top of page

Bütün gezegen içerideydi


Maçka Sanat Galerisi, 2016’daki kapanışının ardından, 16. İstanbul Bienali’nin paralel etkinliklerinden birini ağırlıyor. Galerinin mekânı, Galeri Nev Ankara’nın direktörü Deniz Artun küratörlüğünde gerçekleştirilen Bütün Gezegen İçerideydi sergisine ev sahipliği yapıyor. Artun, bu akşam açılacak ve 19 Ekim'e dek görülebilecek olan sergiyi Nergis Abıyeva'ya anlattı

☕️ 12 dakikalık okuma

Deniz Artun, Fotoğraf: Ahmet Sel

1976 yılında Varlık Yalman ve Rabia Çapa kız kardeşler tarafından açılan Maçka Sanat Galerisi, 40 yıl boyunca Türkiye’de çağdaş sanata alan açan ve bu alandaki tartışmaları besleyen bir kurum olarak etkinliklerini sürdürdü. 2016 yılında, 40. yılını kitap, arşiv çalışmaları ve de arşiv sergileriyle taçlandıran MSG, jübilesini galerinin mimarı Mehmet Konuralp’in gerçekleştirdiği Tektonik Yansımalar sergisiyle yapmıştı. MSG, üç yıl aradan sonra Galeri Nev Ankara’nın direktörü Deniz Artun küratörlüğünde, 16. İstanbul Bienali’nin paralel etkinliği olarak gerçekleştirilecek Bütün Gezegen İçerideydi sergisine ev sahipliği yapıyor. Yalnızca sanatçı listeleriyle değil, tavırlarıyla da benzeşen bu iki galerinin tarihi, dönemin trendlerini ve piyasa değerlerini takip ederek değil; belli bir sergi programı çerçevesinde gelişti. Daha önce İstanbul’da Depo, Galata Rum İlkokulu, Galerist gibi çeşitli mekânlardaki sergilerin küratörlüğünü üstlenen, Nev’in ikinci kuşak galericisi Deniz Artun’la Maçka Sanat Galerisi’nin mekânında gerçekleştirecekleri Bütün Gezegen İçerideydi sergisini, serginin odak noktalarını ve meramını konuştuk. Bütün Gezegen İçerideydi, 11 Eylül – 19 Ekim tarihleri arasında ziyaret edilebilir.

Öncelikle serginin adından başlayalım. Serginin adının Bütün Gezegen İçerideydi olduğunu duyunca aklıma Nev’in Ankara’daki ilk mekânının bulunduğu Gezegen Sokak geldi, ben de birkaç kez NevArşiv için ziyaret etmiştim orayı. Sonra sen, serginin adının Ursula K. Le Guin’in Mülksüzler kitabından bir alıntı olduğunu söyledin. Bunu açabilir misin?

Mülksüzler’e ve onun distopik dünyasına bir gönderme yapmıyoruz. Yalnızca, sergiyi anlattığımda Zeren (Göktan) isim için Ursula le Guin’e bakmayı önermişti; bunun üzerine Mülksüzler’i yeniden açtım ve ilk sayfanın ilk satırlarından birinde bu cümleyi gördüm: “Bütün gezegen içerideydi!” Sonra hemen kapattım... le Guin kehanetlerine kapılıp gitmekten daima çekinirim. Meselenin aslı, Yedinci Kıta başlıklı İstanbul Bienal’inin ekolojik odağının, bir gün dünya büsbütün yaşanmaz hale gelecek olursa, öteki dünyalarda nasıl var olabileceğimizi düşündürmüş olmasıydı. Bu düşünceden doğan sergi bizi, başka türlü hareket etmenin, başka türlü nefes almanın yollarını araştırmaya itti; başka biçimlerde var olmanın sanatsal/felsefi temsillerini kendiliğinden bir araya getirdi. Aya ayak basılalı tam elli yıl olmuştu; başka aylara ayağımızı hiç sürmeden yine de göç edebilir miydik?

