top of page

Bir yol gösterici, tanık olarak Oruç Aruoba

Geçtiğimiz ay hayata veda eden düşünür, şair, yazar ve akademisyen Oruç Aruoba’nın ardından hem öğrencisi hem arkadaşı olan Necmi Sönmez yazdı: “Yanında taşıdığı küçük defterlerinin yanı sıra çalıştığı masasının üstünde kalın bir defteri de bulunurdu. Onun kâğıda, dolmakaleme olan tutkusu ister felsefe ister şiir, isterse çeviri alanlarında olsun, onun tüm çalışmalarının üzerinde etkili oldu.”


Yazı: Necmi Sönmez


Oruç Aruoba, 2010 İzmir, Fotoğraf: Necmi Sönmez



31 Mayıs 2020’de Oruç Aruoba’nın vefatını bildiren kısa mesajlar arka arkaya gelmeye başlayınca akşama doğru o zamana dek pek farkında olmadığım bir boşluk hissiyle karşı karşıya kaldım. Gece yarısından sonra bu hissiyat adeta daha da büyüdü. Çünkü önce seminerlerine katıldığım, verdiği kitap okuma listeleri ve kendi yayınlarıyla ufkumu genişleten Aruoba’yla 1988-1989’de başlayan yakınlaşmamız onu İzmir’de 20 Eylül 2019’daki son ziyaretime kadar sürmüştü. 1 Haziran 2020 tarihinde gün boyunca bu uzun sürenin izleri kendilerini yavaş yavaş belli etmeye başladılar. Belleğin kıvrımlarınden kopan parçalar arkası arkası akmaya başlayınca önce yol göstericim, öğretmenim, ardından arkadaşım olan Oruç için bir metin yazacağımın bilincindeydim. Tuhaf bir şekilde böylesi bir metinde bana yardımcı olacağını düşünerek topladığım belgelerin tamamı İstanbul’da kalmıştı. O dosyaya yıllar boyunca koyduklarıma ulaşmam mümkün olmadığından belleğin cilvesine göre aklıma gelenlerden yola çıkarak, Oruç için ne kronolojik, ne de sistematik bir açılımı olan bir portre çizmeye zorlayacaktım kendimi. Belgelere, kayıtlara bakmadan yazılacak yazılar için bile bir çıkış noktası bulmak gerekmez mi? Tüm bunları düşünürken, Oruç’un 2018’de bana hediye ettiği Caran d’Ache marka mürekkep şişesi geldi aklıma. Dolmakalemle yazmayı sevdiğimi bildiği için bana kendi reçetesiyle karıştırıp oluşturduğu turkuaz yeşil renkli bir mürekkep hediye etmişti. İçine koyduğu lavanta kolonyasıyla her kapağını açtığımda beni farklı diyarlara götüren bu mürekkebin bir kısmını kullanmadan saklamıştım. Şimdi bu satırları kaleme alırken lavanta kokusunu duyumsuyor, mürekkep şişesi sayesinde konuştuklarımıza yakınlaşıyordum. Bu küçük mürekkep şişesi, her nasılsa, Almanya’ya gelmiş ve şimdi masamın üzerine duruyor. İşte bu objeden yola çıkarak Oruç’u anlatmaya çalışacağım. Kağıtlar, dolmakalemler, defterler, fotoğraflar, kelimelerin anlamı, çizgiler, imgeler, noktalamalardan, konuştuklarımızdan ya da çok kez sustuklarımızdan yola çıkarak.


