top of page

Cennet satışa çıktıysa…

:mentalKLINIK, 1998 yılında İstanbul’da Yasemin Baydar ve Birol Demir sanatçı ikilisi tarafından kuruldu. Çalışmalarını Brüksel ve İstanbul’da sürdüren ikili, Dirimart’ta açtıkları son PARADISE ON SALE (cennet satışta) adlı sergide hep yaptıkları gibi izleyiciyi sürükleyici bir olayın içine bıraktılar. Az önce ne oldu? Şimdi ne olacak? Parıldayan, ışıl ışıl ve darmaduman bir galeride aslında ne anlatıyorlardı? Hiper-güncel bir atmosferde sunulan yerleştirme içinde izleyici unutulmaz bir olayla sanat eseri arasında mı kalmıştı? Oyunbaz bir sergi için tekinsiz bir davet yaratırken ima ettikleriyle gösterdikleri nerede çarpışıp patlıyordu? Şimdinin içinden geçen geçmişi ve çoktan infilak olmuş gelecekte miydik sergiyi gezerken? Cennet satışa çıktıysa cehenneme sığacak mıyız hepimiz?


Röportaj: Nazlı Pektaş

Görseller: Nazlı Erdemirel, :mentalKLINIK, Paradise On Sale, 2023, Yerleştirme görüntüleri, Dirimart Dolapdere



Dergimizde Sınırsız Ziyaretler yazı dizimizde atölyenizi yazmıştım. Orada şöyle bir tanımlama yapmışım: “Üretim biçimleri, düşünsel ethos’un varlığa dönüşme halleridir.” Buradan başlayalım mı çok sevgili :mentalKLINIK? PARADISE ON SALE serginizle bu kez ne tür bir düşünsel ethos’un içinde dolaştık?


Sergilerimizde, yaşadığımız “an”da birikmiş olan geçmiş ve geleceğin bilgilerinin izlerinde “geniş bir zaman”da (aorist present) dolaşıyoruz ve izleyiciyi de bu düşüncenin içinde (mental) ve boyutunda (KLINIK)’te bir dolanmaya çağırıyoruz. Bu tekinsiz bir davet, öncelikle izleyicinin karar vermesi gerekir, :mentalKLINIK dünyasına girmeli miyim? Girmemeli miyim?


Bu serüvende, disiplin toplumundan, arzularımızın, meyillerimizin henüz bilincine varamamışken kontrol ve manipüle edildiği bio/psiko-politika dönemine geçiş yaptığımızı görünmez olanın iktidarında veri odaklı güvencesiz yaşamlarımıza, teknoloji ve servis odaklı öznelliğimizin yarattığı belirsizliğe doğru derin bakışlar izlenebilir. Ayrıca neşesiz zeitgeist’imizi, sürekli çağrılara açık bedenlerimizin dijitalleşmesini, tatminsiz ve sürprizlerden yoksun hiper-bağlantılı yaşamlarımızı sürekli-mutluluk arayışının kamçılandığı sahneler de var.


Sadece bu sergi özelinde değil, Covid-19 döneminde Borusan Contemporary’de gerçekleştirdiğimiz hibrit bir form olarak 7/24 canlı izlemeye açık, sürekli devinen ACI REÇETE sergisi formu da bizim düşüncelerimizi hiper-bağlantının yarattığı hiperstimülasyona, artırılmış gerçeklik uygulamalarının açtığı yeni deneyim alanına ve bedenin bu yeni melez gerçeklikle kurduğu ilişki ve duyusal ve duygusal etkilerini takibe yöneltti. Bildiğimiz “gerçeklik” tanımı post truth ile tekrar ve geri dönüşsüz bir bozguna uğradı. Büyük bir inanç krizi yaşadığımız bu dönemde “Gerçeklik yeterince hakiki olmadığında sanat nasıl yalan söyleyebilir?” diye sormuştuk Truish (2017) sergisinde. Bugün asıl olan bu kaygan, muğlak zeminde, bağlamların koptuğu entelektüel dünyada nasıl var olabilirizin sorusu. Sanatçı olarak bu derin “zaman-mekâna” maden arar gibi küçük olasılıklar, aralıklar, imkânlar için arkeolojik bir bakış atıyoruz.


