Ece Nada küratörlüğünde hayata geçen Animal Gaze sergisi 9 Haziran tarihine kadar Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nde devam ediyor. Serginin küratörü ve sanatçılarına merak ettiklerimizi sorduk
Röportaj: Hıdır Eligüzel
Ece Nada, encounter_archive, 2023
Animal Gaze sergisinin, görüş açımızı değiştirmeyi öneren sergilerden biri olarak, Türkiye çağdaş sanatında kendine özel bir yer edindiği kanısındayım. Sergi oldukça yalın şekilde basit bir soruyla mevcut yaşam dinamiklerimize ilişkin bir sorunsalı odağına alıyor: Hayvanların baktıklarında gördüğü insanlar nasıllar? Jacques Derrida’nın kedisinden yola çıkarak, kavramsallaşan sergi, insanlığın sömürü pratiğinde eksik olan yüzleşme seanslarıyla bir tür psikanalitik bir yolculuk da aynı zamanda. Sergi üzerine küratör Ece Nada ve sanatçılar Emin Çelik, Engin Arer, Kübra Ateş, Uğur Savaş, Volkan Parlak, Havva Zorlu ile konuştuk.
Küratörlüğünü de üstlendiğiniz Animal Gaze sergisi, sizin uzun süre sonra gerçekleştirdiğiniz ilk sergi. Sizinle Pre-art space‘te gerçekleşen The Other Wall sergisi üzerine görüşmüştük. O sergi de sanat çevreleri bakımından sert üslubu ve hayal ettirdiği “vahşet” anlarıyla sanatseverlerin günlüklerinde yer etmişti. The Other Wall’dan, Animal Gaze’e kadarki süreçte sizi bu sergiye hazırlayan süreci aktarabilir misiniz?
Ece Nada: The Other Wall ve genel olarak o döneme dair sanatsal üretimim insan varoluşu, beden, cinsellik ve yok olma-hiçlik ile yok etme dürtüsü eksenindeydi. Animal Gaze için ürettiğim karşılaşma serisi işlerinde ise kan ve vahşet yok denecek kadar az. Kişisel sergim ile Animal Gaze arasındaki dönemde pandeminin olduğunu unutmamak gerek. Birçok insan gibi benim de düşünecek ve okuyup öğrenecek çok zamanım oldu. Odağımın değişme noktası da bu esnada yaşadığım bir farkındalık ve bilinçlenme, bilgilenme ile gerçekleşti. İnsan dediğimiz kavramı, “öteki” ve “insandan aşağı” bir canlı türü olarak ilan edilmiş olan “hayvan olmayan” üzerinden tanımlamamız, bunun üzerine insan egemen bir hiyerarşi kurmuş olmamız en önemli noktalardı. Hayvanları nasıl gördüğümüz, nerede konumlandırdığımız ve onlara nasıl muamele ettiğimiz konusunda bilgilendiğim zaman vegan olduğum zamana denk düşüyor. Sonrasında yüksek lisansımı eleştirel hayvan çalışmaları odağında yapmaya karar verdiğimde aslında bu konuda sanatsal bir üretime yöneleceğimi tahmin ediyordum ama acele de etmek istemedim. Üç veya dört yıl öncesinden bugüne baktığımda, hangi meselelerin daha mühim ve acil olduğunu fark ettim. Beni Animal Gaze’e ve hatta Animal Gaze Project’e götüren, insan-merkezli bakışa eleştirel yaklaşmam ve bu bakışı sorunsallaştıran, buna alternatif sunan sanatsal üretimlere rastlamamış olmamdı. Bu boşluk beni rahatsız etti. Bu arada sergiden özellikle Animal Gaze diye bahsetmeyi tercih etmemin sebebi gaze ifadesinin Türkçede tam karşılığı olmamasından, “bakış” tam olarak karşılamıyor ama başka bir seçeneğim yoktu.