Sergide, derilerinden sıyrılan, tanıdık bedenlerini geride bırakıp başka bedenlere bürünmeye hazırlanan varlıklarla bambaşka bir dünya kurmak istedik. Ve işler, yeni varoluşların “dışarıda” değil “içeride” aranması gerektiğini, kuracağımız ve yıkacağımız tüm dünyaların aslında “içeride” olduğunu tekrar etmeliydi; hatta bazıları haykırmalıydı. Bu sırada ben senin kurduğun bağı kurmamıştım ama, Gezegen Sokak’ta defalarca sergilediğimiz Erol Akyavaş, Yüksel Arslan, Nejad Devrim gibi sanatçıların da sergide olması, “o” gezegenin de burada kurduğumuz dünyanın “içerisinde” olduğuna işaret ediyor olabilir belki? Kim bilir...

Maçka Sanat Galerisi 1976’da İstanbul’da çağdaş sanata bir yer açmak için kuruldu. Nev ise 1984’te kuruldu ve sergi programını İkinci Dünya Savaşı sonrası Paris Okulu sanatçıları ve onlara eklemlenen çağdaşları üzerine inşa etti. Maçka Sanat Galerisi’yle Nev’in sanatçı listesinde kesişmeler var. Bu sergiyi kurgularken bu kesişimlerin nasıl bir önemi oldu?

Rabia Çapa’nın Paris’teki Türk ressamlarını adresleriyle ve telefon numaralarıyla alt alta yazdığı bir listesi vardır. Şimdi yeniden baktım, 1977 tarihliymiş. Önce daktilo edilip, sonra çeşitli renklerdeki kalemlerle üzerine notlar alınmış; estetik bir nesne olarak da hayran olduğum bu listeyle, Galeri Nev’in omuriliğini oluşturan sanatçıların listesi neredeyse isim isim aynıdır: Nejad Devrim, Mübin Orhon, Hakkı Anlı, Selim Turan, Tiraje Dikmen, Abidin Dino, Al- bert Bitran, İlhan Koman, Yüksel Arslan... Maçka Sanat Galerisi’nde bir sergi yapmayı hayal etmeye başladığımızda, bu listeyle birlikte, tüm ortak isimleri (yıllar içinde bu isimlere Seyhun Topuz, İpek Duben, Melike Abasıyanık, Neş’e Erdok, Nur Koçak, Azade Köker, Adnan Çoker, Ömer Uluç, Utku Varlık, Mengü Ertel, Alaettin Aksoy, Komet, Mehmet Güleryüz, Koray Ariş, Serhat Kiraz, Canan Tolon... da eklenecekti) dolayısıyla ortak anlayışları ve ufukları sergilemek aklımıza ilk gelendi! Böyle bir sergi, sanat tarihine karşı geliştirdiğimiz sorumluluğun ya da sanat piyasası içindeki ahlaki tutumumuzun ortak yanlarını da ortaya koyabilirdi.

Fakat serginin 16. İstanbul Bienali sırasında açılmasına karar ve- rince, bienalin temasıyla ilişkilenmeye öncelik vermek istedik. Tüm kıtaların ötesinde başka bir kıta keşfetmek için uzaklara değil; deri- mizin altına, bedenlerimizin içine bakmamız gerektiğine karar ve- rince, bu bizi kendiliğinden Candeğer Furtun’un sergi için seçtiğimiz eserine götürdü. Kurguya bu eser ile başlayınca da, merkeze ortak isimleri değil, “mahsus” isimlerden birini yerleştirmeyi tercih etmiş olduk. Maçka Sanat Galerisi’nin en mahsus isimlerinden Candeğer Furtun, böylece Galeri Nev’in mahsus sanatçıları ile çevrelendi.

Bu dediğin çok önemli ve senin sanat tarihsel perspektifinin bir sonucu. Maçka Sanat Galerisi’nin arşivini düzenlediğimde, Candeğer Furtun’un seramik heykelleriyle galerinin seramik karoları arasındaki ilham verici ilişkiden ve Furtun’un sergilerine paralel olarak galerinin çağdaş seramik sanatına dair düzenlediği ve daha sonra yazıya aktarılan konuşmalardan ne kadar etkilendiğimi anımsıyorum. Serginin odak noktasına Furtun’un seramik heykelini koymanın, senin için böyle bir önemi de var mı? Seramiğe, çağdaş seramik sanatına dair bir söylem görebilir miyiz burada?