Ortaokuldan itibaren düzenli olarak defter tutmuş olan Oruç, kullandığı kâğıda, kaleme, kırtasiyeye, her zaman özel bir önem verirdi. Yanında taşıdığı küçük defterlerinin yanı sıra çalıştığı masasının üstünde kalın bir defteri de bulunurdu. Onun kağıda, dolmakaleme olan tutkusu ister felsefe, ister şiir, isterse çeviri alanlarında olsun, onun tüm çalışmalarının üzerinde etkili oldu. El yazısına olan tutkusu düzenli olarak bilgisayar kullanmak yerine defter tutmasını tetiklediği için onun yaratı evreninde dolmakalemin, mürekkebin, kağıdın özel bir anlamı, değeri vardı. 1987, 88, 89 dönemlerinde Bilsak’da katılımcısı az olan felsefe seminerleri verirken öğrencisi olduğum Oruç, derse başladıktan sonra kimin not tuttuğuna, nasıl yazdığına da bakardı. O sıralarda Beşiktaş’taki bir sahafta bulduğum, yaprakları sararmış, eski püskü, belki elli, altmış yıllık Fransız okul defterlerini (cahier de brouillon) not alırdım. Bu defterler Oruç’un ilgisini çektiği için bir iki tanesini ona hediye ettiğimde, en sevdiği uğraşlardan birinin de eski defterler üzerinde çalışmak olduğunu söylemiş, bana da elimdeki malzemenin kıymetini bilmemi söylemişti. Bunun ne anlama geldiğini tam olarak kavrayamamıştım, tıpkı adeta büyülenmiş gibi dinlediğimiz derslerinde bize aktarmaya çalıştığı bir çok kavram gibi, Oruç’un eski defter tutkusunun tam karşılığını çözmem için zamana ihtiyacım vardı. 1989’da İstanbul’dan ayrılana kadar elimden geldiğince derslerine, konuşmalarına katıldığım, fırsat buldukça yakın çevresinde olmaya çabaladığım Oruç’un yazdıklarını daha iyi kavrayabilmek için beş, altı yıl süren sıkı bir Almanca öğrenme sürecinden geçmem gerekiyordu. Zaten Almanya’ya gitmeden önce Beşiktaş’taki Kazan’da yaptığımız son görüşmede, zor da olsa Almanca’nın bana yeni kapılar açacağını söyleyen Oruç, adresim belli olunca mutlaka ona yazmamı istemiş, bir kaç kitap için yardımcı olmamı rica etmişti. Verdiğim sözü tutup değiştirdiğim her adresi Oruç’a bildirdim. Onun Çiftehavuzlar’daki adresi sabit kalıyordu. Arada sırada inci gibi el yazısıyla yolladığı kartları almak her zaman büyük bir heyecan kaynağı oluyordu. Her mektubunda tekrarladığı bir öğüt vardı: “İyi Almanca öğren.”


Öğrenciliğim sırasında hayatımı sürdürmek için bulabildiğim her işte çalışmam gerekiyordu. “İyi bir Almanca” için gereken dört uzun yılı Heidelberg, Mainz Üniversite’lerinde geçirdiğim için, Oruç’la olan diyaloğum devam etti. Zamanla bu yeni dilin keyfine vardığımı, Oruç’un tavsiyesiyle okumaya başladığım Nietzsche külliyatıyla yavaş yavaş anlamaya başladım. Önce çevirisini okuduğum kitapları özgün dilinden okumaya başladığımda, onları kavramanın daha hızlı bir şekilde mümkün olduğunu tecrübe ettikçe, elimdeki çevirilere değişik gözlerle bakmaya başladım. Oruç tüm çevirileri elimden çıkarıp sadece özgün metinlere yönelmemi öneriyordu. 1992 yılında hiç beklemediğim bir anda telefon eden Oruç, kendisini Frankfurt Havalimanı’ndan Stuttgart’a arabayla götürüp götüremiyeceğimi soruyordu. Ne arabam, ne de ehliyetim olduğunu söylediğimde çok şaşırdı, mutlaka ehliyet almamı önerdi. Tüm hayırlamalarına rağmen havalimanında onu karşıladım, havalimanı tren istasyonuna kadar eşlik ettim. İki, üç saat boyunca konuştuklarımız arasında en önemli konu, nasıl ortak bir çalışmaya girebileceğimiz üzerineydi. Buna hazır olmadığımı, öğrenci olduğumu tekrarlamama rağmen Oruç bunun mümkün olduğunu, yanlız konuyu çok iyi belirlememek gerektiğini söylüyordu. Sanat tarihi konusunda hiç de yabana atılmayacak bir bilgisi olduğunu, Joseph Beuys, Daniel Buren, Christo gibi sanatçılar hakkında konuşmasından anlamıştım. O zamanlar tüm medeni cesaretimi toplayarak ortak çalışmanın beni zorlayacağını söylemiştim. O açık bir kapı bırakarak, hazır olduğunda başlarız demişti.



