümüz o kaydıraklı, oyun parkına dönmüş, işi karikatürize eden sözde özgürlük anlayışı gibi bir şey değil. Defne Koz’un İtalyan rafineliğiyle çözdüğü; bağırmayan, son derece sade ama bir o kadar da devrimci bir yaklaşım. Ne tam bir masa ne tam bir kanepe; ikisinin hibritleşmiş hali. Kullanıcıya “Burada ne yapacağına sen karar ver,” diyen, tamamlanmamış ve ancak kullanıcının varlığıyla tamamlanan, gerçek anlamda bir “açık yapıt”.
Koleksiyon, Türkiye'de tasarım kültürünün oluşmasında öncü bir marka. Koleksiyon'un üretim kalitesi ve mirası, sizin ve Marco Susani'nin global vizyonu ile birleşince Minipod ortaya çıktı. Bu tasarım ve üretim sürecinde teknik zorlukları aşıp yalın forma ulaşırken, tasarımcı ve üretici arasındaki paslaşmalar nasıldı? Bir eskizin Compasso d’Oro’ya uzanan yolculuğundaki en kritik viraj neydi?
Defne Koz: Kabul etmeliyim ki kolay bir yapım yok. Kalemi elime aldığım ilk anda, sonucun tam olarak nasıl olması gerektiğini hissediyorum ve zihnimde görüyorum. Eğer süreç o vizyonla örtüşmezse veya sonuca o şekilde ulaşamazsam büyük bir huzursuzluk yaşıyorum. Ve açıkçası, bu huzursuzluğu müşteriye yansıtmaktan da çekinmiyorum.
Mükemmeliyetçilik her zaman övünülecek bir vasıf olmayabilir, bazen yorucu olabiliyor. Ancak benim karakterimin belirleyici ve özgün yanı bu. Bu titizliği kişisel hayatımdan ziyade, yarattığım işlere kanalize ediyorum. Hiçbir projeye “Hadi Koleksiyon için de bir şey yapalım, portföye eklensin, bu da 187. ürünüm olsun.” hafifliğiyle yaklaşamam. Benim için her proje biriciktir.
Bir ürünü tasarlarken hedeflediğim noktaya ulaşmak için elimden geleni ardıma koymam. Bu yüzden süreçlerimiz bazen uzuyor. Ekipler haklı olarak “İlk prototip de gayet iyiydi, neden ikincisini, üçüncüsünü yapıyoruz?” diye serzenişte bulunabiliyor. Ama iş bittiğinde, ortaya çıkan sonuç karşısında hepimiz mutabık kalıyoruz. O sancılı süreçler, defalarca yapılan denemeler aslında bir zorunluluk. Nasıl ki bir bebek anne karnında dokuz ay bekliyorsa, ürünlerin de olgunlaşması ve kimliğini bulması için o zamana ihtiyacı var.

Minipod. Koz Susani Design ve Koleksiyon'un izniyle
Eskiden lüks, nadirlik ve gösteriş ile tanımlanırdı. Bugün ise etik üretim ve gezegene saygı yeni lüks haline geldi. Hatta kavramlar o kadar hızlı değişiyor ki, sürdürülebilirlik kelimesi bile bazen yetersiz kalıyor. Ben bugünlerde kızıma kıyafet okuryazarlığını; yani bir etiketi okuyup o malzemenin nereden geldiğini ve doğaya ne yapacağını sorgulamayı öğretiyorum. Tam bu noktada samimiyetle poliüretan meselesine değinmek istiyorum. Minipod'da kullandığınız bu malzemenin sağladığı konfor tartışılmaz ama sentetik doğası, gezegenin sınırlarıyla nasıl bir ilişki kuruyor? Sizce iyi tasarım sadece formdan ve fonksiyondan mı ibaret; yoksa tasarımcı o ürünün yok oluşundan ve doğada bırakacağı izden de sorumlu mu?
Defne Koz: Geçenlerde gezdiğim bir sergide plastiğin bin bir yüzüyle karşılaştım; mantardan üretilenler, yarı kompozitler, biyo-bozunurlar... Hatta Amerika'da iş birliği yaptığım bir firma üzerinden biliyorum; oksijensiz ortamda kendi kendini tamamen yok edebilen yeni nesil plastikler var. Dolayısıyla malzeme dünyasında müthiş bir evrim yaşanıyor ve gelecek aslında o kadar da karanlık değil. Kızınıza bunu öğretmekle harika bir şey yapıyorsunuz. Şahsen ben hâlâ lens kutumun parçalarını atmadan önce ayırmaya çalışıyorum. Gezegenin sınırları dediğinizde de, bir tasarımcı olarak bunun ne anlama geldiğini çok iyi anlıyorum: etik üretim, farkındalık ve tüm sürecin yarattığı etki.