Çağdaş seramik sanatını yücelten bir söylemimiz var mı bilmiyorum; galiba daha çok malzemeden bağımsız olarak merkezdeki eserde bir “kırılganlık” aradığımızı söyleyebilirim. Malzemesi yine seramik olan Nermin Kura’nın sergideki işleri, Candeğer Furtun’unkilerle kıyaslandıklarında teknik olarak çok daha kırılgan, kat kat fırfırlarla, sedef tohumlarla, iğne kadar incelerek içeriye ya da dışarıya uzanan goncalarla bezeliler. Hatta eserlerden bir tanesinde Kura, kırılmış bir yumurtanın olabilecek en ince kabuğuna şekil vermiş. Öte yandan duygularına odaklanıldığında bu parçalar hiç de kırılgan değiller, aksine coşkun, çoşkulular, yeni açılmış, patlamışlar. Furtun’un tevekkülü ile kıyaslandığında, kozalarından, tohumlarından, kabuklarından çıkmak için sabırsızlar... Aynı kırılganlığı seramik olmayan bir eserde, örneğin Nejad Devrim’in içine bakan çıplak deseninde de bulabilirsin. Buna karşın malzemeleri açısından yine kırılgan olan Necla Rüzgar’ın heykelleri, kadınların sırtlarını hayvanların güçlerine, güçlü kuvvetli bedenlerini vermiş olmaları, insan ile hayvanın olabilecek en şiirsel biçimde birbirlerine dolanmış olmaları sayesinde çok kalpliler; onları kimse kıramaz.

MSG İstanbul için aynı zamanda bir hafıza mekânı. Ayrıca senin de gelip gittiğin, sergilerini takip ettiğin bir galeri. MSG’de gördüğün ilk sergiyi hatırlıyor musun? Ya da gördüğün sergiler arasında senin için en unutulmaz olanı, seni bir şekilde en çok etkileyeni hangisi/hangileri?

Ne yazık ki ilk gördüğüm sergiyi hatırlamıyorum ama girdaba ilk kez Santralİstanbul’un açılış sergisi sırasında karşılaştığım Candeğer Furtun’un bacakları ve Nur Koçak’ın parfüm şişeleri ile kapıldığımı biliyorum. Nur Koçak’ın eserlerini daha önce bir kitapta/katalogda görmüş olmalıyım, bana ilk bakışta tanıdıklardı. Fakat eserlerin kendileri ile karşılaşınca tanıdıklık kaybolmuş, yerini bambaşkalığa bırakmıştı, nefes kesici, hatta neredeyse eziciydi. Candeğer Furtun’u ise hiç tanımıyordum ve bundan utanç duymuştum; dünyayla ilişkilenişimde, yalnızca bir sanat tarihçi, bir sosyolog, işe daha yeni başlamış bir galerici olarak değil, bir kadın olarak da büyük bir delik vardı ve bunu derhal telafi etmeliydim!

İzleyen yıllarda öncelikle Furtun’un ve kuşaktaşı olan başka kadın sanatçıların sanat tarihsel ve sosyolojik varlıklarının ne kadar avangard olduğunu bütünüyle Maçka Sanat Galerisi’nin kaynaklarından öğrendim. Yıllar sonra Zeynep Rona beni bu kadın sanatçıların pek çoğu ile NevNadir için bir araya getirdiğinde, yirmi beş yaşımın heyecanı bütünüyle baki idi. Ayrıca mutlaka söylemeliyim: Rabia Çapa da benim için bu “kadın sanatçılar”dan biridir. Tıpkı Nur Koçak’ın parfüm şişleri gibi, Rabia Çapa’nın da gençliğimden, tam da nerede nasıl gördüğümü bilmediğim bir imgesini taşırım, kendisiyle karşılaştığımda, yine parfüm şişeleri gibi nefesimi kestiği de olur. Ama yıllar içinde öğrendiğim ve asıl hayranlık uyandırıcı olan, onun da tarih ve toplum nezdindeki şaşırtıcı avangardlığıdır. Şimdi yeniden düşünüyorum da, 1993’teki Daniel Buren sergisini görmüştüm, babamla birlikte İstanbul’a bir tren seyahati yapmıştık, beni Maçka’ya ilk kez babam götürmüş olmalı...