Bu tür fikir ağırlıklı karma sergilerin getirdiği zorluklardan biri de sanatçı seçimleridir. Sanatçıların sizin sahip olduğunuz düşüncelere ve duygulara sahip olmamaları olasılıklardan biridir. Siz sanatçı seçimlerinizi nasıl gerçekleştirdiniz ve sanatçılarla düşünsel olarak ortaklaşmayı nasıl sağlayabildiniz?
Ece Nada: Sanatçılarla bir araya gelişimizde benim üç önemli kriterim vardı. Biri, sergiye katılacak olan sanatçıların vegan olmasıydı. Bu kurguya sahip bir sergide vegan olmayan sanatçılarla çalışmak bağlama zıt bit yerde dururdu. Burada yedi sanatçı olarak hepimiz vegan olduğumuz için zaten en az birkaç temel noktada çoktan hemfikirdik. Düşünsel olarak benzer yollardan geçmiş ve bunu da pratiği yaşayanlardanız. Animal Gaze Project dahilinde düşündüğüm birçok başka sergi fikrimde olduğu gibi en azından bir iki aylık okuma ve tartışma seanslarının olmasını istiyorum.
Sanatçı seçimimde kriterlerimden bir diğeri, duygusal manipülasyona başvurmadan ve didaktik bir dil kullanmadan iş üretecek sanatçılarla çalışmaktı. Sonuncusu ise sanatçıların Animal Gaze kurgusuna uygun iş üretmeyi kabul etmesiydi. Yani arşiv üretecektik, sözlü ya da yazılı insan dili kullanmayacaktık. Havva Zorlu dışındaki sanatçılar hayvanlarla göz göze gelinen bir iş yapmayacaktı. Hem sınırlayıcı hem de zorlayıcı ve yaratıcılık adına sanatçıyı harekete geçirebilecek şeyler bunlar aslında. Neyse ki sorduğum tüm sanatçılar bu koşulları kabul ettiler.
Ece Nada, encounter_thedishes, 2023
Serginin çıkış noktasında Jacques Derrida’nın kedisi üzerinden yaşadığı farkındalığa vurgu yapıyorsunuz. Bu farkındalığın sizin için önemini ve “hayvan bakışının” yarattığı zihinsel değişimi tarif edebilir misiniz?
Ece Nada: Derrida şöyle diyor bahsi geçen dişi kediyle göz göze gelişlerinden sonra; felsefe tarihinde, Descartes’ten günümüze, filozoflar ya bakan hayvanlarla hiç göz göze gelmemişler ya da onların da kendilerine baktıklarını umursamamışlar, bunun üzerinde durmamışlar, yok saymışlar. İnsanların hayvanlara baktıkları kadar hayvanların da insanlara baktıklarını fark etmek, insanın hayvan üzerine kurduğu hegemonyayı sarsıyor. İnsanlar olarak bizler de onların baktıkları “şey”ler olabiliriz. Bakmak ve görülmek beraberinde tehlikeye açık olmayı da getirir. Görülmek hem olumlu anlamda tanınmak hem de tehlikeye açık olmak demek. Biz hayvanları senelerdir nesneler olarak görüyoruz aslında ve onları kullanıyoruz, sömürüyoruz. Buradaki karşılaşmada hayvanların bireyliğini, kendilerine ait bir benliklerini, dışarıya uzanan bir iç dünyalarını, bakışları olduğunu fark etmek devreye giriyor. Ve sergi metninde de belirttiğim gibi, hayvan özgürlüğünün başlangıcı olabilecek bir nokta bu. Domine edilecek, sömürülecek, tüketilecek “şey” lerden çıkıp, dünyayı paylaştığımız bireyler oluyorlar. Bende yaşattığı zihinsel değişim, insan merkezli ve insan egemen bakışın yıkılmasıdır en basit haliyle. Sergi metninde dipnot olarak belirttiğim kısmı da vurgulamamda fayda var. Antroposentrik bakışı Lori Gruen ikiye ayırır; biri kaçınılmaz antroposentrizm diye geçer ve sorun teşkil eden ve tartışılan bu değildir. Öteki ise kibirli antroposentrizm diye geçer; bahsettiğim gibi insan egemen bir hiyerarşide insan olmayan her türü, doğa dahil, aşağı gören ve kullanan, sömüren bakış.