Tanzaku



Oruç’un tüm kitaplarının ilk ve son baskılarını biraraya getirerek oluşturduğum arşivde, onun sağda solda çıkan yazıları, şiirlerini, çevirileri, irili ufaklı makalelerini de yer alıyordu. Bu malzemeyle epeyce zaman geçirdiğim gibi, İstanbul’a gelişlerimde ne yapıp edip Oruç’la görüşerek dostluğumuzu sürdürdüm. Gel zaman, git zaman onun aforizma tadındaki cümlelerinin şiiri, felsefeyi harmanlayarak oluşturduğu bütünlükler beni her okuduğumda daha da kendi derinliklerine çekmeye başladı. Çünkü Almanca tabiriyle bir prosa olan bu metinlerde, Oruç’un büyük bir emek vererek, adeta tırnaklarıyla kazıyarak oluşturduğu bir patina vardı. Bunun bir sergide nasıl gösterilebileceği, paylaşıma açılabileceği hakkında kafamda kesinleşmemiş fikirler vardı. Ama 2010’da 2. Port İzmir International Contemporary Art Triennial projesi için çalışmaya başlayınca, artık İstanbul’dan ayrılarak İzmir’e yerleşen Oruç’la buluşarak bu sergiye katılması hakkında konuşmaya başladığımda diyaloğumuz farklı bir boyuta geçmişti. Kafamdan geçen onun şiir ve desenlerini biraraya getiren “tanzaku” çalışmalarının tamamını sergilemekti. Ancak onu buna razı edemedim. Ne – Otuzaltı Tanzaku isimli kitapta (Altıkırkbeş Yayınları, İstanbul, 1999) Oruç’un el yazısıyla yayınlanan bu çalışmalar, Japonya’da köklü bir geleneği olan “şiir-resim” yakınlaşmasının izlerini taşıyordu. Tanzaku’ları ancak kitapta okumak, bakmak için gerçekleştirdiğini söyleyen Oruç, bunların çerçevelere duvara asılmasına sıcak bakmıyordu. Bunun nedenleri hakkında yaptığımız kapsamlı konuşmalarla 2010’da aramızdaki yakınlaşmanın bir kaç adım daha ilerlediğini, onun Tütün Deposu’nda hazırladığım kapsamlı Triennial sergisinin açılışı nedeniyle Fransız Kültür Merkezi’nde düzenlediğimiz toplantıda Serhan Ada ile bir konuşma yapmayı kabul etmesiyle kavramış oldum. Hem sergiyi birlikte gezdik, hem de İzmir’in farklı köşelerinde yürüyerek zaman geçirdik. Özellikle İzmir Agorası’ndaki yürüyüşlerimizda düşüncenin nasıl formlara dönüşebileceğini, bunun sanat ya da felsefe adına hangi yeni anlamları tetikleyeceğini konuşurken farklı fikirlerimiz olduğu ortaya çıktıkça yürüyüşümüzün temposu farklılaşırdı. Onun ağızının içine bakarak her söylediğini onaylayan hayran kitlesinden sıkıldığını bildiğim için ters sorularla onu kızdırmaya çalışırdım. O bu çabamı görür, bazen gülerek, bazen sinirli sinirli kendi bakış açısını, kendisine özgü ses tonuyla hiç aceleye getirmeden yavaş yavaş aktarırdı. Biri uzun, ikincisi kısa olan bu yürüyüşlerimiz sırasında Oruç’la birlikte onun çalışmaları üzerine bir sergi hazırlamamanın beni ne kadar heyecanlandırdığını da duyumsamıştım. Bunu kendisine söylediğimde, olabilir demiş, fazla detaya girmek istememişti.