Öte yandan hayatımızı, bedenimizi, davranışlarımızı derin kazı alanına çeviren asıl, azman madenciler olan FAANG (Facebook, Amazon, Apple, Netflix, Google) iktidarında, biz son biyolojik güvencesiz insanlar ile artırılmış yetenekler yüklenmiş yarı-kahraman insanlar ve yapay zekâ arasında yaşanacak yeni dünya gerçekleri kapımızda. Bu sürprizsiz gerçeklik kalın, derin ve opak bir “yeni gerçeklik” duvarı örmekte. Sanatçı olarak biz de bu derin mekanizmanın hem bizim bakışımızda yarattığı algı değişimlerine hem de görünmez politikaların yarattığı anksiyetelere refleks üretiyoruz. Hipergerçeklik şu ana, bedene sızmış ve onu dönüştürmeye başlamış olan bu yeni “hiperkapitalizm”de saklı bizce ve bu üst üste binen pek çok kapitalizm tanımlarının işlemeyen yapısı ile bizi taşımakta olduğu “demokrasisiz” düzene. PARADISE ON SALE’de tavandan asılmış heykeller, videolar, zemine temassız yerleştirmesiyle zeminini kaybetmiş bir anlam-zamanın atomize olmuş parçacıkları üzerinden yeni bir düşünce alanı hayal ediyoruz. Patlayan değerler sistemi, insan-beden-toplum-doğa ilişkilerinde bulanıklaşan ve farklı anlamlar üretmeye çalışırken çuvallayan, önceliklerin ya da yeniden önem atfedilenin vahşi kapitalizmin tuzağına takıldığını fark etmeden yüceltilen yeni parlatılmış değerlerin nüansları göremeyenlerin garip ikliminde post-insan sorunları ile baş başayız. Suçlanacak düşmanın barok sistemin içinde kaybolduğu ve suçun herkese sirayet ettiği, bireyin kendi kendini sürekli yüceltip sürekli cezalandırdığı bir sistemdeyiz. Anksiyete kavramının üretken bir anlamdan korku ve kaçınma alanına itildiği bu anlam-atlama döneminde dolanıyoruz. Bir cevap üretmek yerine (ki mümkün değil, ayrıca bize düşmez) klinik bir deneyim alanında bu ethos’un içinde gezinirken, akıl ve duyularımızı bu mikro-klimada serbestçe dolaştırırken düşüncede nüanslara alan açıyoruz. Aşırı suiistimal edilmiş kavramların, gündelik olanın hafifliği ile sanat alanının nezihliği arasında kalan kire ve suça bulaşmış düşünceler içinde salınırken eğlencenin terli dünyasının dans pistine davet ediyor PARADISE ON SALE. Parti bitmiş olabilir ama hala geceden kalmanın kafasında yarı bilinçli bir halde, normları patlatarak düşüncelerimize farklı yollardan ulaşabiliriz. Bu dolaşma hali ille de çok dikkatli ve ciddi olmak zorunda değil, bu bir zorunluluk alanı değil, neşeli ve hüzünlü olanın üst üste bindiği tuhaf bir modda tembel bir takılma hali de olabilir.



“Parti var dediler geldik!” diye içeri giren izleyici ışıl ışıl ve şatafatlı bir dünyaya değil de az önce ihtişamlı bir patlamanın yaşandığı bir şimdide buluyor kendini. Ne istiyorsunuz izleyiciden ya da ne vadediyorsunuz?


:mentalKLINIK sergileri ne bir beklenti ne de vaat. Sadece poliçesi (policy) önceden yazılmış açık bir davet. PARADISE ON SALE’de gönüllü bir suç ortaklığı daveti gönderildi izleyiciye. Hayat dolu, canlı, titreşimli ama aynı zamanda iğneleyici, zorba tüm bedene saldıran bir zaman-mekâna davet edildiler. Farklı okuma ve hislere açık olan sergi her bir izleyici için farklı işleyebilir, biraz da psikanaliz divanına uzanmış gibi de hissedebilir izleyen. Sadece bireysel bir psikanaliz değil, modernizmin bir psikanalizi, neoliberalizmin sorgulaması. Sanatçının sorumluluk alanı dışında bir konuma sahip olduğuna inanıyoruz, bu yüzden bir vaat-beklenti ikiliğinden çok, bir buluşma ve bulaşma arzuluyoruz. Aynı şey eserler, sergi formu arasında da geçerli. Birbirine sorumluluk, destek ya da ilişki sözü vermeyen farklı elemanların, çoğulcu bir birlikteliği :mentalKLINIK sergileri. Bir evlilik sözünden çok, ara sıra takılmalı bir ilişki.