Ancak kavramsal olarak bakarsak; ben sürdürülebilirlik terimini ilk kez 1990 yılında, Ezio Manzini'nin La Materia dell’invenzione (Buluşun Malzemesi, 1986) kitabını okuduğumda duymuştum. O zaman “Bu teoriler harika ama kim, nereye, nasıl varabilir? Ayrıştırma altyapısı bile yok.” demiştim. Üzülerek söylüyorum ki, aradan geçen 30 küsur yılda hâlâ başladığımız yerdeyiz. Çünkü bizler bireysel olarak lens kutumuzun plastiğini bile ayırıp atmaya çalışsak da asıl dev adımları atması gereken sistem değişmedi.
Bu yüzden benim bir tasarımcı olarak gezegenin sınırlarına dair yapabileceğim en somut katkı, o ürünün bir tüketim nesnesi olmamasını sağlamaktır. Eğer ben zamana direnen, yıllarca eskimeyen, 'sürekli' kullanılabilecek nitelikte bir ürün tasarlıyorsam; o ürün çöpe gitmediği sürece sürdürülebilirliğe hizmet etmişim demektir. Üretim ve malzeme tarafındaki teknik detayları ve gelişmeleri ise Koray’a bırakıyorum.
Koray Malhan: Burada çok katmanlı ve sorunlu bir durum var. Evrim hem biyolojik hem de toplumsal olarak işliyor; iyiler daha iyiye, kötüler ise daha kötüye evriliyor. Ancak asıl tehlike şu: Kötülüğün organize olma ve gücü konsolide etme hızı çok daha yüksek.
Büyük bir illüzyonun içindeyiz. Amerika yıllarca dünyaya liberal ekonomi, anti-trust yasaları ve rekabet masalları sattı. Ancak günün sonunda bizi getirdikleri yer, rekabetin olmadığı bir tekel dünyası. Bakıyorsunuz; Tesla’nın, Microsoft’un, Apple’ın, Google’ın veya Amazon’un gerçek bir rakibi yok. Bize rekabeti öven sistem, 30 yılın sonunda dünyayı her şeye (iletişimden paraya, askeri güçten bilgi akışına kadar) hükmeden altı tane oligarkın eline teslim etti. Bu son derece distopik bir tablo; çünkü gerçeği modifiye etme ve filtreleme gücüne sahipler.
Bu adaletsizliğin içinde tasarımın ve markaların sorumluluğu çok kritik. Defne’nin söylediklerine katılıyorum ama piyasada korkunç bir ikiyüzlülük var. Markalar bize sabah akşam sürdürülebilirlik ve çevre satıyor; ama aynı markalar her hafta vitrin değiştirip “Bunu şimdi almazsan haftaya bulamazsın” paniğiyle insanları tüketim ritmine sokuyor. Eskiden aldığım bir tişörtü 40 yıl giyebilirdim; şimdi öyle bir kıyafet yok, çünkü her şey çöp olmak üzere tasarlanıyor. Teknoloji tarafı daha da vahim; her sene yeni iPhone almazsan kendini aptal hissettiğin, çocukların eski modelle dolaşmaya utandığı bir psikolojik baskı rejimi kurdular.
Tasarımcı perspektifinden baktığımda ise başımızın üzerinde sallanan Damokles'in Kılıcı gibi etik bir soru var: Biz “yaratıyoruz” diyoruz ama aslında ilk önce yok ediyoruz. Bunu kabul etmek zorundayız. Ahşabı, taşı, metali doğadan çalıyoruz. Hadi çalıyoruz demeyelim, eksiltiyoruz. Doğadan eksilttiğimiz, bir süreçten geçirip dönüştürdüğümüz şeye değer mi? Yarattığımız ürün, verdiğimiz tahribatı hak ediyor mu?
Buradaki tek kriter zamansızlık. Bir ürünün fiziksel olarak sağlam olması yetmez; taş gibi sağlam ama seneye modası geçecek (out-of-fashion) bir ürün, çürük bir üründen daha büyük bir israft. Keşke çürük olsa da hemen yok olsa... Sağlam ama demode bir nesne, anlamsız bir yığın olarak dünyayı işgal etmeye devam ediyor.
Bu yüzden tasarımın hiçbir modaya ait olmaması, trendlerin yanından bile geçmemesi ve Herakleitos’un o sonsuz akışındaki gibi zamansız olması gerekiyor. Bir tasarımın zamansız olup olmadığını biz söyleyemeyiz, buna ancak zamanın kendisi karar verir. Biz sadece bunun hayalini kurabilir, rüyasını görebilir ve bunun için çırpınabiliriz. İşte bu amaç için bir araya gelen beyinlerin münakaşası, bence her şeye değer.