Oruç Aruoba, El yazısı notlar, Ludwig Wittgenstein Çeviriler 1,

Ömer Durmaz Arşivi



2017’de ilki İstanbul’da, ikincisi İzmir’de evinde buluştuğumuzda gündeme gelen sağlık sorunları nedeniyle bana ayırdığı zamanı daha dikkatli kullanmam gerektiğini biliyordum. 2018’de 4. Port İzmir International Contemporary Art Triennial projesi çerçevesinde EVRİM/EVOLVE isimli bir proje hazırlarken Oruç’un buna katılımını tutkulu biçimde istiyordum. Kafamda onun defterlerini, ister kendi metinleri, isterse çevirileri için kullandığı yazılı-çizili malzemelerini, el yazısı kağıtlarını, notlarını sergileme fikri belirmişti. Oruç o tuhaf ironisiyle, “bunları ben öldükten sonra sergilersin, boş ver” demesine rağmen defterlerini bana göstermeye razı oldu. Farklı çalışmalarının yer aldığı bu güzel defterlere bakmaktan kendimi alamıyordum. Çünkü okunaklı el yazısıyla doldurmuş olduğu sayfaların kendine özgü nefis bir patinası vardı. Kendimi tutamayıp defterleri koklamaya başladığımda yüzünde beliren tuhaf ifadeyi unutmayacağım hiç. “Biliyor musun ben kolonya koyarım mürekkebime” diyerek kitaplığının bir çekmecesinden çıkardığı küçük bir mürekkep şişesini açmamı söylediğinde, epeyce zorlanmama rağmen bunu başardığımda keskin bir laventa kokusunu çıktı ortaya. Bunu nasıl sergileyebilirim diye kara kara düşünürken Oruç’un defterlerini ortaya çıkarmaya razı olmayacağını da biliyordum. Peki ne sergileyecektim? Nasıl sergileyecektim?


EVRİM/EVOLVE sergisinde farklı kuşaklar arasında bir diyalog sağlayarak ortak projeler geliştirmeyi de hedefliyordum. Bu çerçevede İzmir’de yaşayan genç sanatçı Merey ile Oruç’u bir araya getirerek bir proje geliştirmelerinin mümkün olup olmadığını sorgulamayı düşündüm. Onları tanıştırdıktan sonra, aklıma Oruç’un 1990’da Beral Madra’nın küratörlüğünü üstlendiği Somut Öngörüler sergisindeki çalışması aklıma geldi. Tesadüf eseri gezdiğim bu sergiden Nam June Paik’in bir kara tahtaya yazmış olduğu cümle ile Oruç’un yerleştirmesi aklımda çakılı kalmıştı. Ermeni asıllı öğrenci kalmadığı için kapatılan Kadıköy, Altıyol, Anarat Hıgutyun Okulunda Gelecek Kültürü ve Sanatı Vakfı’nın kuruluşu dolayısıyla düzenlenen “Somut Öngörüler” sergisi bağlamında Oruç gerçekleştirdiği yerleştirmeyi şair ve filozof Rıza Tevfik Bölükbaşı’na adanmıştı. Bu çalışmayı tekrar yorumlamak mümkün olur mu diye sorduğumda, gözlerinde beliren ışık heyecanlanmamı sağlamıştı. “Kalıtı bende olacak” demişti. Onun bir sergiye katıldığı ilk çalışması olduğu ve hakkında aradan geçen onca zamana karşın üzerinde durulmadığı için unutulan bu işini tekrar ele alınmasına olumlu bakıyordu. Şubat 2018’de ziyaretlerimde Rıza Tevfik çalışmasının kalıtı olarak tanımladığı bir torba içindeki tüm malzemeyi önüme koyup, istediğim gibi sergileyebileceğimi söyledi. Bu sayede hazırladığım sergide Oruç’un katkısının geçtiği iki farklı işi göstermem mümkün oldu.