Aşırı pozitif bir hayalin içinde sistemin devamlılığı için bütün duyularımızı veri olarak bağışlıyoruz, artık veri alanı mahreme ve bedene saldırmakta. Jack Halberstam’ın karşıt-iş birlikçi olarak tanımladığı :mentalKLINIK sergileri ve eserleri izleyicinin bedenini, aklını harekete geçirmeye davet etmek ve soğuk duş etkisi yaratarak, zaten çok kısalmış dikkati sanatın alanına çekerek kısa süreli ama hafızada kalıcı bir deneyim yaratmak peşinde. Bunu yaparken güncel hayatın, teknolojinin, yeni malzemelerin cazibeli estetiğini, güncel sanatın alanına sürükleyerek sürekli uyarılan, dikkati dağılmış insanlara bir uyandırma servisi.


Meta-insan Frenemy, bu ihtişamlı patlamada bizi karşılıyor. Kim bu Frenemy? Bomboş bakıyor? Kim onu bu hale soktu? Patlama sonrası şokta mı? Yoksa patlamayı gerçekleştiren o mu?


Metaverse’ün hızla inşa edildiği bugünlerde, bedenin bir yüke, fazlalığa ya da modifiye edilebilecek bir nesneye dönüşmesi, akıl-beden-ruh üçlemesinde her bir parçanın ilişkisizce ve şiddetle parçalandığı son yüzyıllardan geçtik. Frenemy bu geçişte fiziki dünyadan istifa etmiş, data versiyonunu kabul etmiş ve fiziki görünen linguistik bedeni ile antomorfik bir varlık olarak beklemekte.


Narcissus’un lanetini yaşarken ve geleceğimizi de feshetmişken, kendi ürettiğimiz yapay zeka ile dost-düşman, fayda-zarar ilişkisine, tartışmasına sıkıştığımız bu oyalanmada çoktan dev data havuzuna atlamış ve stilsizce yüzüyoruz. Üstelik Meta-karakterlere kaynak olarak, Meta’nın müstakbel yaşayanları ve müşterileri olarak yapıyoruz bunu.Frenemy, bir günah keçisi de olabilir, iyi bir arkadaş da. Data-çamurundan oyularak oluşturulmuş bir heykel herhangi bir modele bağlı olmadan yarattığımız bir data-performansçısı. :mentalKLINIK meta-performans topluluğunun ilk üyesi. Ne bu dünyaya ne de meta dünyaya bir aidiyeti yok henüz. Bir replika da değil. Kimliksiz ve coğrafyasız. Bedeni değiştirme, güzelleştirme, ölümsüzleşme arzularının bir yan etkisi. Şu anda karşılıklı bakışıyoruz. Bugünün hiper-bağlantı dünyasında, değişen dünyanın, evini kaybetmiş dilin yeni olanaklarını, ifade biçimlerini yaratmak, yeni bir dağarcık kurup, içinde yaşadığımız hızlı ve vahşi değişimin etkilerini aktarabilmenin bir biçimi olarak Frenemy fiziksel ve virtuel olanın üst üste birleştiği bir zaman-mekân algısından yola çıkarak iki gerçekliğin birbiri üzerindeki tahakkümü, birbirini etkileme biçimleri, bu karşılaşmadan doğan gerginlik adına bir ilk karşılaşma.

Bu dijital karakterin henüz bir amacı, ajandası yok, boş bakışları ile buluşan bakışta bir anlam, ilişki doğması imkan dahilinde. Bize göre iki taraf da izleyici ve iki taraf da tedirgin. Bu tedirginlik bugünün çok alevli ve kısır yapay zekâ tartışmalarını da zihnimize taşıyor. Yine taraf olmamız, gergin iki taraf olmamız adına karşıt köşelere itiliyoruz. Ama farklı bir karşılaşma ve ilişki biçimi geliştiremez miyiz? Bu devrimin eşiğinde bu kez farklı bir yolu denesek mi? Patlamak üzereyiz.

Teknofillerin hedefi olan optimizasyon, rasyonel bakış Frenemy’de başına buyruk, hedefsiz videosunda bir sürprize dönüşme ihtimali taşıyor. Henüz tanımlanmamış bir alanda, kararsız ve tekinsiz bir ilişkiye teşebbüs ediyoruz.