Kişisel olarak sanat camiasının hem düşünsel hem eylemlilik ayrıca da sanat icra ederken kullanılan malzemelerin hayvansal içeriklerine sahip olması bakımından sınıfta kaldığını düşünüyorum. Hayvan bakışının sanat dünyasında da karşılığı olduğunu düşünüyor musunuz?
Ece Nada: Sanat camiası genel olarak sınıfta kalıyor evet. Sadece Türkiye’de de değil aslında genel anlamda böyle. Yine de hareketlenmeler oluyor, fakat Türkiye’de pek değil, ya da ben kaçırdım bir şeyleri. Vegan olmadan önce hangi boyayı kullanmışım, hangi yapıştırıcıda hayvansal madde varmış ben de düşünmezdim. Ne zaman ki biz neyi kullanıp tüketip satın aldığımıza ve böylece desteklediğimize daha dikkat edeceğiz bence o zaman tüketici talebinde değişim olduğu için ürünlerde de değişim olacak. Bunun sadece bireysel boyutta bir değişimle hallolacağını düşünmüyorum. Bilinçli olarak hayvanları, hayvanların uzuvlarını sanatsal üretimde kullanma meselesi başka tabii. Yine hayvanları kullanılacak şeyler olarak görmemizden ileri geliyor. Hatta sergide sanatta sömürülen hayvanların bir kısmının arşivi de var. Çok alkış alan çok önemli görülen meşhur sanatçılar yapıyor bunu. Fakat mesela geçtiğimiz yıllarda Damien Hirst’ün sinekleri öldürerek yaptığı iş büyük tepki aldı, nihayet ve kaldırıldı. Değişim insanlar bilinçlendikçe olacak. Bu sanat eserindeki sorunu gördüler ve tepki verdiler, sergileyen kurum da işi kaldırdı. Animal Gaze Project ile benim niyetim de bu bilincin ve farkındalığın oluşmasına katkı sağlamak, bir şeyleri artık nihayet başlatmak. Animal Gaze bu projeye ismini veren, projenin ilk meyvesi. Umarım Türkiye’de ve yurtdışında başka sergi ve etkinlikler de yaparız bu projeyle. Artık bir yerlerden başlamak lazım, geç bile kaldık.
Sergiyi aynı zamanda bir deneyim alanı olarak da kurguladığınızı görüyoruz. Sadece eserler değil, eserleri izlemeye gelen sanatseverlerin de sergiye dahil olduklarını deneyimledim. Bu deneyimin kendisini performans olarak nitelersek, bu performansın sergi için önemini aktarabilir misiniz?
Ece Nada: Evet sergi aslında benim yüksek lisans tezimin bir parçasını oluşturuyor. İnsanların deneyimlemesi ve sonra sergi anketine katılması çok önemli. Tezimin çıkış noktası Viktor Shklovsky’nin ostranenie kavramı. Günlük hayatta birçok şey algımızda yer etmiyor ve birçok eylemi düşünmeden, fark etmeden gerçekleştiriyoruz, bir alışma ve kanıksama döngüsündeyiz diyor Shklovsky. Ona göre sanat, bu görmediğimiz ya da kanıksadığımız şeyleri bize fark ettirmelidir. Bu bağlamda, arşivde gördüklerimiz aslında fark etmediklerimiz; “öteki” yani sömürülen hayvanlardır. Ziyaretçilere gelecekten bir arşiv sunarken aslında bugünü fark ettirmeye çalışıyoruz. Yazıda da dediğim gibi burası bir karşılaşma ve yüzleşme yeri işlevi görüyor. Sergide olmak ve işlerle yüz yüze gelmek buna tanık olmak, bu sömürüdeki rolünü fark etmek demek. Kaldı ki bu sergiyi gelecekteki özgür hayvanlarla birlikte gezmek demek, kendini onların yerine koymak demek. Sergide hayvanlarla göz göze gelişimizin yalnızca ikinci odada olması önemli bir detay. Havva Zorlu’nun Tekrar Bak video kolajında günümüzdeki hayvan bireylerle göz göze geliyoruz. Diğer yana döndüğümüzde ise bu kurguyu tamamlayan karşılaşma_ayna işim var. Altın rengi geleneksel bir ayna çerçevesinde hep insan olarak tahayyül edilmiş olan insanı yani kendimizi, gelecekte bu sergiyi gezen hayvanların dolaşan silüetlerini ve en arkadan da Havva’nın videosundaki hayvanları görüyoruz. Karşılaşmamız burada tamamlanıyor.