Peki mekânın kendine özgü seramik karolarında nasıl bir sergi hayal ettin? Galerinin meşhur nişi birçok açıdan en zorlayıcı mimari öğesi. Sen nasıl değerlendireceksin nişi? Bir de tabii arka salon var. MSG’nin ilk yıllarında, yani Varlık Yalman’ın hayatta ve galerinin ortağı olduğu yıllarda, ön salondaki çağdaş sanat sergilerini destekleyebilmek için satışa sundukları Anadolu halk sanatına ait objelerin, kumaşların, takıların gösterildiği bir yer. İlerleyen yıllardaysa ön salonun devamı ya da ondan bağımsız olarak çağdaş sergilerin yapıldığı bir mekân. Sen arka salonu nasıl değerlendireceksin ya da değerlendirecek misin?

Aslında başta düşüncemiz, Maçka Sanat Galerisi’nin geçmişinden ödünç aldığımız eseri nişe yerleştirmekti. Nitekim Candeğer Furtun’un düşündüğümüz figürü daha önce o nişte sergilenmişti ve bu sergilemeyi tekrar etmek bizi heyecanlandırmıştı. Öte yandan Furtun’da beni en çok etkileyen “tekrar” ya da “eko” idi. Dizlerini karnına çekmiş, kendini içine doğru kapatmış öylece bekleyen bu figürün tekrar ettiğindeki etkisi, daha önce söz ettiğim gibi “haykırıyor”, müthiş bir biçimde yankılanıyordu. Dolayısıyla tek başına değil, mutlaka üçlü sergilenmeliydi. Bu durumda niş Erol Akyavaş’a kaldı. İçimizdeki gezegenlerle, hatta evrenlerle uğraşıp dururken onun Bâtınî ve Zâhirî imgelerini o kadar sık ziyaret ettim ki; eğer niş onur konuğuna aitse, bu sanatçının Akyavaş olması tesadüf değil.

Yine başlarda, galeriye orada bir sergi kuracağımızı bilerek ilk adım attığımızda, arka salon kullanacağımız mekânların dışındaydı. Böyle olması o anda bize ‘eksik’ gelmemişti. Fakat sonra, arşiv fotoğraflarını karıştırırken Ayşe Erkmen’in 1989’da gerçekleştirdiği Burası ve Orası sergisinin fotoğraflarına rastladım. Birbirine eklenerek önden arkaya dönen demir parçalardan bir omurga kurmuştu, orada yaşamış efsanevi bir yaratığın iskeleti gibiydi. MSG mekânlarının ne kadar bütün olduğunu o zaman kavradım. Arka salon olmadan, mekânın içinde tam bir tur dönmeden, mimar Mehmet Konuralp’e, aklımda idolleştirdiğim, isminin “varlık” olmasıyla daima meşgul olduğum Varlık Yalman’a ve o mekânın başkaca efsanelerine ihanet etmiş olacaktık. Sanki nefes içeride dönmez ise serginin ciğerleri tıkanacaktı. Şimdi “bütün gezegen”, iki galeri mekânının ve tabii Rabia Çapa’nın ikonik kütüphanesinin içinde. Karolara gelince! O kadar usta sanatçı, o kadar ustaca biçimlerde karolarla başa çıktı ki, bizim sergi kurgumuzda karolara özel olarak atıfta bulunmamız haddimizi aşmak anlamına gelecekti. Onları sadece ve öylece benimsedik. Öte yandan, Rabia Çapa kırkıncı yılından sonra galeriye “veda” ettiğinde, karoların ne olacağını herkes gibi ben de çok merak etmiştim. Dolayısıyla, onları ait oldukları yerde görmenin son derece rahatlatıcı olduğunu söyleyebilirim. Aydan toplanan taşlardan parçalar satan bir İnternet sitesi görmüştüm, şöyle diyordu, “Düşünsenize bu taşla her şey yapabilirsiniz, ona bakabilirsiniz, bir rafa yerleştirebilirsiniz ya da onu yiyebilir ve belki de böylece ayın güçlerine sahip olabilirsiniz,” oysa bir de şarkı vardı, “Ay taşları ay ışığına aittir,” diyordu...

bottom of page