Frenemy’i 2015 yılından bu yana sürdürdüğümüz Profile serisinin bir devamı olarak da düşünebiliriz. Profile serisinde sosyal medyada oluşan ve değişen dağarcığın anlık yaşamımıza etki ettiğini düşünerek bu dili ödünç alan insan profilleri yazdık ve her birini farklı kişi isimleri ile adlandırdığımız Profile serisinde profilleri tek bir yüzeye mıhlanmıştır, işin derinliği yüzeyin içine hapsolmuş çok katmanlı ve yansımalı cam paneller olarak duvara yasladık. 21. yüzyılda paradoksal bir şekilde pasif tüketimden en çok da kişiselleşmiş alanımızın anonim olarak aktif üretimine geçiş yapmıştık ve her birey kendini (self-design) bir ürün olarak tasarlamakla meşguldü. "Hiper-gerçekçi portre" olarak tanımladığımız Profile ‘hiper-bağlantı’dan gelen bir ‘hiper-gerçeklik’ten bahsediyorduk. Üretildiği anda da son bulan, bir anlık ‘Global-Hiper-Semio-Portrelerdi bunlar. "Faşist-alenen gay-dogmatik-beyaz yakalı-hayvan sever-itaatkâr-seçkinci" gibi tutarsız bir profil yaratabilir ve bu profili her an güncelleyebilmek çok eğlenceli gözükse de büyük data havuzunu epey enformasyon ile besledi. Artık katı bir "kendi" yoktu, önemli olan kimin o an aktif olduğu ve ne yayınladığıydı, sistem de bu zaman parçacıklarından beslendi, kişiler, kişilikler, beden önemini yitirmekteydi. Frenemy’yi bu bağlamda izlemek daha anlamlı.



Sergilerinizin pek çoğunda algı hep merkezde. Sözü burada ontolojik-fenomenolojik yaklaşıma dolayısıyla Merleau-Ponty’e getirmek isterim. Zira Merleau-Ponty, algısal inançtan şöyle söz eder: “Şeylerin kendisini görürüz, dünya bu gördüğümüzdür.”(1) Şeylerin algısal inanç yardımıyla görülmesi, bedenin kendisi aracılığıyla dünyayı görme planı. Yani algısal inanç dünyayı; sorular sormadan olduğu gibi varlığa ve dünyaya dair duyduğumuz inançla şüphe etmeden bilmek ve onaylamak Merleau-Ponty’e göre. Bedenin varlığı şeylerin ve yeryüzünün varlığının teminatı gibi bir şey… Siz de bu sergide şeylerin varlığını özenin varlığını ve dünyanın varlığını bedenli varoluşta çoğaltıyorsunuz ve buradaki inanç bedenin ve dışarısının aynı bütünsellikle iç içe geçerek tüm duyular birbirini bütünlemesi. Beş duyu meditasyonu ama biraz gürültülü sanki!


Görsel ve duyusal aşırı uyarımlar ile sarsıldığımız, beş duyunun saldırı altında olduğu bu zamanlarda bu hegemonik zırhı kırabilmenin, erotik bedene ulaşabilmenin peşindeyiz. :mentalKLINIK sergilerinde fiziki mekân izleyiciyi neredeyse fonksiyonu olmayan bir heterotopyaya davet ediyor: her şey yaşanmış, kutlama az önce bitmiş gibi de olsa, hâlâ deneyime açık bir zaman-mekân olarak. Beden-ruh-fizikî dünya ile bedensiz-bilinçsiz-sanal arasında oluşmakta olan geçişler, yer değiştirmeler, tehditler, eğlenceli karşılaşmalar, yeni çağın yapay zekâ devriminde iç gıcıklayıcı ve iç karartıcı durumlar :mentalKLINIK için cazibe, uğraşı ve düşünce alanlarını oluşturuyor. Duyguların yaşanandan linguistik aktarıma dönüşürken geçirdiği değişimler ve aktarılan meta dünyadan geri gelen ve erotik bedene dolayımlanarak taşınan göstergeleri, yitirilen duygular, arttırılan duyuların sürprizlere açık tarafları bize çok çekici geliyor. Yaşadığımız bu değişimden melankolik bir ütopya ya da karamsar bir distopya üretmiyoruz. Belki Merleau-Ponty fenemolojisinin önerdiği gibi birbirine açılma hali daha heyecanlı. Gürültülü güzel bir tanım aslında. Patlatıyoruz, gürültü çıkarıyoruz. Pozitifliğin yüceltildiği bu dönemde uygunlaştırma, uysallaştırma, baskı altında tutma hali fazla uzamadı mı? Meditasyonun da 21. yüzyıl ile popüler olması pek tesadüf olmasa gerek.


 

"Artık Güneş'e baktığımızda korunmamız gereken bir düşman görüyoruz. Kendi hayal ettiğimiz cennet imgesini kaybettik. O cenneti sattık, yerine Meta-cennetler kurmaya kalkıştık. Üzerine bastığımız fizikî gerçekliği bir tehdit haline getirirken, suçluluk duyguları ve büyük resmi göremeyen Gretalar’dan medet ummaya kalktık."