Animal Gaze’i gezerken hem hayvanların artık sömürülmediği bir gelecek ihtimalini düşünüyorsunuz, hem günümüze bir arşiv perdesi arkasından bakmış oluyorsunuz, hem de günümüzdeki hayvanlarla göz göze geliyorsunuz. Buradan ayrıldığınızda en azından birkaç şeyi sorgulamaya, ya da fark etmeye başladıysanız sergi ve Shklovsky’nin yabancılaştırma yöntemi başarılı oluyor demektir.
Solda: Emin Çelik, Koyun Saymak, 2033
Sağda: Emin Çelik, Sanat Sömürü Arşivi, 2023
Sorum Emin Çelik’e. Sergideki işlerinizi düşünürsek, Sanat Sömürü Arşivi (2023), Koyun Saymak (2023) eserlerinizde insanların hayal dünyasında hayvan imgelerinin kullanımına odaklandığınızı görüyoruz. Sadece bir betimleme değil, aynı zamanda tarihe düşülen bir kayıt olduğunu düşünüyorum. Bu konular hakkında düşüncelerinizi iletebilir misiniz?
Emin Çelik: Kesinlikle. Aslında üretimlerimin genelinde hep bir arşivleme eğilimde oluyorum. Bunu iki işimde de görebilirsiniz. Koyun Saymak (2023) işinden bahsedecek olursam diğer işe oranla daha farklı bir arşivleme sistemi kurmaya çalıştım. Bu işi düşünürken serginin çizmiş olduğu çerçeveyi göz önünde bulundurarak, hayvan bakışıyla ama yine de çizilen bu çerçevenin sınırında durarak insan ile ilişkisini ele aldım. Acaba insan zihninde huzurlu ve sömürülmesi en normalleştirirmiş koyun ile bu sömürünün faili arasında ortak bir hayal dünyası olabilir mi? Olsaydı koyunlar bunu nasıl ele alırdı ve muğlak ortak bilinç alanı nasıl biçime kavuşurdu? Bulutlar ile koyunumsu formlar arasında bu yüzden durdum. Bu sorular etrafında alternatif bir arşivleme yapmaya çalıştım.
Engin Arer, Envanter, 2023
Sorum Engin Arer’e. Serginin yoğun olarak geleceği hedeflendiğini anlatıyı da burada kurduğunu düşünüyorum. Sizin Envanter (2023) eserinizde ise bir akış halinde birkaç katman ile geçmişten bugüne gelen bir seyre tanıklık ediyoruz. Eserinizin serginin matematiğinde nasıl konumlandığını düşünüyorsunuz?
Engin Arer: Envanter (2023) esasen geçmişten bugüne gelen tekil bir süreci değil, varoluş evrelerini ve sürekli tekrarlanan bir döngüyü anlatıyor. Günümüzde bu döngü günde binlerce kez gerçekleşiyor; yaşayan, hisseden ve aynı insanlar gibi birbirleriyle bağ kurabilen varlıklar, önce öldürülüyor, ardından işlem görmek üzere bir soğuk depoda bekletiliyor. Burada markalanıyor ve damgalanıyor. Daha sonra da vücudunun uygun görülen, aşçılık terimleriyle etiketlenmiş çeşitli bölgeleri, farklı işlemlere maruz kalarak, çok çeşitli şekillerde tüketim için insanlara ulaştırılıyor. Marketten veya kasaptan alınan herhangi bir hayvansal ürünün, evin mutfağına girmeden önceki aşamaları düşünülmüyor, yaşayan halleriyle tabaklardaki halleri arasındaki bağı kurmamak için büyük çabalar sarf ediliyor. Kültürün, alışkanlıkların ve endüstrinin buna etkisi çok büyük.