Solda: Oruç Aruoba'nın Elleri, Fotoğraf: Necmi Sönmez

Sağda: Rıza Tevfik Bolukbaşı'nın Kalıtı



Bunlardan ilki Rıza Tevfik Arşivi’ni Oruç’un ele alışıydı. Şair ve filozof Rıza Tevfik Bölükbaşı (1869-1949) hem Eğitim Bakanlığı görevini üstlenmiş, hem de kaleme aldığı ilginç felsefe yazılarıyla dikkati çeken bir Osmanlı aydınıdır. Sevr Antlaşması’nı imzalayan Osmanlı delegesi olarak, vatan haini olarak suçlanan Yüzellilikler arasında yer aldığı için uzun yıllar sürgünde yaşadı. 1943’de Türkiye’ye geri dönebildi. Ancak kendisine adeta zorla yapıştırılmış olan Cumhuriyet karşıtlığı izini üstünden silemedi. Kapsamlı arşivi ailesi tarafından korunmasına rağmen Baltalimanı’ndaki bir yalıda sel felaketine uğradı. Daha sonra araştırmacı Abdullah Uçman’ın koruma altına aldığı yazılı, çizili malzemelerin, fotoğrafların bir kısmı Oruç’a devredilmişti. O da bu malzemeleri 1990’da Anarat Hıgutyun Okulu binasındaki sergide, okulun deposunda bulduğu eşyalarla birlikte yorumlarak haksızlığa uğramış bir düşünce insanın yaşamını büyüteç altına almayı denemişti. 2018’de bu izlek üzerinden ilerleyerek Oruç’un çalışmasını yeniden yorumlayacaktım. Torba içindeki malzemeleri detaylı olarak incelediğimde, Oruç’un Bölükbaşı’nın çoğu sel baskınında hasara uğramış fotoğraflarını siyah kartonlar üzerine yapıştırarak belli levhalar oluşturduğunu gördüm. Bunları çerçeveleyerek göstermeyi kendisine önerdiğimde kabul etti. Ayrıca Bölükbaşı’nın 1900’lü yıllarda tuttuğu Osmanlıca notları, el yazılarını vitrinlere koyarak, Abdullah Uçman’ın yayınlamış olduğu kitaplarla tanıdığım bu düşünce insanına bir tür saygı alanı oluşturmayı denedim. Oruç ayrıca Merey’in kendi çalışmalarından yola çıkarak hazırlamış olduğu bir sanatçı kitabıyla da sergide temsil ediliyordu. EVRİM/EVOLVE sergisi hazırlıklarında Olimpiyatlar Köyü’ndeki evinde birçok kere buluştuğumuz Oruç’un sağlık durumu sergiyi ziyaret etmesine izin vermedi. Sergi kataloğunu tasarımcı arkadaşım Ömer Durmaz’la birlikte hazırlarken onun el yazısından, notlarından yola çıkarak katman oluşturmaya çalışmıştık. Bu Oruç’un tanıklık sürecine gönderme yapmak için geliştirdiğimiz bir düşünceydi. Kataloğun sonuna Oruç’un aşağıdaki şiirini koyduk:

YOK UŞTAN İN ERKEN


Yavaş inersin yokuştan

Kar taneleri irileşirken

Kimler bakmış uzaktan

Yolunda hızla gelişirken

Hep ileri yürürken

Gözü kapalı güvenirken

Boyuna düştüğün tuzaktan

Sürünüp çıkmağa çalışırken


Adımların kısalmış

Işığını gece almış

Zamanın geçişirken

Kırık anısı kalmış.


bottom of page