 

Bir yandan ütopyaya inanmak diğer yandan ütopyayı patlatmak sizinkisi. Patlama/dağılma/saçılma bir metafor olarak işlerinizin tümünde ütopyayı patlatıyor. Çünkü yeryüzünde yazılan, çizilen, düşünülen türlü ütopya sonsuzca olmamak üzere bir yazgıya sahip. Siz de ütopyanın 21. yüzyıldaki feshi fikrinden beslenip cenneti satılığa çıkarıp dükkânı patlatıyorsunuz! Vitrinde PARADISE ON SALE! yazıyor. Yorgunluktan mı bıkkınlıktan mı bu patlama?


20. yüzyılda cenneti metaforik olarak güneşin altında, mavi göğün yansıdığı pırıl pırıl denizler, ağaçların gölgelerini cömertçe sunduğu turistik vaatler olarak tanımlamıştık, kapitalizmin boş zamanı yeni bir tüketim alanında sinsice sürdürdüğü bu yenilenme mekânlarında mutluluğu aradık. Sonra iklim krizi bize güneşin o kadar da masum olmadığı, deniz - lerin biyolojik dengesini bozduğumuzu, doğayı hunharca yok etmekte olduğumuzu hatırlattı. Artık güneşe baktığımızda korunmamız gereken bir düşman görüyoruz. Kendi hayal ettiğimiz cennet imgesini kaybettik. O cenneti sattık, yerine Meta-cennetler kurmaya kalkıştık. Üzerine bastığımız fizikî gerçekliği bir tehdit haline getirirken, suçluluk duyguları ve büyük resmi göremeyen Gretalar’dan medet ummaya kalktık. Tanrıları cennetlerinden kovduğumuzda benliklerimiz ve bireyselliğimiz üzerine çok fazla yüklendik ve kendimizi keşfedelim, yeniden yaratalım derken onu da patlattık. Şimdi cennetlerini yakarak narsistik yaratıklara dönüşüyoruz. Aynaları kazısak bile derinlere inemiyoruz, yansıtıcı yüzeylere hapsolduk. Günah öncesinden günah sonrasına tüm büyük anlatıları ilga ettik ve mikro hikâyelerimize sığındık. Bu arada devler (meta_musk_ amzn_goog) bir sonraki partileri için kendi kurtuluş hikâyelerini, Gılgamışlar’ını hazırlarken bizleri bu tükenmişliğimizde, yorgun topraklarımızda bırakıyorlar.



Peki ama zaten olmayan cenneti daha kaç kez üretip, kaç defa yok edeceğiz. Acaba artık her an, her yeri işgal mi etmeli miyiz?


Patlama daha çok düşünsel bir isyan. Diyalektik bakışın günümüzü açıklayamadığı gerçeğinde hâlâ bu ikili karşıtlığa sığınarak yapılan tüm açıklamalar, üretilen politikalar, kültür ürünleri bizi sıkıcı, köhne, konservatif bir alana hapsediyor. :mentalKLINIK kuruluşundan bu yana ikili karşıtlık alanlarının dayattığı biçimleri zorlayarak, yıkıma uğratarak yeni anlamların ve bakış açılarının ortaya çıkabileceği noktaya kadar zorlamayı tercih etti. Tüketmemiz beklenen yeni teknoloji, yeni zaman anlayışı ile son derece çelişkili bir zaman-mekâna kıstırılmış durumdayız. Ütopya-distopya diyalektiği de öyle bize göre, paradigma değiştirmeden bulunduğumuz zamanı anlamamız ve dibine kadar yaşamamız mümkün değil. Potansiyeller barındıran bu zamana kendimizi bilincimizi de yanımıza alarak onun soğuk sularında bildiğimiz cennetleri aramaktan vazgeçip yüzebilmeliyiz. Hipergerçeklik dünyasında kendi hipertekstlerimizi kurarak, dalıp çıkarak güzel yabancı bir yüzme biçimi yaratabiliriz. Üçüncü, çoğulcu, çoksesli, farklı gerçeklikler içinde. Zaten var olan gerçeklik tanımı, bugünün gerçekliğini açıklayamayalı epey oldu. Gramsci’nin dediği gibi “eskinin ölmekte olduğu ve yeninin doğmak için mücadele ettiği” bir interregnum (geçiş çağı) dönemindeyiz yeniden. Hangi tarafta kalacağına karar vermek ve yeni doğmakta olana katkıda bulunmak, elini taşın altına koymak ya da sadece söylenmek. Hangisi?


Mekânlarla ilişkinize getirmek isterim sözü. :mentalKLINIK sergilerinde mekân yapıyor diyebilir miyiz?