Gelecekte arşiv olarak gösterilen Envanter'i (2023), günümüzdeki bu döngüyü, serginin kurgusuna göre geçmişte kalmış ama yaşanmış bir gerçek olarak belgelemek istedim. Günümüzde de görmezden gelinmeye çalışılan bu bağlantıyı yeniden canlandırmak, izleyiciye tabaklarında tükettikleri bir “et parçasıyla”, onun yaşayan halini aynı düzlemde gösterip, göz ardı edilmiş sorularla yüzleşmelerini sağlamayı amaçladım.
Havva Zorlu, Tekrar Bak, 2023
Tekrar Bak (2023) eserinizle serginin çıkış noktası olan Jacques Derrida’nın kedisiyle bakışması neredeyse örtüşüyor. Onun bir imge olarak zihinlerimize sunduğu bakış, sizin eserinizde sanatseverler için yüzleşme aracı haline gelmiş durumdadır. Değerlendirmelerinizi iletebilir misiniz?
Havva Zorlu: İnsanlar için bir kaynak statüsüne indirgenmiş hayvanların yaşamlarını görünür kılmak için fotoğraf çekmeye başladığımda, ben de Jacques Derrida ve kedisinin bakışmasına benzer anlar yaşadım. Çekim yapmak için bulunduğum ortamlardaki hayvanlar beni uzun uzun inceleyip, takip ediyorlardı. Daha önce bu kadar çok ve çeşitli hayvanla bir araya gelmediğim ve bu tür karşılaşmaları yaşamadığım için buna çok şaşırmıştım. Ve de çok etkilenmiştim.
Serginin küratörü Ece Nada ile sergi üzerine sohbet ettiğimizde aklımda daha önce yaşadığım onlarca karşılaşma anı canlanmıştı. Animal Gaze adlı sergi ile ortaya koymaya çalıştığımız gelecek hayalinde, böyle bir karşılaşmanın yer alma fikri çok hoşuma gitmişti. Tekrar Bak'ın (2023) ortaya çıkış amacı, serginin çıkış noktasındaki bu karşılaşmayı farklı farklı yüzlerin bir araya geldiği bir tekrar eden video ile göstermekti.
Ne yazık ki insan merkezli dünyamızda hayvan sömürüsünün olmadığı bir alan yok. Her gün milyonlarca hayvanın hakkı çeşitli gerekçelerle gasp ediliyor. Ancak basit bir market alışverişinde bile özenle paketlenmiş hayvansal gıdaların aslında birinin bir parçası olduğu ya da “yiyecek” olması için kimlerin zulüm gördüğü, öldürüldüğü bilinmiyor. Hayvanlarla hiç yüz yüze gelmiyoruz.
Çekim yaptığım zamanlarda bu bakışların altında eziliyor ve kendimce onlara, onlar için elimden geleni yapmaya çalıştığımı anlatmaya çalışıyorum. Bu nedenle Tekrar Bak (2023) ile hayvanların bakışlarını kaydettiğim ve bir sergi ortamında yayınlayarak hayvanlarla insanların karşılaşmalarını sağlayabildiğimiz için mutluyum.
Kübra Ateş, Dana Etinin Bölümleri, 2023
Dana Etinin Bölümleri (2023) eserinizde kasaplarda görmeye alıştığımız hatta kasabın ustalığını gösteren ‘bilgilendirme’ haritasını, Carol J. Adams üzerinden kayıp göndergeler olarak yorumluyorsunuz. Kayıp gönderge kavramı ile sergi arasındaki bağı aktarabilir misiniz?