:mentalKLINIK sergileri mikro-klimalar yaratıyor. Mikro-klima çevresindeki büyük iklim özelliklerinden ayrılan küçük iklim alanıdır ve çevresinden farklı ürün yetiştirilmesine olanak tanır; biz de sanat alanı içinde bir mikro-klimayız. Verili mekânı genellikle bir kabuk olarak düşünüyoruz. O kabuğu fiziksel, kavramsal bir dönüşüme sokuyoruz. İntrospektif sergilerimizde sergi mekânına :mentalKLINIK neonu ile giriyor izleyiciler. Böylece bu jenerik isim sergi mekânının fonksiyonunda da bir muğlaklık yaratıyor. :mentalKLINIK sergileri içeri girmeden izleyici ile bir anlaşmayı tasarlıyor, içeri girdikten sonra gerçek dünyadan koparak mikro-klimamızda takılmak için kararlı ve istekli olmaları gerekiyor. Bu arttırılmış duyularla doldurulmuş, bazen de öğeleri eksiltilmiş sergilerde fiziki karşılaşmaları arttırılmış bir deneyim alanına dönüştürüyoruz. Mekân yapmak yerine yeni formlar yaratmak ile ilgileniyoruz. Mekânın kavramsal olarak dönüştürülmesi, zaman aralığının keskin bir şekilde saçmalığı, davet etme dilinin ve kim olarak davet ettiğinin her sergide değişimi, (hasta, suç ortağı vb.) bizi ve izleyicilerimizi farklı sergi formlarında buluşturuyor. Sanatın büyülü duvarlarını tekrar aktive etmek için farklı stratejilere ihtiyacımız olduğunu düşünüyoruz.


PARADISE ON SALE, ses, koku, ışık ve parıltı eşliğinde sözüm ona gece kulübüne dönüşmüş bir galeride bir yandan kapitalizm eleştirisi yaparken sanat piyasasının vaat ettikleri hakkında da konuşuyor mu?


PARADISE ON SALE sergisi bir mikro-klima olarak Dirimart galeri mekânında galeri kurum dinamiklerini esneterek mekâna sızıyor. Sanat pek çok dönemde mutenalaştırma için sistemin verimli bir aracı ve suç ortağı olarak çalıştı. Şu anda teknolojinin hayatın içinde kabullenme biçimlerini mutenalaştıran Sanat Show’ları, sanat kurumlarının kimler tarafından desteklendiğine göre şekillenen bir sanat piyasası içinde, sanatın korunaklı alanında farklı, uç düşünce formlarına yer açacak bu kurumlar, risk yerine konforu ve çoğunluğun sesini üstlenmekte. Politik doğrular, cancel kültürü, sosyal medya ve yapay zekâ tartışmaları ile legalize edilen sansürün normalleştirildiği bir sanat piyasası klimasındayız. Sanat gündelik olanın ve sayılabilirliğin içine çekildikçe kendinden eksilterek sürprizlere kapalı bir Netflix platformuna dönüşmekte. İstatistiklerle izleyici sayısına, etkileşime bağlı sergi ve sanatçı davetleri, trendlere göre oluşturulan kurum programları ile sanki her şey normlara doğru çekiliyor. Sanatı eğitimsel misyona dönüştüren kurumlarda eğlenerek-öğren programları sanatı ve sanatçıyı sığ sulara çekiyor. Artist as entertainer (animatör sanatçı) dönemine doğru hızla bir geçiş yaşanıyor. Yüzeye/yüzeyselliğe alışan göz ve akıl derine inemedikçe sanat piyasası da yüzeysel kalmaya mahkûm. “Wow” etkisi çoğunluğu cezbeden bir araç olarak sanat kurumlarını yönlendiriyor. :mentalKLINIK “wow” etkisini stratejik bir çağrı olarak görsel diline alırken içeri girmeye ikna ettiklerini perdenin arkasına davet ediyor. Sanat alanını hem imkânlı hem de konservatif buluyoruz. Bu alanda oyunbozanlık yapmak, yeni yorumlara açılacak kadar anlamı bükmek, sanatın bir fazlalık olarak, fonksiyonuz dünyasına yarattığımız mikro-klimalarla pek çok sanat formunu kat ederken heretik ve fevri davranışımızı devam ettiriyoruz. Kurulduğumuz günden beri çizgisel bir evrimden ziyade, kendi evrenimize dönük bir disko topu gibi çok yönlü yaklaşımlarımızı sunuyoruz.


Sergide eğilip bükülmüş ama hala ne olduğu anlaşılan şampanya kapağı telinin heykeli, gözetleme aracı Cute Spy, sizin geliştirdiğiniz kokular Happily Dizzy ve Awfully Witty, donuk bakışlı Frenemy (belki bu tanım bile gereksiz) ve duvarlara yerleştirdiğiniz güneş filmlerinde rastladığımız kendimiz, kaleydoskop etkili renkler, Double-Deal reflektif panel heykeller… (adeta sergiye başka yerden uçup konmuşlar gibi) Her şey “düzenli kaos” cümlesi gibi trajikomik. Bu sergide kim akşamdan kalma?

Sergi bir fazlalık gibi işliyor, işlerin öznel varlıkları ile onların varlıklarını çoğaltan ve/ya gölgeleyen diğerleri arasında çok yönlü bir elektriklenme yaratıyor. Eserlerden çarpan elektrik izleyicinin erotik bedenini de bu oyuna davet ediyor. Double-deal görme duyumuzun kör noktaya kadar zorlandığı bu izleme çağında, bakışın yönlerinin değişebildiği, baktığımıza açıldıkça bizi de parçalayarak içine çekildiğimiz, ön yüzüne bakarken arkadaki, görünmeyenin hayalini görebildiğimiz bir heykel olarak Apple Vision Pro’nun vaatleri ile yüzleştiriyor bizi. Sahtekârlığı fiziki karşılaşmada virtüel olanın titreşimlerine dönüştürken harabeye dönmüş güncel halimizi yüzümüze vuruyor.

Tümüyle zeminden kopuk askıya alınmış enstalasyonda heykellerin eğlence traslarına asılması sanat alanında pek tasvip edilmeyen, uygunsuz, hoppa bir dil yaratırken, zemine yayılmış metalik konfeti yerleştirmesi Dirty Language sergiyi parçalayarak piksel piksel çoğaltıyor. Ve konfetilerin çoktan yere ulaşmış olması izleyicide "an"ı çoktan kaçırdığının anksiyetesini sürekli bir geri bildirime dönüştürüyor. Gerçek hayatta yaşadığımız Kaçırma Korkusu :mentalKLINIK’in mikro-klimasına arttırılmış bir unsur olarak yerleşiyor.

Altıncı, yedinci ve sekizinci duyulara çağıran PARADISE ON SALE sergisi belleğe bir anı izi bırakmak, oradan filizlenebilecek bir imkânda bilinçaltına yerleşebilmesi için yarattığımız Happily Dizzy kokusu bizi şampanyanın patlatıldığı trajik “an”da bekletirken, Awfully Witty kokusu edepsiz bir şaka gibi yakılmış iki maytabın bir ilişkinin falına bakan LUV eserini sergiye maddesiz olarak işliyor.

Elsewhere is Paradise izleyeni ve sergiyi yansıtıcı yüzeyinden saptırarak geri yansıtırken fiziki mekân bir hayale doğru savruluyor. Bu yansıtıcı güneş filmleri görsel/maddesel varlığının dışında bize günümüzün yeni enerji modellerini, bu masummuş gibi dayatılan yeni kapitalizmi ve görünmezlik ve iktidar alanı yaratan şehircilik konularını da serginin düşünce alanına dahil ediyor. Aynalı yüzey "başka bir yer", "buradan daha iyi bir yer" fantezisini sürekli çağrıştırırken Alice’in aynasının içinden geçemeden yüzeyin kalın gerçekliğine çarpıyoruz.