Kübra Ateş: Carol J. Adams 'ın "kayıp gönderge" kavramı aslında insanların doğal bir "kaynak" olarak görüp, sömürdüğü hayvanları tüketim nesnesi haline getirmesi ve onlara yabancılaşmasını anlatır. Yani artık o canlı bir zamanlar nefes alan, koşan, duyguları olan biri değil, ambalaj içindeki bir et parçası veya bir nesnedir. Canlının kendisi kaybolmuş artık tamamen bir "kayıp gönderge" haline gelmiştir. Sergide benim işimde de resmedilen dana ya da kuzu gibi hayvanların bedenleri üzerine çizilen et haritalarında, bu hayvanlar basit bir haritada beden bölümlerine ayrılmış bir illüstrasyondan ibarettir. Bir canlının sırtı bonfile, kürek kemiklerinin ortası antrikot diye tanımlamıştır. Tamamen işlevsellik üzerine yapılmış olan çizimde, canlının hangi bölgesinin hangi yemeklere kullanılacağı da yazar. Bu yabancılaşmanın kırılması adına benim işimde, canlının bir bölümünde gerçek et görüntüsü kullanıldı ve amaç onu kayıp gönderge olmaktan çıkarmak, gerçek et ve illüstrasyon tezatlığını bir arada vermekti.
Sergideki “kayıp gönderge” kavramından söz edebileceğimiz başka bir iş ise bence Engin Arer'e ait. Sanatçı, öldürülüp asılmış hayvan bedenlerini ve hala hayatta olan hayvan görüntülerini videoda bize art arda gösteriyor. Mezbaha görüntülerinin peşi sıra canlı hayvanları görüyoruz.
Kancaya asılmış başsız et görüntülerinden sonra hala hayatta nefes alan koşan hayvan görüntüleri bizi irkiltiyor. “Kayıp gönderge” olan asılmış bedenler bir anda canlı hayvan görüntüleriyle birleşip bizi kaybolmadan önceki halleriyle yüzleştiriyor.
Uğur Savaş, Labirent Faresi, 2023
Labirent Faresi (2023) eserinizde hayvan deneylerinde en sık kullanılan yöntemi belgesel niteliğinde sanatseverlere sunduğunuzu görüyoruz. Kedi ve fare imgesi üzerinden yaratılan Art Spiegelman’ın çizgi romanına da atıf bulunuyor. İnsanların hayvanlar üzerinden kurduğu ayrımcı dile dair yorumlarınızı alabilir miyiz?
Uğur Savaş: Geçmişten günümüze dek anlatılan hikâyelerde, hayvanların kullanımına ya da rolüne bakıldığı zaman, genellikle insan merkezli bir anlatı görüyoruz. Fabllar hayvanların insan özelliklerinden yola çıkarak benzetmeler yapar. Hatta günümüzde bazı aşağılayıcı veya övgü içeren sözcükler de hayvanların görünüşlerine yüklediğimiz bazı durumlardan gelmektedir. Görgüsüz ya da kaba kişilere “ayı” dememiz veya çok cesur olduğunu düşündüğümüz insanlara aslan dememiz gibi. Bununla birlikte onları tıpkı insanlar gibi konuştururuz. Animal Gaze sergisinin genel bakış açısından “acaba hayvanlar kendi türlerinin sömürü arşivi ile karşılaşsa ne düşünürdü ne hissederdi?” gibi bir soru bulunmaktaydı. Bu sorunun cevabını hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Yalnızca hayal etmeye çalışabiliriz. Bana göre bu durum aslında insanlar arasında da böyle. Dil bizim anlaşmamızı bir bakıma kolaylaştırıyor olabilir ancak karşımızdaki insanın ne düşündüğünü asla tam olarak bilemeyiz. Bütün bunlardan yola çıkarak Labirent Faresi filminde farenin hislerine yakın bir his yakalamaya çalıştım. En azından onun kafasının içinden dünyayı görmemiz, bizimle onun arasında bir empati oluşturabilir diye düşünüyorum. İnsanların düştüğü zor durumlar için bile hayvanların konumlarından yola çıkılması, hayvanların insanlar için birer araç oluşunu ve birey olarak görülmediklerini ortaya koyuyor. Örneğin Maus’ta Yahudilerin içinde bulunduğu zor durumların, kaçışlarını saklanışlarını farelere benzeterek anlatılması, onları yakalamak isteyen Alman askerlerinin kedi şeklinde tasvir edilmesi bile hayvanların hayatımızda birer figüran olduğunu gösteriyor. Sanki onlar her şekilde bizim için varlar. Öte yandan, bir deney faresinin tabi tutulduğu deneyin içerisinde acı çekip çekmediğini hiç sorgulamamız veya bu esnada çektiği acıları hiçe saymamız durumu ele alındığında, bence dünyayı onların gözünden görmeye karar verdiğimiz ilk anda karşımıza çıkan şey tuzaklarla dolu bir labirent olabilir.