Cute Spy ise suç ortaklığımızı izlerken (kayıt ederken; kayıt fonksiyonunu sergide kullanmıyoruz ama potansiyelini vurguluyoruz) bizler onun sempatik gözlerine kendimizi tüm sevecenliğimizle sunuyoruz. Bir baykuşun tüm bilge, kadim temsillerinin ötesinde sevimli, göz hareketleri ile bize “mutlu, yorgun, şaşkın vb.” mesajlar fırlatan, bu arada da tüm datayı kaydedip aktaran bir hiper-casus olarak ideolojilerin, stratejilerin bizi nasıl ele geçirebildiğinin robotik sinir bozucu heykeli. Lunatic Poems, neredeyse 2014’den bu yana yazdığımız edebi şiir alanı dışında Contempoetry diye tanımladığımız, zamanı ve anlatı biçimlerinin değişimlerini, teknolojik jargonu, yeni kuşakların dil kullanımını utanmazca ve politik doğruluk sınırlarını ihlal ederek yazdığımız şiirler. Her şiir özelinde ses, vurgu, karakter, mod vb. referansları üzerinden Jeanna Criscitiello tarafından seslendirildi. 21. yüzyılın kelime dağarcığını hafızalarımıza kazımak istercesine yerleştirilmiş işbirlikçisi ses yerleştirmesi Lunatic Poems hafif, şenşakrak bazen de epey melankolik seslendirmeleri ve kelime dağarcığı ve A Symptom’ın titreşim çağrılarının değişik duyulara daveti aynı sergiyi farklı mood’larda tekrar tekrar anlamlandırma ve izleme imkânı yarattı. Orkun Şentürk ile birlikte hazırladığımız, bedenin titreşmesine yönelik ses eseri A Symptom ve Lunatic Poems üç boyutlu ses düzeneği ile serginin ses alanını sinemanın kurgusal estetiğine yaklaştırdı. Moet heykelleri ile bir sonrakinden hemen önce patlattığımız, çoktan unuttuğumuz şampanya telinin patlama anı ile geniş zamana taşıdığımız anları birbirine zincirliyoruz. Neşenin ve anın geçiciliği bu eserde o ana, arzuyu tutan, baskılayan mekanizmanın patlatıldığı andan dışarı fışkıran "neşe"nin dondurulduğu anda vücut bulurken, bir aşırılık olarak sergide yerini alıyor. Bir yandan da o kutlamanın kaynağının genelde bizlerin dahil olmadığı "kalantorlar" dünyasının aldığı kararların bizim yaşamlarımızı giderek fakirleştiği gerçeği de dev şampanya telinde kendini bekletmekte.

Hypercloud on sky ekranın aynalı kanatlar ile heykelleştiği, gösterici ekrandan görüntünün mekâna doğru taştığı, neredeyse virtüel bir deneyime dönüşmekte. Video Hyperchromatic Madness eserimimizin hiper-sature, sentetik renkleri ve bulutsu hareketlerinin yüksek hızlı çekimi ile gerçek bir çekimin bilgisayar ile üretilmiş bir imaja doğru bulanıklaştığı bir noktada form buluyor. Hypercloud on sky görmenin körlük noktasına kadar doyurulduğu bu çağın izleyicilerine, uyuşturma ile hayran kalma arasında bırakıldığı bir estetik sunmakta.

Gorillas ise orjinalini çeşitli müdahalelerle hazırladığımız ahşap parçalarının 19. yüzyıl tekniği ile bakırdan üretilmiş replikaları. Orjinalinin bir kabuğu, yaklaşıp dokunana kadar bilgisini saklayan, sıcak malzemeden soğuk bir malzemede yeniden yaratıldığı nikel kaplı bakırdan ahşaba benzeyenler, yüzyıllardır doğa ile kurduğumuz ilişkinin yansımalarını tam da Frenemy ile kurduğumuz ilişkiye bakmak için yan yanalar. Yeni jenerasyon "şeyleri" hakkında bizi düşünmeye davet ederken yüzeyinde gezen ele batan kıymık uyarıcı bir öğeye dönüşüyor, acı, beden ve gerçeklik- gerçek gibide bulanıklaşıyor.

PARADISE ON SALE sergisinde bedenin sürekli çağrılar, uyarılar ile meşguliyet alanına dönüşmesi eğlencenin bile kronikleşmesi, mecburi bir eylem, beklenti, kaçırma hissi ile panik ile tüketime çağrıları oksimoron hallerimizi, hallenmelerimizi dürtüyor. "Edepsizce eğlensek ve eğlenceyi bir şampanya problemi olmaktan öteye taşısak, anı çağrılarla değil neşe (joy) ile yaşasak, hepimiz akşamdan kalma kafalarla, uyansak" çağrısı bu sergi, "an"ın hükmünde yaşayanlar ve normlara takılanlar için. Eğlenceli göründüğü kadar şiddetli olan bu sergi, parti sonrası akşamdan kalma hissini veya sonun ima edildiği üstü kapalı, yine de yeni uğruna kutladığımız bir başlangıcı andırıyor.

Son soruyu yine yazdığım atölye yazısına bağlamak istiyorum: “Geleneksel dili, şimdiye aktarmak, bugünün dili içindeki egoist tavrı işaretlemek, politik- ekonomik ikonaları, yeni ve kendi ikonaları eşliğinde tasarlayarak yeni okumalara açmak :mentalKLINIK için bir oyun alanı.” Bu oyun nasıl devam edecek?


Oyunbozanlıkla.



 

(1): Merleau- Ponty, Le visible et l’invisible, Gallimard, Paris, 1964, s.17. Aktaran: Zeynep Savaşçın, “Algısal İnanç”, “Dünyanın Teni” Merleau-Ponty Felsefesi Üzerine İncelemeler, Zeynep Direk (hzl.), Metis Yayınları, 2003, s.115.

bottom of page