Volkan Parlak, Haliç Kongre Merkezi, 2023
Haliç Kongre Merkezi (2023) eserinizde mutenalaştırılan bir kentsel mekânın mezbaha olduğu tarihine yapılan atıf ile insan sömürüsünün en yoğun yaşandığı çalışma kampları, şantiyeler arasında güçlü bir bağ kuruluyor. Sömürünün değişen öznelerine ve nesnelerine karşın, sömürünün toplumsal olarak canlı tutulduğunu görüyoruz. Bu konudaki görüşlerinizi alabilir miyiz?
Volkan Parlak: İnsan olmayan hayvanlar ile insanların sömürüsü ortak kaynağı itibariyle birbirinden ayrılamaz nitelikte olduğu için gerçekten de aralarında güçlü bir bağ olduğunu söyleyebiliriz. Eserimde yer verdiğim Haliç Kongre Merkezi bu iki sömürü için somut ortak mekân örneği de olduğundan bu bağın kurulmasına olanak sağlıyor.
Haliç Kongre Merkezi'nin tarihsel arka planı, bu sömürü düzeninin belirgin bir örneği olarak karşımıza çıkıyor. Hayvanların sömürülmesi ve insanların bu sömürüyü normalleştirmesi, birçok açıdan insanların insanlar üzerinde de benzer bir normalleştirme süreci uygulamalarına benzetilebilir. Bu nedenle, mekânın röleveye benzer mimari çizimleri ve mezbaha fotoğraflarının üst üste gelmesi, insanları bu sömürü düzenine karşı daha duyarlı olmaya ve toplumsal değişim yaratmaya çağırmaktadır. Böylece, geçmişteki sömürü örnekleri ile günümüzdeki eşitsizlik ve sömürü arasında güçlü bir bağlantı kurulmaktadır.
Ancak sömürünün özneleri ve nesnelerinin değiştiğine dair kısma şerh düşmek gerekir: Sömürü tarihin farklı dönemlerinde farklı biçimlerde yaşanmış, zaman zaman sömürünün özneleri ve nesneleri değişiyor gibi görünse de aslında değişen pek bir şey olmamıştır. Şiddetin de kaynağını oluşturan mülkiyet kavramı sahip olan ile sahip olunan arasında hâkimiyet kurmasına neden olur. Sömürünün temelinde yatan toplumsal yapı ve ideolojik zemin, maalesef günümüzde de devam etmektedir.
Sonuç olarak, insan ve insan olmayan hayvanların sömürüsü, günümüzde de hala varlığını sürdüren bir sorundur ve toplumsal olarak mücadele edilmesi gereken bir konudur. Bu mücadele, insanların toplumsal bilinçlerini ve duyarlılıklarını arttırarak aynı zamanda sosyal, ekonomik ve politik düzenlemeler yaparak gerçekleştirilebilir.
コメント